Aöf Dersleri Özetleri - Çıkmış Sorular - Sınav Soruları

AÖF Ders Özetleri Uygulamasına Hoş Geldiniz,Uygulamadan tam anlamıyla faydalanmak için üye olunuz.

Vize+Final Osmanlı Devleti Yenileşme Hareketleri (1703-1876)


admin

Administrator
Yönetici
Admin
#1
Osmanlı’da Yenileşme Hareketleri 1703-1876

1.Ünite

Reformların Zemini: 18. Yüzyıl

GİRİŞ: İKİ İSYAN ARASINDA 18. YÜZYIL (1703-1807)

Osmanlı imparatorluğu, 18. yüzyılın başında tarihe “Birinci Edirne Vakası” diye geçen 1703 isyanı ile sarsıldı. Dönemin padişahı II. Mustafa (1695- 1703) bu isyan neticesinde tahtını kardeşi III. Ahmed‟e bıraktığı gibi, dönemin muktedir şeyhülislamı Feyzullah Efendi de linç edildi. III. Selim‟in dışındaki 18. yüzyılın padişahlarının tamamı bu iki padişahın oğullarıdır. Diğer bir ifadeyle, Osmanlı‟da yenileşme yahut reform denilince, doğrudan Batı‟daki kurumlarla tekniğin ithali anlaşıldığı için Osmanlı‟nın iç dönüşümünün analizi ihmal edildi Toparlayalım: 18. yüzyılda gerçekleşen reformlar, Avrupa ile olan etkileşim sonucunda ortaya çıkan bir bilinç olarak algılanamaz. 18. yüzyıl padişahları, gerileme dönemi padişahları olarak tanımlanmamalıdır. Osmanlı iktisat tarihçisi Mehmet Genç‟in bulguları Osmanlı sanayiinin bu dönemde zirvede olduğunu ortaya koyar ki, bu tespit bile döneme çoklu bir bakışın zorunlu olduğunu göstermektedir.


İKİ İSYAN ARASINDA: III. AHMED DÖNEMİ (1703-1730)


Nevşehirli Damad ibrahim Paşa’nın Sadareti (1718-1730) Bu dönem, Osmanlı‟da yenileşme hareketlerinin başlangıcı, “Türkiye”de batılılaşmanın ilk safhası ve “Türkiye”de sekülarizmin ortaya çıkışı şeklinde izah edilir. Bu yorumlarda, 1720-1721‟de Paris‟e elçi sıfatıyla gönderilen Yirmisekiz Mehmed Çelebi ‟nin misyonunun ele alınış biçimi önemli paya sahiptir.
ibrahim Müteferrika ve Matbaa
1727 yılında, Macar mühtedisi ibrahim Müteferrika tarafından Mismari şücâ Mahallesi‟ndeki evinde kurulan Darü’t-Tıbâati’l-Âmire adlı matbaa da yine Yirmisekiz Mehmed Çelebi‟nin Paris sefaretiyle ilişkilendirilir. Müteferrika, 1493‟ten, II. Bayezid devrinden (1481-1512) beri imparatorlukta zaten var olan matbaacılık alt yapısına Türkçe harşi ilk matbaayı kazandırmıştır. Ayrıca, Batı‟da Türkçe harfli eserlerin önceden beri basıldığını da ifade etmek gerekir.
Tercüme Faaliyetleri
Bunlardan birincisi 1717‟de istanbul‟a gelen Rockfort isimli bir Fransız mühendis subayın Üsküdar‟da yeni bir ocak kurmak üzere yaptığı girişim ve diğeri de Humbaracı Ahmed Paşa‟nın Humbaracı Ocağı‟nın düzenlenmesi için iltica talebinde bulunuşudur. Rockfort‟un ıslahat raporunda askeri nizama yönelik değişim önerileri, Nizam-ı Cedid olarak isimlendirilmişti.
Dünyevilik, imar ve isyan
ibrahim Paşa‟nın sadareti, literatürde, istanbul‟un imar edildiği bir dönem olarak yansıtılır. Oysa, 18. yüzyıl Osmanlı padişahları arasında istanbul‟un imarı için çalışmayan yok gibidir. Nitekim, I.Mahmud, bu yöndeki çabaları dolayısıyla “muammir-i bilâd” unvanını almıştı. 28 Eylül 1730‟da III. Ahmed‟in tahttan indirilmesine ve ibrahim Paşa‟nın iki damadıyla beraber hunharca
öldürülmesine neden olan isyan patlak verdi. Patrona Halil‟in liderliğinde değil, Kaymak Mustafa Paşa gibi hükümet içinden ve ispirizade Ahmed Efendi ile Zülâli Hasan Efendi gibi ulemadan kimselerin organizasyonu ile ve yeniçerilerin şili katılımıyla gerçekleşmiş ve ibrahim Paşa‟nın uzun yıllar devletin ana mekanizmalarında tuttuğu gücün değişmez sahipleri devrilmiştir.
I. MAHMUD’DAN I. ABDÜLHAMİD’E ARADA KALMIŞ 59 YIL (1730-1789)
ibrahim Müteferrika, I. Mahmud devrinde kaleme aldığı ve askeri ıslahatlar hakkındaki önerilerini sunduğu Usûlü’l-Hikem fî Nizâmi’l-Ümem isimli eserinde yenilikler için “Nizam-ı Cedid” adını kullandığı gibi, I. Abdülhamid döneminde gerçekleşen bir dizi yenilik de yine aynıisimle anılır.
1.Mahmud (1730-1754)
Humbaracı Ahmed Paşa, dönemin sadrazamı Hekimoğlu Ali Paşa‟nın himayesinde bir ulûfeli (maaşlı) Humbaracı Ocağı kurmuş; ayrıca, Hendesehâne (Hendese Odası, Humbarahâne) isimli bir kışla ile bir okul açmıştı. Onun reform öngörülerini Avusturya ve Prusya’nın Kuvvâi1. Askerîyyesi Hakkında Rapor ‟unda görmek mümkündür. Literatürde Yalova‟da bir kâğıt imalathanesinin açılması, III. Ahmed devrine ait bir gelişme olarak sunulursa da, bu doğru değildir; imalathane, I. Mahmud döneminde Lehistan‟dan ustalar getirtilerek ibrahim Müteferrika‟nın idaresinde hayatageçirilir.


