Ünite 1:
Eski Türklerde Yönetim Yapısı
Anahtar Kavramlar
Göçebe Çobanlık : İlk olarak Neolitik Dönem’de (M.Ö. 8000-5000) hayvanların evcilleştirilmesiyle beraber yerleşik toplumun ortaya çıkışı ile eşzamanlı şekilde beliren üretim ve yaşam biçimi.
Otarşi: Ekonomik olarak kendi kendine yeterli olma hâli.
Asena: Göktürk kurucu hanedanı “Aşena” boyuna mensuptu ve aile mensupları kendilerinin mitolojide anlatılan dişi kurttan yani “Asena”dan geldiklerini iddia ediyordu.
Sasaniler: 224-651 tarihlerinde hüküm sürmüş, İkinci Pers İmparatorluğu da denen İran Devleti.
Maniheizm: Hz. İsa, Zerdüşt ve Buda’nın öğretilerini harmanlayan, MS. III. asırda Pers İran’ında yaşayan Mani’nin geliştirdiği inanç sistemi.
Federasyon: Küçük örgüt veya devletçiklerin bir araya gelmesiyle oluşturulan birlik.
Devlet: İktidar , mevki ve güç anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. Arapçadaki bir diğer eş anlamlısı “Mülk”tür.
Tuğ: Ucuna çeşitli renklere boyanan at kuyruğu, tepesine altın vb. değerli bir elementten sembol (kurt başı, hilal gibi) konulan mızrak.
Türk Kozmogonisi: Evren ve insanın yaratılışı ile devletin kuruluşu arasında sebep sonuç bağlantısı kuran inanış.
Tanrılar arasında hiyerarşi olduğu gibi insanlar arasında da benzer farklılıklar vardır. Ya da kâinatın merkezinde tanrı olduğu gibi dünyanın merkezinde kağan vardır.
Amaçlarımız
İbn-i Haldun’dan beri bilinir ki devletler üzerinde geliştikleri coğrafya ve toplumsal-ekonomik yapıların eseridir. Orta Asya’daki devletler bunun en açık göstergesidir. Kilometrelerce uzayan bozkır ve dağ silsileleri insanları göçebe bir
hayata sürüklemiş bu ise Çin’deki veya Avrupa’dakinden çok farklı yönetim sistemlerinin oluşmasına neden olmuştu.
Bozkır imparatorluklarında kağanından en sade göçerine kadar herkes göçebe-çobanlıkla hayatını idame ettirmekteydi ve siyasi-toplumsal her müessese bu tarza göre kurgulanmıştı.
Orta Asya insanı göçebe çobandı. Bu hayat tarzı, küçük aile tipini zorunlu kılmış ancak korunma veya yağma zamanlarında bir araya gelmeyi zorunlu kılmıştı. Bunun sonucunda boylar ve bodunlar oluşmuş en nihayetinde karizmatik liderler başkanlığında imparatorluklar kurulmuştu. Ancak bu tarihin görebileceği en hareketli devletiydi çünkü başşehrinden en küçük müessesine kadar her birim mevsimine ve hedefine göre sürekli yer değiştirmekteydi.
Uygurlar bir tarafa bırakılacak olursa Hun, Göktürk ve Kutluk Devletleri her bakımdan neredeyse birbirinin aynısı devletlerdi. Devletin kuruluşunda karizmatik bir kişinin “altın dokunuşu” (Mete ve İlteriş gibi), veraset sistemindeki düzensizlikler, komşu ülkelerle girişilen ilişkilerin maddi boyutu neredeyse hep aynı şekilde cereyan etmiş ve yıkılış süreci de buna koşut şekilde gelişmişti. Uygurlar her ne kadar yukarıda belirtilen model üzerinde kurulup gelişmişse de yerleşik hayata geçmekle mevcut sistem bambaşka bir görünüm kazanmıştır. Toplumsal sınıfların oluşumundan bürokrasinin çeşitlenmesine, inanç biçimin dönüşümünden kültürel reflekslere kadar neredeyse Türk’ün hayatı sil baştan değişmiştir.
Devletleri analiz ederken kullanılan araçlardan biri de siyasi otoritenin toplandığı yere bakılmasıdır.
Ülkemiz gibi devletlerde bu merkezi bir şekilde yani üniter şekilde olurken, Almanya gibi bağımsız ünitelerden oluşan devletlere birleşik ya da karma devletler adı verilmektedir. Bu bağlamda Orta Asya’ya bakılacak olursa güçlü bir kağanın varlığı, bizim akıl yürütmemizi şaşırtmamalıdır. Çünkü imparatorluk olarak adlandırdığımız katmanın altında pek çok boy ve
bodun örgütlenmesi bulunmaktadır. Zaten siyasi tarihe bakıldığında örgütlerin hızlı bir çözülme sürecine girmesine, bahsettiğimiz bu son derece karmaşık toplumsal yapı neden olmaktaydı. Merkezi devlet şeklinde görülen bu federatif yapı, hem başlangıcı hem de sonucu içerisinde barındırmaktaydı.
Tüm zamane devletleri gibi Orta Asya imparatorlukları da siyasal söylemlerini, müesseselerinin inançlarına paralel şekilde geliştirmişti. Hiyerarşinin en tepesinde bulunan kağanın mevcudiyeti doğrudan tanrı hediyesi olarak yorumlanmıştı. Benzer şekilde en üst makam sahipleri de meşruiyetlerini bu bağlantıya bahşetmişlerdi. Gök tanrı inancından bildiğimiz gök kültü, manevi dünyayı o kadar doldurmuştur ki devletin her kararı, yaşanan her olay, tüm protokol, unvan isimleri bu çerçevede ele alınıp tanımlanmıştır. Metafizik söylemlerle devlete meşruiyet sağlamak, Fransız Aydınlanması ve ihtilaline kadar devam edecek genel bir uygulama olmuştur.
Orta Asya devletlerini birbirleriyle ve günümüzle kesiştiren ortak ilkeleri bulunuyordu. “Oksızlık” olarak adlandırılan bağımsızlık bunlardan önde geleniydi. Günümüze egemenlik olarak çevireceğimiz prensip, Orta Asya’daki en basit göçebe çoban aileye kadar nüfuz etmiş ve hareket alanının kısıtlandığı anda, esaret altında yaşamaktansa yeni yaşam alanları aramaya koyulmuştu.
Bozkır ülkesi günümüzün yurt kavramı gibi düşünülmüş ve hanedanın değil üzerinde herkesin hakkı olduğu bir toprak parçası gibi düşünülmüştür. Halk, devletin en önemli unsuruydu ve devlet politikalarında sorumlulukların dağıtımında azami ölçüde gözetilmekteydi. O nedenledir ki Cengiz Han’ın istila seferlerinde halkın baştanbaşa yok edilmeye çalışılması Uygur bilgelerince eleştirilmiş ve devletin kendi eliyle yokluğu davet ettiği belirtilmişti. Steplere hâkim bir diğer anlayış töreydi. Törenin ihlalinin ise dünyayı tepetaklak edeceğine inanılıyordu. Bu anlamda kağanlar törenin hem kaynağı hem de en büyük koruyucusu hatta mevcudiyetinin en önemli nedeni olarak görülmekteydi.
Devlet hiyerarşisi gibi ordu ve adalet mekanizması da bu yaşam biçimi ve toplumsal yapı üzerinde örgütlenmişti. Boy ve bodunlardan oluşan ordu barış zamanında çiftçilikle uğraşı savaş zamanlarında beylerinin komutasında seferlere katılırdı. Aynı şekilde töre kağan ve boy beylerinin gözetimindeydi ve ceza işlemleri bizatihi bu kişilerce yerine getirilirdi. Buradan hareketle yöneticilerin adalet sisteminde ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu da belirtilmelidir.
*** Orta Asya’daki göçebe toplumlar; dışa kapalı, kendine yeter bir ekonomik yapıya sahip miydi?
Türklerin ve diğer Orta Asya halklarının temel geçim kaynağı çobanlık olmasına karşın sürdürdükleri göçebe hayatı onları diğer yerleşik toplumlarla sürekli etkileşim içinde bulunmalarına, bu da canlı bir ticari hayatın doğmasına neden oluyordu. Dolayısıyla yaşam alanları, zamanın Avrupasındaki gibi dışarıya kapalı değil, her zaman yer değiştiren ve birbirleriyle etkileşim hâlindeydiler.
*** İlk Türk devletlerinin başarılarını ve ömürlerini belirleyen en önemli unsur neydi?
Bozkır toplumlarına bakıldığında gerek boy, gerek bodun gerekse devlet örgütlenmesinde lider etmeninin önemli bir rol oynadığı görülüyor. Mete gibi İlteriş gibi karizma sahibi kağanlar sayesinde tüm kıtayı etkisi altına alan etkili rejimler kurulurken, aynı başarının varis kağanlar tarafından gösterilmediği zamanlarda, siyasi ve toplumsal örgütlenmenin kısa sürede çözülmeye başladığı görülmekteydi.
*** Bozkır imparatorluklarının federatif şekilde örgütlenmeleri ile toplum yapısı arasında bağ var mıdır?
Devletin şekli ile toplum yapısı arasında doğrudan bağ vardı. Bozkır imparatorluklarının istisnasız hepsi boy ve bodunların bir araya gelmesiyle kurulmuştu. Söz konusu çok başlı yapı, güçlü kağanlar tarafından sert bir şekilde kontrol altına alınmıştı. Bununla beraber bahsedilen çoğulculuğu en güzel gösteren kurum toydu. Kağan yılda üç defa topladığı toyda, her hareketini boy ve bodun yöneticileriyle paylaşır, onların görüşlerinden yararlanırdı. Kısaca devleti oluşturan her unsurun, kararlar üzerinde söz hakkı olduğu vurgulanırdı.
*** Eski Türk ve Feodal Batı Avrupa toplumlarının özellikle hangi kavramlar ekseninde birbirinden ayrıldığı savunulmaktadır?
Farklılık en başta yaşam tarzlarından kaynaklanmaktaydı. Avrupa’da tamamen yerleşik hayata dayalı bir kültür söz konusu iken Orta Asya Türkleri göçebe bir hayat sürdürmekteydiler. Yaşam biçimlerindeki bu farklılık siyasi, toplumsal ve ekonomik anlamda kendisini göstermişti. Avrupa’da üniter birbirinden çok kopuk olsa da daha istikrarlı, uzun
dönemli siyasal kurumlara dönüşmüştü. Diğer yanda tarımsal hayat maddi kültürün, birikimin daha gözle görünür bir hâle dönüşmesine yol açmış ve toplumsal sınıfların çok açık şekilde ortaya çıkmıştı. Bu anlamda alan araştırmacıları, Avrupa’daki köle (serf), aristokrasi ve kentlerdeki orta sınıfın tam karşılıklarını Orta Asya’da en azından Uygurlardan
bulmanın zorluklarına işaret etmektedirler.
*** “Kut, küç ve ülüş”, kağanlığın manevi boyutunu oluşturan esas kavramlardır”, önermesi doğru bir önerme midir?
Kut, küç ve ülüş kağanlık kavramının içini dolduran temel değerlerdi. Kut, kağanlığın en önemli göstergesi ve tanrının hükümdara hediyesi olarak görülmekteydi. Tanrı tarafından “kut”lanan kağana aynı zamanda “küç”, yani güç bağışlanmış ve bu güçle kazandığı başarıları, aldığı ganimetleri halkına “ülüş”türeceği yani paylaştıracağına inanılmaktaydı.
*** Türk kağanları, Sasani veya Bizans hükümdarları gibi yarı-tanrı bir varlık olarak mı görülmekteydi?
Orta Asya Türklerinin hükümdarlarını kendilerinden farklı gördükleri doğru ancak onu metafizik bir varlık olarak kabul ettikleri yanlıştır. O diğer uygarlıklardaki gibi ne tanrının oğlu ne de azizdi. Bunun en açık göstergesi tahta çıkma seramonisinde boğazının sıkılarak kaç yıl hükümdarlık yapacağının sorulmasıdır. Aynı şekilde uğranılan başarısızlıklardan sonra “kut taplamadı” denilerek görevden el çektirilmekteydi.
*** Toy gibi kurumların farklı Türk devletlerinde görülmesi benzer bir devlet şeklinin varlığına işaret eder mi?
Bozkır imparatorlukları Asya Hunlarından Avrupa Hunlarına kadar aynı üretim şekli üzerine kurgulanan devletlerdi. Bu nedenle de ortak bir hedef için bir araya getirdiği toplumsal ünitelere her zaman danışma ihtiyacı hissetmiştir. Bunu sağlayan en önemli aygıt ise toy olmuştur. Toy, Avrupa Hunlarında “logades”, Peçeneklerde“komenton” ve Oğuzlarda
“tirnek” adıyla anılmış ancak hep aynı mantık üzerinden işletilmiştir.