3. Osman (1754-1757) 4. Mustafa (1757-1774)
III. Mustafa döneminde teknik yenilikler bakımdan öne çıkan isim Baronde Tott idi. istanbul ve Çanakkale Boğazlarındaki kale ve savunma sistemlerinin güçlendirilmesi, Topçu Ocağı‟yla Tophane‟nin düzenlenmesi, Hasköy‟de bir top dökümhanesinin yapılarak yeni topların dökülüp top arabalarının ıslah edilmesi, Baron de Tott öncülüğünde yapılan askeri yenilikler cümlesindendi. 1772 Ekiminde Topçu Okulu‟nun açılıp bir yıl faaliyette bulunduğu, 1774 Ocağı‟nda ise Sürat Topçuları (Süratçiyan) Ocağı‟nın kurulduğu ve Baltacılar Ocağı‟nın kaldırıldığı biliniyor. Bütün bu askeri dönüşüm çabalarının, 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı bağlamında değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Sakarya nehrini Sapanca gölü üzerinden iznik körfezine bağlamak gibi bir proje üzerinde durduğu ve Süveyş kanalının açılmasını amaçladığı biliniyor. Dönemin en önemli devlet adamlarından birisi, Avrupa siyasetini yakından takip eden ve 1757-1763 yılları arasında sadrazamlık yapan Koca Ragıp Paşa‟dır. III. Mustafa döneminde Paris, Viyana, Berlin, Varşova ve Rusya‟ya elçiler gönderilmişti.
1.Abdülhamid (1774-1789)
Bu dönemin önemli gelişmelerinden biri de, 1775‟te Mühendishane-i Bahri-i Hümayun‟un (1781‟den itibaren Mühendishane-i Tersane-i Amire) kurulmasıdır. Uzun süredir atıl durumda olan Müteferrika matbaası, 12 Mart 1784‟te Halil Hamid Paşa‟nın sadareti esnasında Beylikçi Mehmet Raşid ile Vakanüvis Ahmed Vâsı f‟ın öncülüğünde yeniden açıldı.