*** Bozkır devletlerinde her yönetici bulunduğu makamı oğluna miras bırakabiliyor muydu?
Orta Asya imparatorluklarında üst düzey makamlar hanedan ailesine ayrılmış ve makam sahiplerinin yetkilerini çocuklarına bırakabilecekleri kabul edilmişti. Ancak orta ve alt düzey makamlarda bu ilke işletilmemiş ve patronaj ilişkileri bir tarafa konulduğunda atamaların bilgi ve beceri esasına istinaden yapılmasına dikkat edilmişti.
*** Eski Türk devletlerinde üst düzey makam isimlerinin belirlenmesinde inanç sisteminin etkisi var mıdır?
Bozkır devletlerinde “gök” kültünün makam isimlerine kadar yansıtılmış olması, manevi ve maddi hayatlarının ne kadar iç içe geçtiğini göstermesi bakımından da anlamlıdır. Hem ana hem ara yönler üst düzey makamlarına denk düşürülmüş ve isimlendirmede dahi (“dört köşe veya boynuz”, “altı köşe veya boynuz” gibi) bunu eksik etmemişlerdi.
Kendilerine göre bir gökyüzü tasarımı vardı ve bunun dünya üzerinde birebir karşılığı olduğuna inanıyorlardı. Hanın tahta çıkmasından, toy açılışlarına kadar tüm protokoller, bu kozmogonik sisteme göre inceltilmiş ve hayata geçirilmişti.
*** Bozkır imparatorluklarında ordunun teşkilatlandırılmasında gözetilmiş midir?
Bozkır imparatorluklarında ordu sadece egemen boy ve budunlardan oluşmaz, aynı zamanda güçle boyun eğdirilmiş boy ve kabilelerin silahlı güçlerinden destek alırdı. Ordunun en küçük çekirdeği, temeli Mete tarafından atılan onlu sisteme dayanmaktaydı. 10, 100 ve 1000 kişilik bölümlere ayrılan ve her birimin başında onbaşı, yüzbaşı gibi unvanlar taşıyan rütbelilerin bulunduğu ordu, aynı mantık içerisinde aile, boy ve budun dilimlerine göre taksim edilmişti.
Ünite 2:
*** İlk Türk-İslam Devletlerinde Yönetim Yapısı
Anahtar Kavramlar
Talas Savaşı: Müttefik Abbasi Karluk ordusunun Çinlileri yendiği ve bunun sonucunda Orta Asya kapılarının İslamiyet’e açıldığı savaş (751).
Samaniler: Kökenleri tartışmalı (İran veya Türk) 874-1005 tarihlerinde hüküm sürmüş, İslamiyet’in Orta Asya’ya yayılmasını sağlamış, kadim İran yönetim geleneklerine sahip çıkmış hanedan.
Harezmşahlılar Devleti: 1077-1231 yıllarında İran ve Batı Türkistan coğrafyasını kontrol altında tutmuş Türk devleti.
Yusuf Has Hâcib (1017-1077): Balasagunlu Yusuf olarak da anılan, Türk dilinin yüz akı, aynı zamanda dönem siyaset anlayışını gözler önüne seren Kutadgu Bilig (kutlu kılan bilgi) isimli eserin yazarı, Karahanlı devlet adamı.
Abbasiler (750-1258): Emevi hâkimiyetine son vererek İslam İmparatorluğunun başına geçen Arap hanedan.
Kınık: Selçuklu devletini kuracak olan ve Oğuzların 24 boy’undan birisi olan boy.
Selçuk Bey’in beş oğlu bulunmaktaydı: Arslan Yabgu, Mikail, Musa Yabgu, Yusuf İnal ve Yunus.
Dandanakan Savaşı (1040): Selçukluların rüştünü ispatladığı, bağlı oldukları Gaznelileri dize getirdikleri, bir anlamda devletlerinin temellerini attıkları savaş.
Moğol İstilaları: Japonya’dan İtalya’ya kadar geniş bir coğrafyayı tüm 13. yüzyıl boyunca etkisi altına alan Moğol saldırılarıdır. Özellikle 1220’lerden itibaren Anadolu’ya yönelik yoğun Türkmen göçünü tetiklemiştir.
Amaçlarımız
Karahan, Gazne ve Selçuklu Devleti’nin kuruluş şekli birçok bakımdan birbirleriyle benzerlikler göstermektedir. Nasıl Gazneliler, Samani Devleti’ni ülkesinden bürokrasisine kadar tüm ögelerini içine alarak kurumlaşmışsa, Selçuklular da Gazne geleneğinin üzerine bir imparatorluk inşa etmişlerdi. Aynı şekilde Karluk ve Yağma gibi boylar devletleşme
sürecinde nasıl kan bağlarından uzaklaşmışsa, Kınık Boyu da aynı süreç içerisinde boy geleneklerinden uzaklaşarak İran devlet geleneklerine uymaya başlamışlardı. Bu sürecin en tipik yansımaları, kültürel başkalaşım ve Türkmenlere (kendi soydaşlarına) yabancılaşmaydı. İslamiyet’in kabulü hem yöneten hem de yönetilen zümre üzerinde derin etkilerde
bulunmuştur. Öncelikle hükümdarın söylemleri, isimleri, unvanları farklılaşmıştı.
Süreklilik olarak lider merkezli otorite kullanımının artarak devam ettiği söylenebilir. Aynı şekilde tahtın hanedanın ortak malı olması ve dolayısıyla veraset savaşları bir diğer sürekliliktir. Hatun, Orta Asya’daki kadar olmasa da güçlü bir figür olmaya devam etmiştir. Devletin tipi federasyondan monarşiye doğru kaymış, yönetimde iş bölümü/uzmanlaşma
eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde artmıştır. Ancak asıl kırılma, toplumsal yapıda yaşanmış, eskinin boy örgütlenmesi yerini tebaa’ya bırakmış bu ise yönetimin yöneticilere ait bir kavram olarak anlaşılmasına yol açmıştır.
İlk Müslüman Türk devletleri kurulurken hanlar/sultanlar karşılarında siyasi olarak zayıflamış, parçalanmış bir İslam dünyası bulmuşlardı. Yine de otoriteleri karşısında tek rakip veya müttefik halifelerdi. Dinsel idarenin en üst kutbu olan halifeler aynı zamanda siyasi rejimlere meşruiyet dağıtıyordu. Gazne ve Selçukluların daha kuruluş aşamasında halifeye sadakatlerini sunmaları ve eylemlerini cihad adı altında gerçekleştirmelerinin altında bu gibi bir meşruiyet sorunu yatmaktaydı. Yine de sadakatin koşulsuz bir baş eğme olmadığı belirtilmelidir. En azından devletin güçlü olduğu zamanlarda halife her zaman siyasetin dışında tutulmuş, kendi rızalarına göre davranmalarına müsaade edilmemişti. Oysa taht çekişmeleri sırasında halifelerin mücadelelere müdahil olduğu ve bu vesileyle daha bağımsız hareket ettikleri görülmüştü.
Kurumlaşmanın en zayıf kaldığı taraflar veraset, taşra ve iskân sistemlerinde görülmüştür. Yani tahtı hanedanın tüm mensuplarına hak olarak gören anlayış hem devlet hem de toplum katmanlarında derin sarsıntılar yaratmaya devam etmiştir. Taşrada her ne kadar Sasani-İslam kaynaklı ikta sistemi daha merkezi bir mantığın devlet adabına ithaline neden olmuşsa da başta melikler olmak üzere hanedan üyelerine bağışlanan topraklar, geniş yetkili valiler ve tabi devletlerin otonom karakteri taşranın kısa sürede merkezden kopmasına sebep olmuştur.
Batıya yönelik Türkmen göçleri Moğol istilası’yla beraber adeta çığa dönüşmüş ancak ne Büyük Selçuklular ne de Anadolu Selçukluları bu çığı engelleyecek çözümler üretebilmiştir. Uygulanan iskân politikasının başarısızlığı en açık şekilde Baba İlyas ayaklanma’sında görülmüştür. Sultanın örfi hukuku kullanması, gulam sisteminin devşirme sistemi
adı altında son derece profesyonel şekilde işletilmesi, Selçuklu ikta sisteminin tımar sistemiyle neredeyse kusursuz bir aşamaya geçirilmesi ve merkez ofislerindeki yazışma adabı, Türkistan’dan beri arkasında durulan ilkelerde kaydedilen gelişme derecesini ortaya koyması bakımından önemlidir. Kitabımızın üçüncü ve dördüncü bölümlerinin okunmasıyla bahsettiğimiz süreklilik ve uzmanlaşma aşamaları daha iyi değerlendirilebilecektir.
*** İslamiyet’in kabulü, Karahanlı devlet teşkilatında ne gibi değişikliklere yol açmıştır?
Karahanlıların İslamiyet’i kabul etmeleriyle en başta sultan isim ve unvanları değişmişti. Müslüman olduktan sonra Muhammed, Yusuf ve Hasan gibi adlar alan Karahanlı hükümdarları, halifelik müessesesiyle iletişime geçmeden dinin koruyucu anlamlarına gelen “şihabü’ddevle”, “zahir’üd-devle” gibi elkabları isimlerinin önüne iliştirmeye başlamışlardı. Türk Han’ı Allah’ın adaletini sağlamak için tahta oturduğunu iddia ederken, Karahanlı ordusu cihad uğruna savaşmaya başlamıştı. Hukuk şeraite göre düzenlenmiş, sorumluluğu kadılara tahvil edilmişti.
*** Kutadgu Bilig’in hükümdarı ile Orta Asya kağanı arasındaki ayrımları belirtiniz?
Kutlu kağan ile Müslüman han arasındaki temel fark verdikleri mesaj ile muhatap oldukları tebaadan kaynaklanıyordu.
Yönetme hakkını Göktengri’den aldığını iddia eden kağan, halifenin gölgesinde kalan ve temel işlevi adalet ve ihsan dağıtmakla sınırlanan handan daha güçlü biri gibi görünmektedir. Oysa bu öngörünün, toplumsal yapıyla beraber düşünüldüğünde yanıltıcı olduğu görülür. Boy ve bodunlardan oluşan Orta Asya toplumu gerektiğinde kurultaylar veya sert başkaldırılarla kağanların kararlarını sorgulayıp, otoritesini sınırlarken, Müslüman han, son derece pasif karakterli bir yönetilenler zümresiyle muhatap olmuş ve öncekiyle kıyaslanmayacak ölçüde yetkilerini artırmıştır. Yukarıda da verdiğimiz Kutadgu Bilig mısrasında belirtildiği gibi, artık kendisi bir “çoban”dır.
*** Orta Asya Türk devletleri ile Karahanlı taşta teşkilatları özellikle hangi açılardan benzeşiyorlardı?
Karahanlı Devleti’ni ve Bozkır devletini birbirine en çok yakınlaştıran özellik, taşra idareleriydi. “Çift başlı idare” olarak tanımlanan yapıya göre Kağan/Han, ülkeyi kendisi ve oğlu arasında taksim ediyor ve tüm üst düzey makamlara hanedan mensuplarını tayin ediyordu. Step imparatorluklarında olduğu gibi Karahanlıların da uzun süre bağımsız iki
devletten oluştuğu düşünülmüştü. Oysa batı kanadı (yabgu/ilig) her zaman doğu kağanı/hanının idaresine tabi olmuş sadece parçalanma evresinde ayrım kesinleşmişti.
*** Abbasi taşra teşkilatı, Gazne Devleti’nin kuruluşunu hangi bakımlardan etkilemiştir?
Abbasilerin taşra idaresini geniş yetkili vali/komutanlara bırakması, uzun dönemde ademi merkezî bir yapının
sağlamlaşmasına ve dağılmasına neden olmuştur. Samaniler Devleti de özde bu vilayetlerden bir tanesiydi. 800’lerin sonundan itibaren daha bağımsız hareket etmeye başlamışlar ve sonunda istiklallerini ilan etmişlerdi. Ancak kendileri de Abbasiler gibi askerlik ve vilayet yöneticiliklerini profesyonel Askerlere/gulamlara bırakmalarıyla aynı süreci bir yüzyıl sonra kendileri tecrübe edeceklerdi.
*** Cihad politikasının, Gazne Devleti’ne sağladığı kazançları sıralayınız.
Sultan Mahmud’un şanını ve devletinin itibarını artıran asıl gelişme 1000 yılında başlattığı ve neredeyse ömrünü vakfedeceği Hint seferleridir. Ordusunun başında yürüttüğü toplam on yedi sefer boyunca, Hindistan’ın dinsel kimliğini geri dönülemeyecek şekilde değiştirirken, ülkenin zenginliklerini hazinesine katarak devletini çağının en müreffeh ülkesi hâline getirmiştir.
*** Selçuklu ve Gazne devletlerinin kuruluş sürecini kesiştiren benzerlikler nelerdir?
Selçuklu Devleti’nin kuruluş şekli birçok bakımdan Gazne Devleti’nin kuruluş modeline benzemektedir. Nasıl Gazneliler, Samani Devleti’ni ülkesinden bürokrasisine kadar tüm ögelerini içine alarak kurumlaşmışsa, Selçuklular da Gazne geleneğinin üzerine bir imparatorluk inşa etmişlerdi. Örneğin, Dandanakan’dan sonra komşu ülkelere gönderilecek zafernâmeyi yazacak kâtip olmadığından Gazneli/İranlı memurlara yazının kaleme aldırılması, Selçuklunun en azından kuruluş aşamasında devlet adabından habersiz olduğunu göstermekteydi. Doğal olarak, savaştan hemen sonra Selçuklu idari ve askerî kadrolarına geçmeye başlayan Gazneli devlet adamları sayesinde gulam (kul) sistemi gerek bürokraside gerek hassa ordusunda en fazla yararlanılan mekanizmalardan birisi hâline gelmiştir.
*** Anadolu’daki nüfus dengelerinin kısa süre içerisinde değişmesinin nedenlerini sıralayınız.
Özellikle Malazgirt sonrasında Anadolu’daki fetih hareketlerini daha sistemli şekilde yürütmeye başlayan Gaziler, kendi adlarıyla kurdukları beyliklerde sahip oldukları topraklarda kalıcı olmak için Anadolu’ya göç eden Türkmenleri iskân etmeye çalışmışlardı. Kurumlaşmanın hızını iskân politikasına istisnasız tüm beyliklerin aynı hassasiyeti göstermesi belirlemiştir. Bir Selçuklu sultanı veya bir Danişmend emiri de tıpkı Bir Sasani şahanşahı veya bir Bizans imparatoru gibi geniş kitleleri iskân ederek üretim sürecine eklemiştir. Prof. Turan’ın verileri çarpıcıdır: “I. Mesud, II. Kılıçaraslan, I. Gıyaseddin Keyhusrev, Danişmendli Yağı-basan ve Artuklu hükümdarları 10.000’den 70.000 kişiye varan
halkları kendi bölgelerine nakl ve iskan etmişlerdir”.
*** Anadolu Selçuklularının uygulamaya geçirdiği yeni toprak sistemi ile merkezileşme politikası arasında nasıl bir bağ olduğunu açıklayınız.
En önemli değişiklik, ikta arazilerinin öncekiyle kıyaslanamayacak şekilde küçültülmesidir. Kuşkusuz merkeziyetçilik politikasında yaşanan dönüşümün en önemli durağı toprak mülkiyet sisteminde gerçekleşmiştir. Anadolu Selçukluları, seleflerinden farklı şekilde, tüm toprakları “mirî” arazi statüsüne soktuklarından yani devletleştirdiklerinden gerek kendi bürokratlarına gerek gaza harekâtına girişen taşra aristokratlarına gerekse Anadolu’ya gelen Türkmenlere yeni hukukun damgasını yemiş toprağın tasarrufunu (zilyed) bırakıyor ancak büyük bir kıskançlıkla çıplak mülkiyetini (rakabesini) kendisine saklıyordu.
*** Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar yönetici hanedanların neredeyse hiç değişmeyen ortak özelliği ne olmuştur?
Bozkır imparatorluklarında gördüğümüz gibi Karahanlılar, Gazneliler ve Büyük Selçukluları da Eski Türk veraset anlayışına göre, devleti hanedanın ortak malı sayıyordu. Bu anlayış sadece şehzadelerin değil, diğer hanedan mensuplarının da ayaklanmasına neden oluyordu.
Devleti idaresinde birleştiren ve rakiplerini ortadan kaldıran güçlü bir hükümdarın akabinde aynı ayarda bir veliahdın bulunmayışı veya ölen hükümdarın kardeşlerinin hakkın kendilerine geçtiğini iddia etmesi taht kavgalarına sebep oluyordu. Büyük evladın tahta varis olduğuna dair bir kanaat vardıysa da en başta sultanlar olmak üzere tüm yöneticiler kendilerine yakın bulduğu kişinin idareye geçmesini istiyorlardı.
*** Selçuklu üst düzey bürokrasisinde özellikle İran-Arap kökenli yöneticilerin çoğunlukta olması nasıl açıklanabilir?
İranlı/Arap bürokratların çoğunlukta olmasının temel nedeni, Türklerin yerleşik kültürle henüz tanışıyor olmaları ve daha önemlisi yeni geldikleri coğrafyada tebaayla aralarında hiçbir bağ bulunmamasıydı. Bu nedenle yıktıkları devletlerin yöneticilerini hemen kadrolarında istihdam ederken, yerel halkın eşrafı (asilleri) tarafından yönlendirilmişler ve hatta bu kişileri vezaret makamına kadar (Kunduri, Nizamülmülk gibi) yükselterek rehberliklerinden istifade etmişlerdi.
Ünite 3:
*** Osmanlı Kuruluş Dönemi’nde Yönetim Yapısı
Anahtar Kavramlar
Kuruluş Tartışmaları: Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi ve yeri ünlü tarihçi Halil İnalcık’ın araştırmaları ile son yıllarda popüler bir tartışma konusu olmuştur. Halil İnalcık, devletin kuruluş tarihinin 1302 yılında ve Yalova yakınlarında
meydana gelen bir savaşla ilgili olduğunu iddia etmektedir. Pek çok tarihçi bu görüşü kabul etmektedir. Bu konudaki tartışmalara dair, Yaşamın İçinden bölümünde bilgi bulabilirsiniz.
İlhanlılar (1256-1335): Cengiz Han’ın torunu Kubilay ve Mengü Hanların kardeşi Hülagû Han tarafından kurulmuştur.
Tebriz başkent olmak üzere bugünkü İran, Azerbaycan, Afganistan, Pakistan ve Anadolu topraklarını içine alan Moğol Devleti’dir. İdari anlamda çevre ülkeleri ama özellikle Osmanlıları etkilemişlerdir. Örneğin mali işlere bakan “defterdar” terimi İlhanlılardan gelmekteydi.
Reâyâ: Vergiye tabi olan askerî seçkinler dışında kalan Müslüman veya gayrimüslim tebaaya Osmanlılarda kullanılan terim.
Kronik: Tarih sırasına göre kayda geçirilen olayları içeren eserlere denir. Osmanlıcası vakayi’nâme’dir.
Divân-ı Hümâyûn: Farsça kökenli bir kelimeydi ve danışma meclisi, günümüz bakanlık ofisi anlamlarına geldiği gibi küçük şiir kitapları da yine bu adla anılmaktaydı.
Çandarlı ailesi erken dönem Osmanlı tarihinde büyük hizmetler veren ve önemli görevler üstlenen bir Türkmen ailesidir.
Âşıkpaşazâde: Osmanlı kronik yazarlarından eseri günümüze ulaşabilen en erken tarihli kroniğin yazarıdır. Eserini XV. yüzyıl başlarında kaleme almıştır.
Alaeddin Paşa: Orhan Gazi’nin kardeşi ilk veziridir.
Mehmed Neşri: En erken Osmanlı kronik yazarlarındandır.
Dursun Fakih: 1300’lü yıllarda Karacahisar’a Osman Gazi tarafından atanmıştır. Ayrıca Dursun Fakih’e ait Osman Gazi’nin askerleri ile ilşkilerini anlatan Gazavatnâme önemli bir eserdir.
Erken dönem Osmanlı kronik yazarlarından Aşıkpaşazâde Orhan Bey’in, Kandırı-İzmit yöresi sancağını Süleyman Paşa’ya, İnönü Sancağı’nı da diğer oğlu Murad Gazi’ye verdiğini belirtmiştir.
Lala Şahin: “Paşa” unvanını alan ilk Rumeli Beylerbeyidir.
Enderun: Sarayın padişaha ait olan kısmıdır ve iç saray anlamında kullanılmıştır. Burada padişahın özel hizmetlerini gören üst düzey Osmanlı erkânının eğitildiği odalar mevcuttur.
Evrenosoğulları: Bu akıncı ailelerinden Evrenosoğulları XIV. yüzyıldan itibaren nesli günümüze kadar ulaşan önemli bir ailedir. Evrenos Bey, Osmanlı’nın Balkan fetihlerinde yer alan uc beylerinin en önemlisi sayılabilir. Yaptığı fetihler kadar kazandığı mülkler ve zenginliğiyle de adı kaynaklara konu olmuştur. “Kılıç hakkı” olarak elde ettiği mülkleri vakfa
dönüştüren Evrenos Bey, sadece fetih yapmakla kalmamış, kurduğu vakıflarla Balkan topraklarının Türkleşme ve Müslümanlaşmasına da katkıda bulunmuştur.
Amaçlarımız
Osmanlı devlet teşkilatı, küçük bir beylikten, büyük bir imparatorluğa geçiş sürecinde ihtiyaca cevap verecek şekilde
sürekli gelişmiş ve değişmiştir. Osmanlı Beyliği, ilk devlet teşkilatını düzenlerken Türkiye Selçukluları ve İlhanlılar gibi Eski Türk devlet geleneğini Anadolu’ya taşıyan devletleri örnek almışlardır.
Osmanlı yönetim yapısını belirleyen en önemli kurumlar kul sistemi ve tımar sistemidir. Kuruluş yıllarıından itibaren aşiret yapısının çözülerek kurumlaşma ihtiyacı ortaya çıktığında kul sistemi ile hem hükümdarın doğrudan kendine
bağlı bir ordu oluşturması hem de düzenli ordu ihtiyacını karşılamasını sağlamıştır. Tımar sistemi ise devletin üretimden alacağı vergiyi asker sağlama karşılığında tevcih ettiği tımarlı sipahiler sayesinde hem asker ihtiyacı karşılanmış hem de toprağın işlenmesi ve üretim bakımından fayda sağlamıştır. Osmanlıların devlet anlayışındaki temel avram “adalet” anlayışıdır. Eski Türk ve İslam geleneklerine göre şekillenmiş bu kavram Osmanlı yönetimini
temel kavramlarından biri olmuştur.
Osmanlı merkezî yönetiminin ana unsuru Divânı Hümâyûn olmuştur. Kuruluş yıllarında daha iptidai bir şekilde varlığı bilinen Divân’ın yapısı devletin ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir. Devlet kararlarının alındığı ve bir nevi bakanlar kurulu gibi çalışan Divân’ın üyeleri her gün sabah namazından sonra padişahın huzurunda toplanarak, devlete ve halka ait askeri, mali, hukuki ve örfi işler hakkında karar verirdi. Divân’da padişah, veziriazam ve diğer vezirlerden başka kazasker, defterdar ve nişancı bulunmaktaydı. Dolayısıyla yürütme organı gibi çalışan Divân-ı Hümâyûn Osmanlı merkez teşkilatının tamamını kapsıyordu. Osmanlı Devleti’nde başta merkez teşkilatı olmak üzere taşra teşkilatı Divân-ı Hümâyûn’a bağlı iki birimden oluşmaktadır ki bunlar da eyalet ve kaza teşkilatlarıdır.
Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinden itibaren taşra idaresinde her idari birime Divân-ı Hümâyûn’dan iki amir tayin edilmiştir. Bunlardan ilki sultanın yürütme yetkisini elinde bulunduran ve askeri sınıftan olan “bey” ile diğeri sultanın hukuki yetkilerini kullanarak temsil eden ve ilmiye sınıfı mensubu olan “kadı” idi. Bey, kadının hükmü olmadan ceza
veremezken, kadı da beyin izni olmadan bulunduğu kazada kendiliğinden bir yaptırım faaliyetinde bulunamazdı.
Kadılar, mutlaka yüksek eğitim almış, medrese tahsilli kişiler arasından seçilirler ve iki sene süre ile görevde kalırlardı.
Osmanlı Devleti’nde taşra, idari bakımdan köy, nahiye, kaza, sancak ve eyaletlere ayrılmıştır ki kendisine bağlı olan köylerin nahiyelerle birleşmesinden kaza; kazaların birleşmesinden sancak; sancakların birleşmesinden de eyaletler meydana gelmiştir. Ancak ilk dönem Osmanlı taşra teşkilatında bu tabirlerin birbirinin yerine kullanıldığı tespit edilmiştir. Osmanlı Devlet teşkilatı içinde askeri teşkilatın önemli bir yeri vardır. Bir nevi asker devleti diyebileceğimiz
Osmanlı Devleti’nin en önemli mevkileri bu sınıfın elinde olmuştur. Ancak kuruluş yıllarında daha bir beylik aşamasında iken düzenli askeri birlikleri yoktu ve daha çok savaş sırasında toplanan bir nevi gönüllü askerlerden
oluşan bir güce sahipti. Osman Gazi’nin şöhreti yayılıp, beyliğin toprakları genişledikçe bu gönüllü savaşçıların sayısı artmaya başlamıştır. Kuruluş döneminde yapılan ilk fetihler ise daha çok beyliğe tabi olan atlı aşiret kuvvetleri sayesinde yapılabilmiştir. Osmanlı askeri teşkilatının oluşmasında Türkiye Selçukluları, İlhanlı ve Memlüklerin etkisi görülmektedir.