3. SELİM (1789-1807) VE NİZAM-I CEDİD
Nizam-ı Cedid, dar anlamda bu dönemde yapılan askeri reformların; geniş anlamda ise, III. Selim devrinde yapılan bütün yeniliklerin ortak adıydı. Sunulan lâyihaları değerlendirmek üzere kurulan komisyon, 72 maddeden oluşan bir reform programı ortaya koymuştu. Olayın askeri ya da yeniçerileri ilgilendiren kısmı, talim yapılması ve “talimli asker” yetiştirilmesi isteği idi. III.
Selim‟in programı, humbaracı, lağımcı ve topçu ocaklarında, yani askeriyenin tamamında ıslahat yapılmasını öngörüyordu. 1795‟te Hasköy‟de Mühendishane-i Berri-i Hümayun açıldı.Nizam-ı Cedid reformlarını şnanse etmek amacıyla irad-ı Cedid Hazinesi kuruldu ve bazı gelirler yeni hazineye tahsis edildi. Hazine gelirlerinin 100 milyon kuruşa (200.000 kese) ulaşacağı tahmin edilmekteydi. irad-ı Cedid hazinesi, sadece Nizam-ı Cedid‟in şnansmanına indirgenecek bir yapılanma değildi; malikâne ve esham sistemlerinin bertaraf edilebilmesi ve timar sisteminin düzenlenmesi gibi daha geniş ölçekli bir programın parçasıydı. III. Selim‟in Osmanlı‟nın etrafındaki dünya ile münasebeti açısından belki de en önemli girişimi, 1793‟te Londra ve 1797‟de Paris, Viyana ve Berlin‟de daimi ikamet elçiliklerini kurmasıydı. Bu elçiliklerle, Osmanlı yerli unsurlarının Avrupa dilleri ve kültürlerine vakıf olması; hızlı ve güvenilir bilgi akışının sağlanmasıyla da Osmanlı dış siyasetinin etkin bir biçimde yürütülmesi amaçlanmıştı. Döneme ilişkin en önemli gelişmelerden biri de “Avrupa tüccarı” uygulamasıdır. Bu uygulamayla, gayrimüslim Osmanlı tüccarına Avrupalı tüccar gibi ticaret yapma hakkı tanındı. Nevşehirli Damad ibrahim Paşa döneminin popüler yapısı Kâğıthane‟deki Sâdâbâd Köşkü‟nü yeniden canlandırma projesi bu kapsamda değerlendirilebilir.
Selimiye Camii Vakası, II. Edirne Vakası, Vaka-yı Selimiyye (Mayıs 1807 isyanı) yahut Nizam-ı Cedid’e Muhalefet
yeniçerilerin, yeni ordunun kurulduğu duyurulur duyurulmaz buna karşı çıktıkları şeklindeki bakış açısı doğru değildi. Nihayet, sorun reforma ve yenileşmeye muhalefetten ziyade, yeni program açıklanıp uygulandıkça yeniçerilerin aleyhindeki olumsuzlukların artması ve programın onlar için avantajlı herhangi bir yönünün olmamasıydı. Nizam-ı Cedid hareketi ve III. Selim‟in saltanatı, 1805 Selimiye Camii Vakası, 1806 II. Edirne Olayı ve 1807 Kabakçı isyanı diye meşhur olan Vaka-yı Selimiyye gibi birbirini takip eden üç büyük hadisenin ortaya çıkardığı karmaşık bir muhalefet süreci neticesinde sona erdi. Olayların ilki, Üsküdar‟da yeni kışlanın yanında inşa edilen Selimiye Camii‟nin Nisan 1805‟te tamamlanması ve ilk Cuma selamlığı töreni münasebetiyle yapılan hazırlıklara denk geldi. Olayın nedeni, yeni kurulan Tüfekçi Ocağı‟nın Yeniçeri Ocağı‟nın yerini alacağına dair o sırada piyasada dolaşan söylentilerdi. 25 Mayıs 1807‟de çıkan ve Nizam-ı Cedid‟e esas darbeyi indiren isyanda (Vaka-yı Selimiyye), iki önemli organizatör göze çarpar : Sadaret Kaymakamı Köse Musa Paşa ile Şeyhülislam Şerifzade (Topal) Mehmed Ataullah Efendi. Nizam-ı Cedid‟in önderlerinden on birinin idam edildiği isyanda Kabakçı Mustafa isimli Kastamonu kökenli bir yeniçerinin ön plana çıktığı bilinmektedir. Esas ilginç olan, III. Selim‟den sonra tahta geçecek olan IV. Mustafa‟nın (Mayıs 1807-Temmuz1808), Vaka-yı Selimiyye‟de isyancılar lehine üstlendiği belirgin roldü.
III. Selim‟in Temmuz 1808‟de öldürülmesi de IV. Mustafa nın emriyle gerçekleşecektir. Tıpkı 1730‟da olduğu gibi, 1807‟deki bu isyanın da bir iktidar çekişmesi olduğu açıktır; nitekim, yeni padişah adayı isyanın organizasyonunda yer aldı. Netice olarak Nizam-ı Cedid‟in ne olduğu sorusuna, “görünüşte reform, ancak gerçekte devletin yeniden yapılandırılması programı” şeklinde bir cevap verilebilir. Âyanlığın doğuşu, 1683 Viyana bozgunu ve 1723 sonrası Osmanlı-iran savaşları ile, âyanların büyük güce erişmeleri ise 1768 Osmanlı-Rus Savaşı ile ilgili ilgilidir. Âyanların edinmiş oldukları gücün hukuki bir dışavurumu anlamına gelebilecek olan Sened-i ittifak, 1808‟de
Osmanlı tarihinin ayanlıktan gelme yegâne sadrazamı Alemdar Mustafa Paşa ‟nın çabalarıyla ortaya çıktı. Sadece âyanın bir kısmının imzaladığı Sened-i ittifak, hazırlanmasını takip eden ay istanbul‟da çıkan bir yeniçeri isyanı neticesinde Alemdar Mustafa Paşa‟yla birlikte tarihe karıştı.