*** Osmanlı devlet anlayışının oluşum sürecini nasıl açıklarız?
Osmanlı tarihçilerinden Halil İnalcık, Osmanlılara miras kalan devlet kavramının oluşum sürecini şöyle özetlemiştir: Bu dönemde yöneticiler, Anadolu’daki Selçuklu merkezleriyle İran ve Mısır’dan gelerek, eski Orta Doğu devlet ve yönetim
kavramlarını bu yeni ve hızla büyüyen devlete sıkıca yerleştiriyordu. Hint-İran kaynaklı bu devlet ve idare kavram, İslâm öncesi dönemde gelişmiş, İranlı ve Hristiyan kâtiplerin istihdamı yoluyla da Abbasî Halifeliği’ne geçmişti. 11. ve
13. yüzyıllar arasında Orta Asya Türk-Moğol gelenekleriyle değişmiş hâliyle de Osmanlılara geçmiştir. Bu cümle esasında Osmanlı tarihi boyunca değişen devletin yönetim yapısının kaynaklarına da atıfta bulunmaktadır.
*** Osmanlı devleti anlayışında toplum hangi sınıflara ayrılmıştır?
Bütün İslam hükümdarları gibi Osmalılar da tebaası olan halkı reâyâ olarak sayar. Reâyâ tanrının hükümdara emanetidir ve onun görevi bunları korumaktır. Bu anlayış sonucu Osmanlı hükümdarları toplumu iki sınıfa ayırmıştır.
İlki Reâyâ yani vergi veren, tarım ve ticaretle uğraşanlardı. İkincisi ise askeri/yönetici sınıftı. Bunlar dinlerine ve etnik kökenlerine bakılmaksızın bu sınıflamaya tabi tutulur, özellikle Reâyâ’dan çıkmak için özel izinler gerekirdi.
*** Osmanlı hükümdarlarının kul sistemini benimsemelerinin sebebi nedir?
Osmanlı hükümdarları, kuruluş yıllarından beri ordunun esas gövdesini oluşturan göçebe Türk aşiretleri ve Türk askerî aristokrasisinin idaresi altındaydı. Aynı zamanda devletin ihtiyaçlarına cevap vermeyen bu yapının artık düzenli bir orduya dönüşmesi gerekiyordu.
Özellikle I. Murad zamanında devlete sadık köleler ordusu kurularak, Türk askerî aristokrasisinin etkisi azaltılmaya başlandı. Böylelikle Osmanlı sultanı, göçebe Türkmenleri akıncı kuvvetler olarak sınırlarda kullanıyor ve merkezden uzak tutuyor, diğer yandan da sadece kendisine sadık devşirmelerden oluşan bir orduyla merkezdeki diğer güç odaklarını kontrol altında tutuyordu.
*** Divân-ı Hümâyûn’un başlıca yetki ve görevleri nelerdir?
Divân-ı Hümâyûn, devlete ait siyasi, idari, mali ve hatta askerî işlerin görüşüldüğü, incelendiği ve nihai bir karara bağlandığı en yüksek merciidir. Aynı zamanda adli ve idari anlamda yüksek bir mahkeme konumundadır.
Divânı-ı Hümayun hangi görevlilerden oluşur, ne zaman toplanır ve hangi konuları görüşürdü?
Divân, her gün sabah namazından sonra padişahın huzurunda toplanarak, devlete ve halka ait askerî, mali, hukuki ve örfi işler hakkında karar verirdi. Divân’da padişah, veziriazam ve diğer vezirlerden başka kazasker, defterdar ve nişancı bulunmaktaydı. Askerî ve örfi işleri veziriazamlar, şeri ve hukuki işleri kazasker, mali işleri de defterdar yürütürdü.
Nişancı ise arazi işleri, has-zeamet-tımar tevcihlerini deftere kaydetmekle yükümlü idi. Yazılan fermanların ve beratların üzerindeki tuğralar da nişancının kaleminden çıkmaktaydı. Hükümdar nerede ise Divân orada kurulurdu.
Divân-ı Humâyûn taşra idaresi için hangi memurları görevlendirir ve bunların görevleri nelerdir?
Osmanlı Devleti’nde başta merkez teşkilatı olmak üzere, taşra teşkilatı Divân-ı Hümâyûna bağlı iki birimden oluşmaktadır ki bunlar da eyalet ve kaza teşkilatlarıdır.Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinden itibaren taşra idaresinde her idari birime Divân-ı Hümâyûn’dan iki amir tayin edilmiştir. Bunlardan ilki sultanın yürütme yetkisini elinde bulunduran ve askerî sınıftan olan “bey” ile diğeri sultanın hukuki yetkilerini kullanarak temsil eden ve ilmiye sınıfı
mensubu olan “kadı” idi. Bey, kadının hükmü olmadan ceza veremezken, kadı da beyin izni olmadan bulunduğu kazada kendiliğinden bir yaptırım faaliyetinde bulunamazdı.
Ünite 4:
*** Osmanlı Klasik Dönemi’nde Yönetim Yapısı
Anahtar Kavramlar
SARAY : Padişahın hem özel hayatının geçtiği hem de devletin yönetildiği yerdi. Saray, Enderun ve Birun olmak üzere iki bölümden oluşuyordu. Bu iki bölüm babü’s-saade (Orta kapı) denilen kapıyla birbirine bağlanmıştı.
Enderun : Padişahın özel hayatının geçtiği sarayın iç bölümüdür. Burada padişahın hizmetine bakan güvenilir kimselerin bulunduğu hizmet ve eğitim odaları ve harem bulunuyordu.
Birun: Sarayın dış bölümüydü. Birun’da geniş bir yönetici kadro yer alırdı.
Amaçlarımız
1. Seyfiye Sınıfı (Ehl-i Örf): Osmanlı Devleti’nde padişah örfünü uygulayan sınıftır. Yönetim ve askerlik görevini yerine getirir. Ehli örf, ehli seyf ve ümera gibi
İsimler verilen bu sınıfın Divan-ı Hümayundaki temsilcileri vezir-i azam ve vezirlerdi. Divan dışında beylerbeyleri, sancak beyleri, kapıkulu askerleri, tımarlı sipahiler bu grubun içindedir.
2. İlmiye Sınıfı (Ehlî-i Şer’): Medreselerde iyi eğitim görmüş, devletin adalet, eğitim ve yargı görevlerini üstlenen gruptu. Şeyhülislam, kazasker ve müderrisler gibi ilmi görevliler bu grubun içindedir. Ulema da denilen bu grubun üç önemli görevi vardı:
A Tedris Görevi: Eğitim-öğretim görevidir. Bu görevi müderris, muallim gibi kişiler yürütürdü.
B Kaza Görevi: Yargı görevidir. Bu görev kadılar tarafından yürütülürdü. Kadılar İslam hukukuna göre davalara bakar ve karar verirlerdi.
C İfta Görevi: Fetva görevidir. Yapılanların şeriata uygun olup olmadığı konusunda fikir beyan etme görevidir.
Fetva verme yetkisine sahip olanlara müfti denilirdi.
Müftilerin en üst rütbelisi şeyhülislam ve kazaskerlerdi.
3. Kalemiye Sınıfı (Ehl-i Kalem): Nişancı, reisülküttab,
Ve defterdar gibi büro işlerini gören aklam ve muamelat görevlileri. Günümüzde bürokrasi diye adlandırılan
bu sınıfın en üst rütbelileri nişancı ve defterdarlardır.
a- Vezir-i azam
b- Kubbealtı vezirleri
c- Kadı askerler
d- Nişancı eDefterdarlar fRumeli beylerbeyi
1. Belli bir statüye ulaştıkları zaman Divan-ı Hümayun üyesi olan görevliler:
a-Yeniçeri ağası,
b-Kaptan-ı derya
2. Divan-ı Hümayun üyesi olmamakla beraber toplantılara katılabilen kişiler:
3. Beylerbeyi rütbesindeki yöneticiler bmazul beylerbeyleri
4. Divan-ı Hümayun’un yardımcıları:
4.1. Birinci derece yardımcılar
aReisülküttap b-tezkireciler c-çavuşbaşı
4.2. Diğer Yardımcılar:
aBüro işlerinin görülmesinde çalışanlar,(doğrudan doğruya nişancıya hizmet edenler-kâtipler ve reisülküttabın odasında çalışanlar-tercümanlar), saray görevlileri (teşrifatçılar ve vakanüvisler) b-infaz işleri ile görevli olanlar (Divan-ı Hümayun çavuşları ve kapıcılar).
1. Eyalet › Beylerbeyi
2. Sancak › Sancakbeyi
3. Kaza › Kadı
› Subaşı
4 Nahiye (Köy grupları)
a. › Serbest tımar (has-zeamet-vakıf tımarı) › Subaşı
› Naib
b. › Serbest olmayan tımar (sipahi tımarı) › Şubaşı
› Naib
Osmanlı Devleti idealize ettiği merkeziyetçi yapıyı, yatay/mekânsal örgütlenmede taşraya hakim olabilmek için “tımar sistemi“, dikey/sınıfsal örgütlenmede tebaaya/üreticiye hâkim olabilmek için “kul sistemi“ uygulamaları ile kurmaya çalışmış ve bunları klasik dönem boyunca başarıyla uygulamıştı.
*** Klasik dönem Osmanlı idari yapısında ki “kul sistemi“ni açıklayınız.
Kul sistemi, Osmanlı devlet yapısının temel örgütlenme modelidir. Osmanlı merkeziyetçi örgütlenme modelinin temel unsurlarından biri olan bu sistemde, Osmanlı padişahları kendi icra gücünü yalnız kendi kullarına emanet etmeyi bir prensip olarak kabul etmişlerdir. Kul sisteminden gelenlere yalnızca askeri makamlar verilmiş, maliye ve yazı işleri
şefliklerine genellikle ilmiye sınıfından Türk ve Müslüman unsurlar getirilmiştir.
*** Klasik dönem Osmanlı idari yapısındaki “üçlü işlevsel ayrışma“yı açıklayınız.
Klasik dönem Osmanlı bürokrasisinde bürokratların yetki ve sorumluluk alanları örfiyye (ehl-i kılıç=seyfiyye ve ehl-i kalem=kalemiyye) ile şeriyyeden (ilmiyye=ehl-i ilm=ulema) oluşmakta ve bunların görev alanları birbirinden kesin çizgilerle ayrılmaktaydı. Bu bürokratik işleyiş üçlü işlevsel ayrışmaya karşılık gelmektedir. Osmanlı kamu personeli sisteminde ilmiye-seyfiye-kalemiye arasında paylaşılan üçlü işlevsel ayrışma taşra yönetimine de yansıtılmıştır.
Beylerbeyi ve sancakbeylerinden sipahiye değin askeri-idari yetki ve sorumlulukları, adli-idari yetki ve sorumluluğun ‘kadı’ya, mali-idari yetki ve sorumluluğun defterdara bırakılması ve bu işlevlere bir tür idari özerklik verilerek, bir tür “kontroller ve dengeler” sistemi kurulmuştur.
*** Klasik dönem Osmanlı devlet yapısında toprağın örgütlenmesinde “tımar sistemi“ni açıklayınız.
Devlet bazı bölgelerin vergi gelirlerini hizmet veya maaş karşılığı olarak devlet görevlilerine ayırırdı. Devletin tahsis ettiği ve miktarı belirlenmiş olan bu gelir kaynağına dirlik denilirdi. Ekonominin nakdi ölçülerde işlemediği bir dönemde bu sistem sayesinde devlet, ayni olarak toplanan vergilerin, merkezî hazineye aktarılması işleminden kurtulup toplanan vergileri yerinde kullanmış oluyordu.
Dirlik sisteminde toprağın; mülkiyeti devlete, vergisi dirlik sahibine, kullanım hakkı köylüye aittir. Buna göre tımar sisteminde reaya, sipahi ve devlet olmak üzere üç temel taraf bulunmaktadır. Bunların, birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiği, kanunname, adaletname ve zaman zaman ilan edilen fermanlarla belirtilmişti.
*** Klasik dönem Osmanlı devlet yapısının mekân örgütlenmesinde “icrai ve kazai“görev ve sorumluk ayrışmasını açıklayınız.
Osmanlı bürokratik yapısındaki işlevsel ayrışmaya göre bey, sultanın yürütme yetkisini, kadı ise hukuki/yargı yetkisini temsil eder. Bey, kadı hükmü olmadan hiçbir ceza veremez. Kadı, bey erki olmadan kendi kararını yürütemez. Emirleri doğrudan doğruya sultandan alır, sultana doğrudan doğruya dilekçe verir. Osmanlılar, eyalet idaresindeki bu kuvvetler
ayrımını adil bir yönetimin de temeli saydılar. Sultanın kulları, icra yetkisini kullanma, ilmiyye ise bütün hukuki ve mali meselelerin yönetim ve denetimi de dâhil, kanunların uygulaması ile görevlendirildiler. Yönetimin her iki kesimi merkezi hükümete bağlı fakat birbirinden bağımsız idiler
Eski Türklerde Yönetim Yapısı
Anahtar Kavramlar
Göçebe Çobanlık : İlk olarak Neolitik Dönem’de (M.Ö. 8000-5000) hayvanların evcilleştirilmesiyle beraber yerleşik toplumun ortaya çıkışı ile eşzamanlı şekilde beliren üretim ve yaşam biçimi.
Otarşi: Ekonomik olarak kendi kendine yeterli olma hâli.
Asena: Göktürk kurucu hanedanı “Aşena” boyuna mensuptu ve aile mensupları kendilerinin mitolojide anlatılan dişi kurttan yani “Asena”dan geldiklerini iddia ediyordu.
Sasaniler: 224-651 tarihlerinde hüküm sürmüş, İkinci Pers İmparatorluğu da denen İran Devleti.
Maniheizm: Hz. İsa, Zerdüşt ve Buda’nın öğretilerini harmanlayan, MS. III. asırda Pers İran’ında yaşayan Mani’nin geliştirdiği inanç sistemi.
Federasyon: Küçük örgüt veya devletçiklerin bir araya gelmesiyle oluşturulan birlik.
Devlet: İktidar , mevki ve güç anlamlarına gelen Arapça bir kelimedir. Arapçadaki bir diğer eş anlamlısı “Mülk”tür.
Tuğ: Ucuna çeşitli renklere boyanan at kuyruğu, tepesine altın vb. değerli bir elementten sembol (kurt başı, hilal gibi) konulan mızrak.
Türk Kozmogonisi: Evren ve insanın yaratılışı ile devletin kuruluşu arasında sebep sonuç bağlantısı kuran inanış.
Tanrılar arasında hiyerarşi olduğu gibi insanlar arasında da benzer farklılıklar vardır. Ya da kâinatın merkezinde tanrı olduğu gibi dünyanın merkezinde kağan vardır.
Amaçlarımız
İbn-i Haldun’dan beri bilinir ki devletler üzerinde geliştikleri coğrafya ve toplumsal-ekonomik yapıların eseridir. Orta Asya’daki devletler bunun en açık göstergesidir. Kilometrelerce uzayan bozkır ve dağ silsileleri insanları göçebe bir
hayata sürüklemiş bu ise Çin’deki veya Avrupa’dakinden çok farklı yönetim sistemlerinin oluşmasına neden olmuştu.
Bozkır imparatorluklarında kağanından en sade göçerine kadar herkes göçebe-çobanlıkla hayatını idame ettirmekteydi ve siyasi-toplumsal her müessese bu tarza göre kurgulanmıştı.
Orta Asya insanı göçebe çobandı. Bu hayat tarzı, küçük aile tipini zorunlu kılmış ancak korunma veya yağma zamanlarında bir araya gelmeyi zorunlu kılmıştı. Bunun sonucunda boylar ve bodunlar oluşmuş en nihayetinde karizmatik liderler başkanlığında imparatorluklar kurulmuştu. Ancak bu tarihin görebileceği en hareketli devletiydi çünkü başşehrinden en küçük müessesine kadar her birim mevsimine ve hedefine göre sürekli yer değiştirmekteydi.
Uygurlar bir tarafa bırakılacak olursa Hun, Göktürk ve Kutluk Devletleri her bakımdan neredeyse birbirinin aynısı devletlerdi. Devletin kuruluşunda karizmatik bir kişinin “altın dokunuşu” (Mete ve İlteriş gibi), veraset sistemindeki düzensizlikler, komşu ülkelerle girişilen ilişkilerin maddi boyutu neredeyse hep aynı şekilde cereyan etmiş ve yıkılış süreci de buna koşut şekilde gelişmişti. Uygurlar her ne kadar yukarıda belirtilen model üzerinde kurulup gelişmişse de yerleşik hayata geçmekle mevcut sistem bambaşka bir görünüm kazanmıştır. Toplumsal sınıfların oluşumundan bürokrasinin çeşitlenmesine, inanç biçimin dönüşümünden kültürel reflekslere kadar neredeyse Türk’ün hayatı sil baştan değişmiştir.
Devletleri analiz ederken kullanılan araçlardan biri de siyasi otoritenin toplandığı yere bakılmasıdır.
Ülkemiz gibi devletlerde bu merkezi bir şekilde yani üniter şekilde olurken, Almanya gibi bağımsız ünitelerden oluşan devletlere birleşik ya da karma devletler adı verilmektedir. Bu bağlamda Orta Asya’ya bakılacak olursa güçlü bir kağanın varlığı, bizim akıl yürütmemizi şaşırtmamalıdır. Çünkü imparatorluk olarak adlandırdığımız katmanın altında pek çok boy ve
bodun örgütlenmesi bulunmaktadır. Zaten siyasi tarihe bakıldığında örgütlerin hızlı bir çözülme sürecine girmesine, bahsettiğimiz bu son derece karmaşık toplumsal yapı neden olmaktaydı. Merkezi devlet şeklinde görülen bu federatif yapı, hem başlangıcı hem de sonucu içerisinde barındırmaktaydı.
Tüm zamane devletleri gibi Orta Asya imparatorlukları da siyasal söylemlerini, müesseselerinin inançlarına paralel şekilde geliştirmişti. Hiyerarşinin en tepesinde bulunan kağanın mevcudiyeti doğrudan tanrı hediyesi olarak yorumlanmıştı. Benzer şekilde en üst makam sahipleri de meşruiyetlerini bu bağlantıya bahşetmişlerdi. Gök tanrı inancından bildiğimiz gök kültü, manevi dünyayı o kadar doldurmuştur ki devletin her kararı, yaşanan her olay, tüm protokol, unvan isimleri bu çerçevede ele alınıp tanımlanmıştır. Metafizik söylemlerle devlete meşruiyet sağlamak, Fransız Aydınlanması ve ihtilaline kadar devam edecek genel bir uygulama olmuştur.
Orta Asya devletlerini birbirleriyle ve günümüzle kesiştiren ortak ilkeleri bulunuyordu. “Oksızlık” olarak adlandırılan bağımsızlık bunlardan önde geleniydi. Günümüze egemenlik olarak çevireceğimiz prensip, Orta Asya’daki en basit göçebe çoban aileye kadar nüfuz etmiş ve hareket alanının kısıtlandığı anda, esaret altında yaşamaktansa yeni yaşam alanları aramaya koyulmuştu.
Bozkır ülkesi günümüzün yurt kavramı gibi düşünülmüş ve hanedanın değil üzerinde herkesin hakkı olduğu bir toprak parçası gibi düşünülmüştür. Halk, devletin en önemli unsuruydu ve devlet politikalarında sorumlulukların dağıtımında azami ölçüde gözetilmekteydi. O nedenledir ki Cengiz Han’ın istila seferlerinde halkın baştanbaşa yok edilmeye çalışılması Uygur bilgelerince eleştirilmiş ve devletin kendi eliyle yokluğu davet ettiği belirtilmişti. Steplere hâkim bir diğer anlayış töreydi. Törenin ihlalinin ise dünyayı tepetaklak edeceğine inanılıyordu. Bu anlamda kağanlar törenin hem kaynağı hem de en büyük koruyucusu hatta mevcudiyetinin en önemli nedeni olarak görülmekteydi.
Devlet hiyerarşisi gibi ordu ve adalet mekanizması da bu yaşam biçimi ve toplumsal yapı üzerinde örgütlenmişti. Boy ve bodunlardan oluşan ordu barış zamanında çiftçilikle uğraşı savaş zamanlarında beylerinin komutasında seferlere katılırdı. Aynı şekilde töre kağan ve boy beylerinin gözetimindeydi ve ceza işlemleri bizatihi bu kişilerce yerine getirilirdi. Buradan hareketle yöneticilerin adalet sisteminde ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu da belirtilmelidir.
*** Orta Asya’daki göçebe toplumlar; dışa kapalı, kendine yeter bir ekonomik yapıya sahip miydi?
Türklerin ve diğer Orta Asya halklarının temel geçim kaynağı çobanlık olmasına karşın sürdürdükleri göçebe hayatı onları diğer yerleşik toplumlarla sürekli etkileşim içinde bulunmalarına, bu da canlı bir ticari hayatın doğmasına neden oluyordu. Dolayısıyla yaşam alanları, zamanın Avrupasındaki gibi dışarıya kapalı değil, her zaman yer değiştiren ve birbirleriyle etkileşim hâlindeydiler.
*** İlk Türk devletlerinin başarılarını ve ömürlerini belirleyen en önemli unsur neydi?
Bozkır toplumlarına bakıldığında gerek boy, gerek bodun gerekse devlet örgütlenmesinde lider etmeninin önemli bir rol oynadığı görülüyor. Mete gibi İlteriş gibi karizma sahibi kağanlar sayesinde tüm kıtayı etkisi altına alan etkili rejimler kurulurken, aynı başarının varis kağanlar tarafından gösterilmediği zamanlarda, siyasi ve toplumsal örgütlenmenin kısa sürede çözülmeye başladığı görülmekteydi.
*** Bozkır imparatorluklarının federatif şekilde örgütlenmeleri ile toplum yapısı arasında bağ var mıdır?
Devletin şekli ile toplum yapısı arasında doğrudan bağ vardı. Bozkır imparatorluklarının istisnasız hepsi boy ve bodunların bir araya gelmesiyle kurulmuştu. Söz konusu çok başlı yapı, güçlü kağanlar tarafından sert bir şekilde kontrol altına alınmıştı. Bununla beraber bahsedilen çoğulculuğu en güzel gösteren kurum toydu. Kağan yılda üç defa topladığı toyda, her hareketini boy ve bodun yöneticileriyle paylaşır, onların görüşlerinden yararlanırdı. Kısaca devleti oluşturan her unsurun, kararlar üzerinde söz hakkı olduğu vurgulanırdı.
*** Eski Türk ve Feodal Batı Avrupa toplumlarının özellikle hangi kavramlar ekseninde birbirinden ayrıldığı savunulmaktadır?
Farklılık en başta yaşam tarzlarından kaynaklanmaktaydı. Avrupa’da tamamen yerleşik hayata dayalı bir kültür söz konusu iken Orta Asya Türkleri göçebe bir hayat sürdürmekteydiler. Yaşam biçimlerindeki bu farklılık siyasi, toplumsal ve ekonomik anlamda kendisini göstermişti. Avrupa’da üniter birbirinden çok kopuk olsa da daha istikrarlı, uzun
dönemli siyasal kurumlara dönüşmüştü. Diğer yanda tarımsal hayat maddi kültürün, birikimin daha gözle görünür bir hâle dönüşmesine yol açmış ve toplumsal sınıfların çok açık şekilde ortaya çıkmıştı. Bu anlamda alan araştırmacıları, Avrupa’daki köle (serf), aristokrasi ve kentlerdeki orta sınıfın tam karşılıklarını Orta Asya’da en azından Uygurlardan
bulmanın zorluklarına işaret etmektedirler.
*** “Kut, küç ve ülüş”, kağanlığın manevi boyutunu oluşturan esas kavramlardır”, önermesi doğru bir önerme midir?
Kut, küç ve ülüş kağanlık kavramının içini dolduran temel değerlerdi. Kut, kağanlığın en önemli göstergesi ve tanrının hükümdara hediyesi olarak görülmekteydi. Tanrı tarafından “kut”lanan kağana aynı zamanda “küç”, yani güç bağışlanmış ve bu güçle kazandığı başarıları, aldığı ganimetleri halkına “ülüş”türeceği yani paylaştıracağına inanılmaktaydı.
*** Türk kağanları, Sasani veya Bizans hükümdarları gibi yarı-tanrı bir varlık olarak mı görülmekteydi?
Orta Asya Türklerinin hükümdarlarını kendilerinden farklı gördükleri doğru ancak onu metafizik bir varlık olarak kabul ettikleri yanlıştır. O diğer uygarlıklardaki gibi ne tanrının oğlu ne de azizdi. Bunun en açık göstergesi tahta çıkma seramonisinde boğazının sıkılarak kaç yıl hükümdarlık yapacağının sorulmasıdır. Aynı şekilde uğranılan başarısızlıklardan sonra “kut taplamadı” denilerek görevden el çektirilmekteydi.
*** Toy gibi kurumların farklı Türk devletlerinde görülmesi benzer bir devlet şeklinin varlığına işaret eder mi?
Bozkır imparatorlukları Asya Hunlarından Avrupa Hunlarına kadar aynı üretim şekli üzerine kurgulanan devletlerdi. Bu nedenle de ortak bir hedef için bir araya getirdiği toplumsal ünitelere her zaman danışma ihtiyacı hissetmiştir. Bunu sağlayan en önemli aygıt ise toy olmuştur. Toy, Avrupa Hunlarında “logades”, Peçeneklerde“komenton” ve Oğuzlarda
“tirnek” adıyla anılmış ancak hep aynı mantık üzerinden işletilmiştir.
*** Bozkır devletlerinde her yönetici bulunduğu makamı oğluna miras bırakabiliyor muydu?
Orta Asya imparatorluklarında üst düzey makamlar hanedan ailesine ayrılmış ve makam sahiplerinin yetkilerini çocuklarına bırakabilecekleri kabul edilmişti. Ancak orta ve alt düzey makamlarda bu ilke işletilmemiş ve patronaj ilişkileri bir tarafa konulduğunda atamaların bilgi ve beceri esasına istinaden yapılmasına dikkat edilmişti.
*** Eski Türk devletlerinde üst düzey makam isimlerinin belirlenmesinde inanç sisteminin etkisi var mıdır?
Bozkır devletlerinde “gök” kültünün makam isimlerine kadar yansıtılmış olması, manevi ve maddi hayatlarının ne kadar iç içe geçtiğini göstermesi bakımından da anlamlıdır. Hem ana hem ara yönler üst düzey makamlarına denk düşürülmüş ve isimlendirmede dahi (“dört köşe veya boynuz”, “altı köşe veya boynuz” gibi) bunu eksik etmemişlerdi.
Kendilerine göre bir gökyüzü tasarımı vardı ve bunun dünya üzerinde birebir karşılığı olduğuna inanıyorlardı. Hanın tahta çıkmasından, toy açılışlarına kadar tüm protokoller, bu kozmogonik sisteme göre inceltilmiş ve hayata geçirilmişti.
*** Bozkır imparatorluklarında ordunun teşkilatlandırılmasında gözetilmiş midir?
Bozkır imparatorluklarında ordu sadece egemen boy ve budunlardan oluşmaz, aynı zamanda güçle boyun eğdirilmiş boy ve kabilelerin silahlı güçlerinden destek alırdı. Ordunun en küçük çekirdeği, temeli Mete tarafından atılan onlu sisteme dayanmaktaydı. 10, 100 ve 1000 kişilik bölümlere ayrılan ve her birimin başında onbaşı, yüzbaşı gibi unvanlar taşıyan rütbelilerin bulunduğu ordu, aynı mantık içerisinde aile, boy ve budun dilimlerine göre taksim edilmişti.
Ünite 2:
*** İlk Türk-İslam Devletlerinde Yönetim Yapısı
Anahtar Kavramlar
Talas Savaşı: Müttefik Abbasi Karluk ordusunun Çinlileri yendiği ve bunun sonucunda Orta Asya kapılarının İslamiyet’e açıldığı savaş (751).
Samaniler: Kökenleri tartışmalı (İran veya Türk) 874-1005 tarihlerinde hüküm sürmüş, İslamiyet’in Orta Asya’ya yayılmasını sağlamış, kadim İran yönetim geleneklerine sahip çıkmış hanedan.
Harezmşahlılar Devleti: 1077-1231 yıllarında İran ve Batı Türkistan coğrafyasını kontrol altında tutmuş Türk devleti.
Yusuf Has Hâcib (1017-1077): Balasagunlu Yusuf olarak da anılan, Türk dilinin yüz akı, aynı zamanda dönem siyaset anlayışını gözler önüne seren Kutadgu Bilig (kutlu kılan bilgi) isimli eserin yazarı, Karahanlı devlet adamı.
Abbasiler (750-1258): Emevi hâkimiyetine son vererek İslam İmparatorluğunun başına geçen Arap hanedan.
Kınık: Selçuklu devletini kuracak olan ve Oğuzların 24 boy’undan birisi olan boy.
Selçuk Bey’in beş oğlu bulunmaktaydı: Arslan Yabgu, Mikail, Musa Yabgu, Yusuf İnal ve Yunus.
Dandanakan Savaşı (1040): Selçukluların rüştünü ispatladığı, bağlı oldukları Gaznelileri dize getirdikleri, bir anlamda devletlerinin temellerini attıkları savaş.
Moğol İstilaları: Japonya’dan İtalya’ya kadar geniş bir coğrafyayı tüm 13. yüzyıl boyunca etkisi altına alan Moğol saldırılarıdır. Özellikle 1220’lerden itibaren Anadolu’ya yönelik yoğun Türkmen göçünü tetiklemiştir.
Amaçlarımız
Karahan, Gazne ve Selçuklu Devleti’nin kuruluş şekli birçok bakımdan birbirleriyle benzerlikler göstermektedir. Nasıl Gazneliler, Samani Devleti’ni ülkesinden bürokrasisine kadar tüm ögelerini içine alarak kurumlaşmışsa, Selçuklular da Gazne geleneğinin üzerine bir imparatorluk inşa etmişlerdi. Aynı şekilde Karluk ve Yağma gibi boylar devletleşme
sürecinde nasıl kan bağlarından uzaklaşmışsa, Kınık Boyu da aynı süreç içerisinde boy geleneklerinden uzaklaşarak İran devlet geleneklerine uymaya başlamışlardı. Bu sürecin en tipik yansımaları, kültürel başkalaşım ve Türkmenlere (kendi soydaşlarına) yabancılaşmaydı. İslamiyet’in kabulü hem yöneten hem de yönetilen zümre üzerinde derin etkilerde
bulunmuştur. Öncelikle hükümdarın söylemleri, isimleri, unvanları farklılaşmıştı.
Süreklilik olarak lider merkezli otorite kullanımının artarak devam ettiği söylenebilir. Aynı şekilde tahtın hanedanın ortak malı olması ve dolayısıyla veraset savaşları bir diğer sürekliliktir. Hatun, Orta Asya’daki kadar olmasa da güçlü bir figür olmaya devam etmiştir. Devletin tipi federasyondan monarşiye doğru kaymış, yönetimde iş bölümü/uzmanlaşma
eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde artmıştır. Ancak asıl kırılma, toplumsal yapıda yaşanmış, eskinin boy örgütlenmesi yerini tebaa’ya bırakmış bu ise yönetimin yöneticilere ait bir kavram olarak anlaşılmasına yol açmıştır.
İlk Müslüman Türk devletleri kurulurken hanlar/sultanlar karşılarında siyasi olarak zayıflamış, parçalanmış bir İslam dünyası bulmuşlardı. Yine de otoriteleri karşısında tek rakip veya müttefik halifelerdi. Dinsel idarenin en üst kutbu olan halifeler aynı zamanda siyasi rejimlere meşruiyet dağıtıyordu. Gazne ve Selçukluların daha kuruluş aşamasında halifeye sadakatlerini sunmaları ve eylemlerini cihad adı altında gerçekleştirmelerinin altında bu gibi bir meşruiyet sorunu yatmaktaydı. Yine de sadakatin koşulsuz bir baş eğme olmadığı belirtilmelidir. En azından devletin güçlü olduğu zamanlarda halife her zaman siyasetin dışında tutulmuş, kendi rızalarına göre davranmalarına müsaade edilmemişti. Oysa taht çekişmeleri sırasında halifelerin mücadelelere müdahil olduğu ve bu vesileyle daha bağımsız hareket ettikleri görülmüştü.
Kurumlaşmanın en zayıf kaldığı taraflar veraset, taşra ve iskân sistemlerinde görülmüştür. Yani tahtı hanedanın tüm mensuplarına hak olarak gören anlayış hem devlet hem de toplum katmanlarında derin sarsıntılar yaratmaya devam etmiştir. Taşrada her ne kadar Sasani-İslam kaynaklı ikta sistemi daha merkezi bir mantığın devlet adabına ithaline neden olmuşsa da başta melikler olmak üzere hanedan üyelerine bağışlanan topraklar, geniş yetkili valiler ve tabi devletlerin otonom karakteri taşranın kısa sürede merkezden kopmasına sebep olmuştur.
Batıya yönelik Türkmen göçleri Moğol istilası’yla beraber adeta çığa dönüşmüş ancak ne Büyük Selçuklular ne de Anadolu Selçukluları bu çığı engelleyecek çözümler üretebilmiştir. Uygulanan iskân politikasının başarısızlığı en açık şekilde Baba İlyas ayaklanma’sında görülmüştür. Sultanın örfi hukuku kullanması, gulam sisteminin devşirme sistemi
adı altında son derece profesyonel şekilde işletilmesi, Selçuklu ikta sisteminin tımar sistemiyle neredeyse kusursuz bir aşamaya geçirilmesi ve merkez ofislerindeki yazışma adabı, Türkistan’dan beri arkasında durulan ilkelerde kaydedilen gelişme derecesini ortaya koyması bakımından önemlidir. Kitabımızın üçüncü ve dördüncü bölümlerinin okunmasıyla bahsettiğimiz süreklilik ve uzmanlaşma aşamaları daha iyi değerlendirilebilecektir.
*** İslamiyet’in kabulü, Karahanlı devlet teşkilatında ne gibi değişikliklere yol açmıştır?
Karahanlıların İslamiyet’i kabul etmeleriyle en başta sultan isim ve unvanları değişmişti. Müslüman olduktan sonra Muhammed, Yusuf ve Hasan gibi adlar alan Karahanlı hükümdarları, halifelik müessesesiyle iletişime geçmeden dinin koruyucu anlamlarına gelen “şihabü’ddevle”, “zahir’üd-devle” gibi elkabları isimlerinin önüne iliştirmeye başlamışlardı. Türk Han’ı Allah’ın adaletini sağlamak için tahta oturduğunu iddia ederken, Karahanlı ordusu cihad uğruna savaşmaya başlamıştı. Hukuk şeraite göre düzenlenmiş, sorumluluğu kadılara tahvil edilmişti.
*** Kutadgu Bilig’in hükümdarı ile Orta Asya kağanı arasındaki ayrımları belirtiniz?
Kutlu kağan ile Müslüman han arasındaki temel fark verdikleri mesaj ile muhatap oldukları tebaadan kaynaklanıyordu.
Yönetme hakkını Göktengri’den aldığını iddia eden kağan, halifenin gölgesinde kalan ve temel işlevi adalet ve ihsan dağıtmakla sınırlanan handan daha güçlü biri gibi görünmektedir. Oysa bu öngörünün, toplumsal yapıyla beraber düşünüldüğünde yanıltıcı olduğu görülür. Boy ve bodunlardan oluşan Orta Asya toplumu gerektiğinde kurultaylar veya sert başkaldırılarla kağanların kararlarını sorgulayıp, otoritesini sınırlarken, Müslüman han, son derece pasif karakterli bir yönetilenler zümresiyle muhatap olmuş ve öncekiyle kıyaslanmayacak ölçüde yetkilerini artırmıştır. Yukarıda da verdiğimiz Kutadgu Bilig mısrasında belirtildiği gibi, artık kendisi bir “çoban”dır.
*** Orta Asya Türk devletleri ile Karahanlı taşta teşkilatları özellikle hangi açılardan benzeşiyorlardı?
Karahanlı Devleti’ni ve Bozkır devletini birbirine en çok yakınlaştıran özellik, taşra idareleriydi. “Çift başlı idare” olarak tanımlanan yapıya göre Kağan/Han, ülkeyi kendisi ve oğlu arasında taksim ediyor ve tüm üst düzey makamlara hanedan mensuplarını tayin ediyordu. Step imparatorluklarında olduğu gibi Karahanlıların da uzun süre bağımsız iki
devletten oluştuğu düşünülmüştü. Oysa batı kanadı (yabgu/ilig) her zaman doğu kağanı/hanının idaresine tabi olmuş sadece parçalanma evresinde ayrım kesinleşmişti.
*** Abbasi taşra teşkilatı, Gazne Devleti’nin kuruluşunu hangi bakımlardan etkilemiştir?
Abbasilerin taşra idaresini geniş yetkili vali/komutanlara bırakması, uzun dönemde ademi merkezî bir yapının
sağlamlaşmasına ve dağılmasına neden olmuştur. Samaniler Devleti de özde bu vilayetlerden bir tanesiydi. 800’lerin sonundan itibaren daha bağımsız hareket etmeye başlamışlar ve sonunda istiklallerini ilan etmişlerdi. Ancak kendileri de Abbasiler gibi askerlik ve vilayet yöneticiliklerini profesyonel Askerlere/gulamlara bırakmalarıyla aynı süreci bir yüzyıl sonra kendileri tecrübe edeceklerdi.
*** Cihad politikasının, Gazne Devleti’ne sağladığı kazançları sıralayınız.
Sultan Mahmud’un şanını ve devletinin itibarını artıran asıl gelişme 1000 yılında başlattığı ve neredeyse ömrünü vakfedeceği Hint seferleridir. Ordusunun başında yürüttüğü toplam on yedi sefer boyunca, Hindistan’ın dinsel kimliğini geri dönülemeyecek şekilde değiştirirken, ülkenin zenginliklerini hazinesine katarak devletini çağının en müreffeh ülkesi hâline getirmiştir.
*** Selçuklu ve Gazne devletlerinin kuruluş sürecini kesiştiren benzerlikler nelerdir?
Selçuklu Devleti’nin kuruluş şekli birçok bakımdan Gazne Devleti’nin kuruluş modeline benzemektedir. Nasıl Gazneliler, Samani Devleti’ni ülkesinden bürokrasisine kadar tüm ögelerini içine alarak kurumlaşmışsa, Selçuklular da Gazne geleneğinin üzerine bir imparatorluk inşa etmişlerdi. Örneğin, Dandanakan’dan sonra komşu ülkelere gönderilecek zafernâmeyi yazacak kâtip olmadığından Gazneli/İranlı memurlara yazının kaleme aldırılması, Selçuklunun en azından kuruluş aşamasında devlet adabından habersiz olduğunu göstermekteydi. Doğal olarak, savaştan hemen sonra Selçuklu idari ve askerî kadrolarına geçmeye başlayan Gazneli devlet adamları sayesinde gulam (kul) sistemi gerek bürokraside gerek hassa ordusunda en fazla yararlanılan mekanizmalardan birisi hâline gelmiştir.
*** Anadolu’daki nüfus dengelerinin kısa süre içerisinde değişmesinin nedenlerini sıralayınız.
Özellikle Malazgirt sonrasında Anadolu’daki fetih hareketlerini daha sistemli şekilde yürütmeye başlayan Gaziler, kendi adlarıyla kurdukları beyliklerde sahip oldukları topraklarda kalıcı olmak için Anadolu’ya göç eden Türkmenleri iskân etmeye çalışmışlardı. Kurumlaşmanın hızını iskân politikasına istisnasız tüm beyliklerin aynı hassasiyeti göstermesi belirlemiştir. Bir Selçuklu sultanı veya bir Danişmend emiri de tıpkı Bir Sasani şahanşahı veya bir Bizans imparatoru gibi geniş kitleleri iskân ederek üretim sürecine eklemiştir. Prof. Turan’ın verileri çarpıcıdır: “I. Mesud, II. Kılıçaraslan, I. Gıyaseddin Keyhusrev, Danişmendli Yağı-basan ve Artuklu hükümdarları 10.000’den 70.000 kişiye varan
halkları kendi bölgelerine nakl ve iskan etmişlerdir”.
*** Anadolu Selçuklularının uygulamaya geçirdiği yeni toprak sistemi ile merkezileşme politikası arasında nasıl bir bağ olduğunu açıklayınız.
En önemli değişiklik, ikta arazilerinin öncekiyle kıyaslanamayacak şekilde küçültülmesidir. Kuşkusuz merkeziyetçilik politikasında yaşanan dönüşümün en önemli durağı toprak mülkiyet sisteminde gerçekleşmiştir. Anadolu Selçukluları, seleflerinden farklı şekilde, tüm toprakları “mirî” arazi statüsüne soktuklarından yani devletleştirdiklerinden gerek kendi bürokratlarına gerek gaza harekâtına girişen taşra aristokratlarına gerekse Anadolu’ya gelen Türkmenlere yeni hukukun damgasını yemiş toprağın tasarrufunu (zilyed) bırakıyor ancak büyük bir kıskançlıkla çıplak mülkiyetini (rakabesini) kendisine saklıyordu.
*** Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar yönetici hanedanların neredeyse hiç değişmeyen ortak özelliği ne olmuştur?
Bozkır imparatorluklarında gördüğümüz gibi Karahanlılar, Gazneliler ve Büyük Selçukluları da Eski Türk veraset anlayışına göre, devleti hanedanın ortak malı sayıyordu. Bu anlayış sadece şehzadelerin değil, diğer hanedan mensuplarının da ayaklanmasına neden oluyordu.
Devleti idaresinde birleştiren ve rakiplerini ortadan kaldıran güçlü bir hükümdarın akabinde aynı ayarda bir veliahdın bulunmayışı veya ölen hükümdarın kardeşlerinin hakkın kendilerine geçtiğini iddia etmesi taht kavgalarına sebep oluyordu. Büyük evladın tahta varis olduğuna dair bir kanaat vardıysa da en başta sultanlar olmak üzere tüm yöneticiler kendilerine yakın bulduğu kişinin idareye geçmesini istiyorlardı.
*** Selçuklu üst düzey bürokrasisinde özellikle İran-Arap kökenli yöneticilerin çoğunlukta olması nasıl açıklanabilir?
İranlı/Arap bürokratların çoğunlukta olmasının temel nedeni, Türklerin yerleşik kültürle henüz tanışıyor olmaları ve daha önemlisi yeni geldikleri coğrafyada tebaayla aralarında hiçbir bağ bulunmamasıydı. Bu nedenle yıktıkları devletlerin yöneticilerini hemen kadrolarında istihdam ederken, yerel halkın eşrafı (asilleri) tarafından yönlendirilmişler ve hatta bu kişileri vezaret makamına kadar (Kunduri, Nizamülmülk gibi) yükselterek rehberliklerinden istifade etmişlerdi.
Ünite 3:
*** Osmanlı Kuruluş Dönemi’nde Yönetim Yapısı
Anahtar Kavramlar
Kuruluş Tartışmaları: Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi ve yeri ünlü tarihçi Halil İnalcık’ın araştırmaları ile son yıllarda popüler bir tartışma konusu olmuştur. Halil İnalcık, devletin kuruluş tarihinin 1302 yılında ve Yalova yakınlarında
meydana gelen bir savaşla ilgili olduğunu iddia etmektedir. Pek çok tarihçi bu görüşü kabul etmektedir. Bu konudaki tartışmalara dair, Yaşamın İçinden bölümünde bilgi bulabilirsiniz.
İlhanlılar (1256-1335): Cengiz Han’ın torunu Kubilay ve Mengü Hanların kardeşi Hülagû Han tarafından kurulmuştur.
Tebriz başkent olmak üzere bugünkü İran, Azerbaycan, Afganistan, Pakistan ve Anadolu topraklarını içine alan Moğol Devleti’dir. İdari anlamda çevre ülkeleri ama özellikle Osmanlıları etkilemişlerdir. Örneğin mali işlere bakan “defterdar” terimi İlhanlılardan gelmekteydi.
Reâyâ: Vergiye tabi olan askerî seçkinler dışında kalan Müslüman veya gayrimüslim tebaaya Osmanlılarda kullanılan terim.
Kronik: Tarih sırasına göre kayda geçirilen olayları içeren eserlere denir. Osmanlıcası vakayi’nâme’dir.
Divân-ı Hümâyûn: Farsça kökenli bir kelimeydi ve danışma meclisi, günümüz bakanlık ofisi anlamlarına geldiği gibi küçük şiir kitapları da yine bu adla anılmaktaydı.
Çandarlı ailesi erken dönem Osmanlı tarihinde büyük hizmetler veren ve önemli görevler üstlenen bir Türkmen ailesidir.
Âşıkpaşazâde: Osmanlı kronik yazarlarından eseri günümüze ulaşabilen en erken tarihli kroniğin yazarıdır. Eserini XV. yüzyıl başlarında kaleme almıştır.
Alaeddin Paşa: Orhan Gazi’nin kardeşi ilk veziridir.
Mehmed Neşri: En erken Osmanlı kronik yazarlarındandır.
Dursun Fakih: 1300’lü yıllarda Karacahisar’a Osman Gazi tarafından atanmıştır. Ayrıca Dursun Fakih’e ait Osman Gazi’nin askerleri ile ilşkilerini anlatan Gazavatnâme önemli bir eserdir.
Erken dönem Osmanlı kronik yazarlarından Aşıkpaşazâde Orhan Bey’in, Kandırı-İzmit yöresi sancağını Süleyman Paşa’ya, İnönü Sancağı’nı da diğer oğlu Murad Gazi’ye verdiğini belirtmiştir.
Lala Şahin: “Paşa” unvanını alan ilk Rumeli Beylerbeyidir.
Enderun: Sarayın padişaha ait olan kısmıdır ve iç saray anlamında kullanılmıştır. Burada padişahın özel hizmetlerini gören üst düzey Osmanlı erkânının eğitildiği odalar mevcuttur.
Evrenosoğulları: Bu akıncı ailelerinden Evrenosoğulları XIV. yüzyıldan itibaren nesli günümüze kadar ulaşan önemli bir ailedir. Evrenos Bey, Osmanlı’nın Balkan fetihlerinde yer alan uc beylerinin en önemlisi sayılabilir. Yaptığı fetihler kadar kazandığı mülkler ve zenginliğiyle de adı kaynaklara konu olmuştur. “Kılıç hakkı” olarak elde ettiği mülkleri vakfa
dönüştüren Evrenos Bey, sadece fetih yapmakla kalmamış, kurduğu vakıflarla Balkan topraklarının Türkleşme ve Müslümanlaşmasına da katkıda bulunmuştur.
Amaçlarımız
Osmanlı devlet teşkilatı, küçük bir beylikten, büyük bir imparatorluğa geçiş sürecinde ihtiyaca cevap verecek şekilde
sürekli gelişmiş ve değişmiştir. Osmanlı Beyliği, ilk devlet teşkilatını düzenlerken Türkiye Selçukluları ve İlhanlılar gibi Eski Türk devlet geleneğini Anadolu’ya taşıyan devletleri örnek almışlardır.
Osmanlı yönetim yapısını belirleyen en önemli kurumlar kul sistemi ve tımar sistemidir. Kuruluş yıllarıından itibaren aşiret yapısının çözülerek kurumlaşma ihtiyacı ortaya çıktığında kul sistemi ile hem hükümdarın doğrudan kendine
bağlı bir ordu oluşturması hem de düzenli ordu ihtiyacını karşılamasını sağlamıştır. Tımar sistemi ise devletin üretimden alacağı vergiyi asker sağlama karşılığında tevcih ettiği tımarlı sipahiler sayesinde hem asker ihtiyacı karşılanmış hem de toprağın işlenmesi ve üretim bakımından fayda sağlamıştır. Osmanlıların devlet anlayışındaki temel avram “adalet” anlayışıdır. Eski Türk ve İslam geleneklerine göre şekillenmiş bu kavram Osmanlı yönetimini
temel kavramlarından biri olmuştur.
Osmanlı merkezî yönetiminin ana unsuru Divânı Hümâyûn olmuştur. Kuruluş yıllarında daha iptidai bir şekilde varlığı bilinen Divân’ın yapısı devletin ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir. Devlet kararlarının alındığı ve bir nevi bakanlar kurulu gibi çalışan Divân’ın üyeleri her gün sabah namazından sonra padişahın huzurunda toplanarak, devlete ve halka ait askeri, mali, hukuki ve örfi işler hakkında karar verirdi. Divân’da padişah, veziriazam ve diğer vezirlerden başka kazasker, defterdar ve nişancı bulunmaktaydı. Dolayısıyla yürütme organı gibi çalışan Divân-ı Hümâyûn Osmanlı merkez teşkilatının tamamını kapsıyordu. Osmanlı Devleti’nde başta merkez teşkilatı olmak üzere taşra teşkilatı Divân-ı Hümâyûn’a bağlı iki birimden oluşmaktadır ki bunlar da eyalet ve kaza teşkilatlarıdır.
Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinden itibaren taşra idaresinde her idari birime Divân-ı Hümâyûn’dan iki amir tayin edilmiştir. Bunlardan ilki sultanın yürütme yetkisini elinde bulunduran ve askeri sınıftan olan “bey” ile diğeri sultanın hukuki yetkilerini kullanarak temsil eden ve ilmiye sınıfı mensubu olan “kadı” idi. Bey, kadının hükmü olmadan ceza
veremezken, kadı da beyin izni olmadan bulunduğu kazada kendiliğinden bir yaptırım faaliyetinde bulunamazdı.
Kadılar, mutlaka yüksek eğitim almış, medrese tahsilli kişiler arasından seçilirler ve iki sene süre ile görevde kalırlardı.
Osmanlı Devleti’nde taşra, idari bakımdan köy, nahiye, kaza, sancak ve eyaletlere ayrılmıştır ki kendisine bağlı olan köylerin nahiyelerle birleşmesinden kaza; kazaların birleşmesinden sancak; sancakların birleşmesinden de eyaletler meydana gelmiştir. Ancak ilk dönem Osmanlı taşra teşkilatında bu tabirlerin birbirinin yerine kullanıldığı tespit edilmiştir. Osmanlı Devlet teşkilatı içinde askeri teşkilatın önemli bir yeri vardır. Bir nevi asker devleti diyebileceğimiz
Osmanlı Devleti’nin en önemli mevkileri bu sınıfın elinde olmuştur. Ancak kuruluş yıllarında daha bir beylik aşamasında iken düzenli askeri birlikleri yoktu ve daha çok savaş sırasında toplanan bir nevi gönüllü askerlerden
oluşan bir güce sahipti. Osman Gazi’nin şöhreti yayılıp, beyliğin toprakları genişledikçe bu gönüllü savaşçıların sayısı artmaya başlamıştır. Kuruluş döneminde yapılan ilk fetihler ise daha çok beyliğe tabi olan atlı aşiret kuvvetleri sayesinde yapılabilmiştir. Osmanlı askeri teşkilatının oluşmasında Türkiye Selçukluları, İlhanlı ve Memlüklerin etkisi görülmektedir.
*** Osmanlı devlet anlayışının oluşum sürecini nasıl açıklarız?
Osmanlı tarihçilerinden Halil İnalcık, Osmanlılara miras kalan devlet kavramının oluşum sürecini şöyle özetlemiştir: Bu dönemde yöneticiler, Anadolu’daki Selçuklu merkezleriyle İran ve Mısır’dan gelerek, eski Orta Doğu devlet ve yönetim
kavramlarını bu yeni ve hızla büyüyen devlete sıkıca yerleştiriyordu. Hint-İran kaynaklı bu devlet ve idare kavram, İslâm öncesi dönemde gelişmiş, İranlı ve Hristiyan kâtiplerin istihdamı yoluyla da Abbasî Halifeliği’ne geçmişti. 11. ve
13. yüzyıllar arasında Orta Asya Türk-Moğol gelenekleriyle değişmiş hâliyle de Osmanlılara geçmiştir. Bu cümle esasında Osmanlı tarihi boyunca değişen devletin yönetim yapısının kaynaklarına da atıfta bulunmaktadır.
*** Osmanlı devleti anlayışında toplum hangi sınıflara ayrılmıştır?
Bütün İslam hükümdarları gibi Osmalılar da tebaası olan halkı reâyâ olarak sayar. Reâyâ tanrının hükümdara emanetidir ve onun görevi bunları korumaktır. Bu anlayış sonucu Osmanlı hükümdarları toplumu iki sınıfa ayırmıştır.
İlki Reâyâ yani vergi veren, tarım ve ticaretle uğraşanlardı. İkincisi ise askeri/yönetici sınıftı. Bunlar dinlerine ve etnik kökenlerine bakılmaksızın bu sınıflamaya tabi tutulur, özellikle Reâyâ’dan çıkmak için özel izinler gerekirdi.
*** Osmanlı hükümdarlarının kul sistemini benimsemelerinin sebebi nedir?
Osmanlı hükümdarları, kuruluş yıllarından beri ordunun esas gövdesini oluşturan göçebe Türk aşiretleri ve Türk askerî aristokrasisinin idaresi altındaydı. Aynı zamanda devletin ihtiyaçlarına cevap vermeyen bu yapının artık düzenli bir orduya dönüşmesi gerekiyordu.
Özellikle I. Murad zamanında devlete sadık köleler ordusu kurularak, Türk askerî aristokrasisinin etkisi azaltılmaya başlandı. Böylelikle Osmanlı sultanı, göçebe Türkmenleri akıncı kuvvetler olarak sınırlarda kullanıyor ve merkezden uzak tutuyor, diğer yandan da sadece kendisine sadık devşirmelerden oluşan bir orduyla merkezdeki diğer güç odaklarını kontrol altında tutuyordu.
*** Divân-ı Hümâyûn’un başlıca yetki ve görevleri nelerdir?
Divân-ı Hümâyûn, devlete ait siyasi, idari, mali ve hatta askerî işlerin görüşüldüğü, incelendiği ve nihai bir karara bağlandığı en yüksek merciidir. Aynı zamanda adli ve idari anlamda yüksek bir mahkeme konumundadır.
Divânı-ı Hümayun hangi görevlilerden oluşur, ne zaman toplanır ve hangi konuları görüşürdü?
Divân, her gün sabah namazından sonra padişahın huzurunda toplanarak, devlete ve halka ait askerî, mali, hukuki ve örfi işler hakkında karar verirdi. Divân’da padişah, veziriazam ve diğer vezirlerden başka kazasker, defterdar ve nişancı bulunmaktaydı. Askerî ve örfi işleri veziriazamlar, şeri ve hukuki işleri kazasker, mali işleri de defterdar yürütürdü.
Nişancı ise arazi işleri, has-zeamet-tımar tevcihlerini deftere kaydetmekle yükümlü idi. Yazılan fermanların ve beratların üzerindeki tuğralar da nişancının kaleminden çıkmaktaydı. Hükümdar nerede ise Divân orada kurulurdu.
Divân-ı Humâyûn taşra idaresi için hangi memurları görevlendirir ve bunların görevleri nelerdir?
Osmanlı Devleti’nde başta merkez teşkilatı olmak üzere, taşra teşkilatı Divân-ı Hümâyûna bağlı iki birimden oluşmaktadır ki bunlar da eyalet ve kaza teşkilatlarıdır.Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinden itibaren taşra idaresinde her idari birime Divân-ı Hümâyûn’dan iki amir tayin edilmiştir. Bunlardan ilki sultanın yürütme yetkisini elinde bulunduran ve askerî sınıftan olan “bey” ile diğeri sultanın hukuki yetkilerini kullanarak temsil eden ve ilmiye sınıfı
mensubu olan “kadı” idi. Bey, kadının hükmü olmadan ceza veremezken, kadı da beyin izni olmadan bulunduğu kazada kendiliğinden bir yaptırım faaliyetinde bulunamazdı.
Ünite 4:
*** Osmanlı Klasik Dönemi’nde Yönetim Yapısı
Anahtar Kavramlar
SARAY : Padişahın hem özel hayatının geçtiği hem de devletin yönetildiği yerdi. Saray, Enderun ve Birun olmak üzere iki bölümden oluşuyordu. Bu iki bölüm babü’s-saade (Orta kapı) denilen kapıyla birbirine bağlanmıştı.
Enderun : Padişahın özel hayatının geçtiği sarayın iç bölümüdür. Burada padişahın hizmetine bakan güvenilir kimselerin bulunduğu hizmet ve eğitim odaları ve harem bulunuyordu.
Birun: Sarayın dış bölümüydü. Birun’da geniş bir yönetici kadro yer alırdı.
Amaçlarımız
1. Seyfiye Sınıfı (Ehl-i Örf): Osmanlı Devleti’nde padişah örfünü uygulayan sınıftır. Yönetim ve askerlik görevini yerine getirir. Ehli örf, ehli seyf ve ümera gibi
İsimler verilen bu sınıfın Divan-ı Hümayundaki temsilcileri vezir-i azam ve vezirlerdi. Divan dışında beylerbeyleri, sancak beyleri, kapıkulu askerleri, tımarlı sipahiler bu grubun içindedir.
2. İlmiye Sınıfı (Ehlî-i Şer’): Medreselerde iyi eğitim görmüş, devletin adalet, eğitim ve yargı görevlerini üstlenen gruptu. Şeyhülislam, kazasker ve müderrisler gibi ilmi görevliler bu grubun içindedir. Ulema da denilen bu grubun üç önemli görevi vardı:
A Tedris Görevi: Eğitim-öğretim görevidir. Bu görevi müderris, muallim gibi kişiler yürütürdü.
B Kaza Görevi: Yargı görevidir. Bu görev kadılar tarafından yürütülürdü. Kadılar İslam hukukuna göre davalara bakar ve karar verirlerdi.
C İfta Görevi: Fetva görevidir. Yapılanların şeriata uygun olup olmadığı konusunda fikir beyan etme görevidir.
Fetva verme yetkisine sahip olanlara müfti denilirdi.
Müftilerin en üst rütbelisi şeyhülislam ve kazaskerlerdi.
3. Kalemiye Sınıfı (Ehl-i Kalem): Nişancı, reisülküttab,
Ve defterdar gibi büro işlerini gören aklam ve muamelat görevlileri. Günümüzde bürokrasi diye adlandırılan
bu sınıfın en üst rütbelileri nişancı ve defterdarlardır.
a- Vezir-i azam
b- Kubbealtı vezirleri
c- Kadı askerler
d- Nişancı eDefterdarlar fRumeli beylerbeyi
1. Belli bir statüye ulaştıkları zaman Divan-ı Hümayun üyesi olan görevliler:
a-Yeniçeri ağası,
b-Kaptan-ı derya
2. Divan-ı Hümayun üyesi olmamakla beraber toplantılara katılabilen kişiler:
3. Beylerbeyi rütbesindeki yöneticiler bmazul beylerbeyleri
4. Divan-ı Hümayun’un yardımcıları:
4.1. Birinci derece yardımcılar
aReisülküttap b-tezkireciler c-çavuşbaşı
4.2. Diğer Yardımcılar:
aBüro işlerinin görülmesinde çalışanlar,(doğrudan doğruya nişancıya hizmet edenler-kâtipler ve reisülküttabın odasında çalışanlar-tercümanlar), saray görevlileri (teşrifatçılar ve vakanüvisler) b-infaz işleri ile görevli olanlar (Divan-ı Hümayun çavuşları ve kapıcılar).
1. Eyalet › Beylerbeyi
2. Sancak › Sancakbeyi
3. Kaza › Kadı
› Subaşı
4 Nahiye (Köy grupları)
a. › Serbest tımar (has-zeamet-vakıf tımarı) › Subaşı
› Naib
b. › Serbest olmayan tımar (sipahi tımarı) › Şubaşı
› Naib
Osmanlı Devleti idealize ettiği merkeziyetçi yapıyı, yatay/mekânsal örgütlenmede taşraya hakim olabilmek için “tımar sistemi“, dikey/sınıfsal örgütlenmede tebaaya/üreticiye hâkim olabilmek için “kul sistemi“ uygulamaları ile kurmaya çalışmış ve bunları klasik dönem boyunca başarıyla uygulamıştı.
*** Klasik dönem Osmanlı idari yapısında ki “kul sistemi“ni açıklayınız.
Kul sistemi, Osmanlı devlet yapısının temel örgütlenme modelidir. Osmanlı merkeziyetçi örgütlenme modelinin temel unsurlarından biri olan bu sistemde, Osmanlı padişahları kendi icra gücünü yalnız kendi kullarına emanet etmeyi bir prensip olarak kabul etmişlerdir. Kul sisteminden gelenlere yalnızca askeri makamlar verilmiş, maliye ve yazı işleri
şefliklerine genellikle ilmiye sınıfından Türk ve Müslüman unsurlar getirilmiştir.
*** Klasik dönem Osmanlı idari yapısındaki “üçlü işlevsel ayrışma“yı açıklayınız.
Klasik dönem Osmanlı bürokrasisinde bürokratların yetki ve sorumluluk alanları örfiyye (ehl-i kılıç=seyfiyye ve ehl-i kalem=kalemiyye) ile şeriyyeden (ilmiyye=ehl-i ilm=ulema) oluşmakta ve bunların görev alanları birbirinden kesin çizgilerle ayrılmaktaydı. Bu bürokratik işleyiş üçlü işlevsel ayrışmaya karşılık gelmektedir. Osmanlı kamu personeli sisteminde ilmiye-seyfiye-kalemiye arasında paylaşılan üçlü işlevsel ayrışma taşra yönetimine de yansıtılmıştır.
Beylerbeyi ve sancakbeylerinden sipahiye değin askeri-idari yetki ve sorumlulukları, adli-idari yetki ve sorumluluğun ‘kadı’ya, mali-idari yetki ve sorumluluğun defterdara bırakılması ve bu işlevlere bir tür idari özerklik verilerek, bir tür “kontroller ve dengeler” sistemi kurulmuştur.
*** Klasik dönem Osmanlı devlet yapısında toprağın örgütlenmesinde “tımar sistemi“ni açıklayınız.
Devlet bazı bölgelerin vergi gelirlerini hizmet veya maaş karşılığı olarak devlet görevlilerine ayırırdı. Devletin tahsis ettiği ve miktarı belirlenmiş olan bu gelir kaynağına dirlik denilirdi. Ekonominin nakdi ölçülerde işlemediği bir dönemde bu sistem sayesinde devlet, ayni olarak toplanan vergilerin, merkezî hazineye aktarılması işleminden kurtulup toplanan vergileri yerinde kullanmış oluyordu.
Dirlik sisteminde toprağın; mülkiyeti devlete, vergisi dirlik sahibine, kullanım hakkı köylüye aittir. Buna göre tımar sisteminde reaya, sipahi ve devlet olmak üzere üç temel taraf bulunmaktadır. Bunların, birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiği, kanunname, adaletname ve zaman zaman ilan edilen fermanlarla belirtilmişti.
*** Klasik dönem Osmanlı devlet yapısının mekân örgütlenmesinde “icrai ve kazai“görev ve sorumluk ayrışmasını açıklayınız.
Osmanlı bürokratik yapısındaki işlevsel ayrışmaya göre bey, sultanın yürütme yetkisini, kadı ise hukuki/yargı yetkisini temsil eder. Bey, kadı hükmü olmadan hiçbir ceza veremez. Kadı, bey erki olmadan kendi kararını yürütemez. Emirleri doğrudan doğruya sultandan alır, sultana doğrudan doğruya dilekçe verir. Osmanlılar, eyalet idaresindeki bu kuvvetler
ayrımını adil bir yönetimin de temeli saydılar. Sultanın kulları, icra yetkisini kullanma, ilmiyye ise bütün hukuki ve mali meselelerin yönetim ve denetimi de dâhil, kanunların uygulaması ile görevlendirildiler. Yönetimin her iki kesimi merkezi hükümete bağlı fakat birbirinden bağımsız idiler