2. Ünite
Askerî Düzenlemeler
FRANSIZ DEVRİMİ VE ZORUNLU VATANDAŞ ASKERLİĞİNE GEÇİŞ

1789 Fransız Devrimi, Avrupa ve dünya siyasi tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Devrim sonrasında yaşanan krallıktan cumhuriyete ve hanedan devletinden ulus-devlet temelli cumhuriyete geçiş süreci, daha sonra diğer ülkeler tarafından da model alınmıştır. Devrimden iki sene sonra Bourbon Hanedanı‟na ait krallığın kaldırılıp Fransa Cumhuriyeti‟nin ilân edilmesi, Avrupa‟daki diğer krallıklarla Fransa arasında savaşlara sebep oldu. Fransa‟daki yeni rejimin Avrupa‟daki jeo-politik dengeleri sarsmasından korkan pek çok devletle karşı karşıya gelen Cumhuriyet idaresi zor durumda kaldı. Böylece bir yandan her yurttaşın “vatan savunması”na katılması gerektiği şkri işlenirken, bir yandan da orduya katılanlara ücret vaad edilerek fakir köylü ve esnaf kökenli gönüllüler askere alınmaya çalışıldı. Ancak devam eden savaşlar asker ihtiyacını arttırınca Mart 1793‟te askerlik zorunlu hale getirildi. Dünya askerî tarihinde her erkek yurttaşın askerlik hizmetiyle mükellef tutulmasına dayanan zorunlu askerlik ilk kez Fransa’da 1793’te ortaya çıktı ve 19. yüzyılda başta Avrupa olmak pek çok ülkede uygulanır oldu. imparatorluk ve krallıkların ulus-devlet esaslı cumhuriyetlere dönüşmesinin en önemli sebeplerinden biri, zorunlu askerlikle birlikte siyaset diline giren eşitlik, millet ve vatan kavramlarıydı.

III. Selim tahttan indirildiği gibi, Nizam-ı Cedid projesi de sona erdi; böylece, Fransız modelinde düzenli ve talimli yeni bir ordu kurma planı, II. Mahmud‟un Yeniçeri Ocağı‟nı ortadan kaldırmasıyla başlayan askerî reformlara kadar ertelenmiş oldu.
YUNAN İSYANI VE YENİÇERİ OCAĞI’ NIN KALDIRILIŞI
Sultan III. Selim‟in kanlı bir ayaklanmayla tahttan indirilmesinden sonra yerine geçen IV. Mustafa‟nın kısa süren saltanatı, III. Selim‟i tekrar tahta çıkarmak üzere Rumeli‟den birlikleriyle istanbul‟a gelen Alemdar Mustafa Paşa‟nın müdahelesiyle sona erdi. III. Selim‟in katledilmesini engelleyemeyen Alemdar, II. Mahmud‟u tahta çıkardı. Yeni padişah ilk yıllarını istanbul ve taşradaki politik dengeleri gözetmekle geçirdi. Ülkesi üzerindeki hükmü zayışamış padişahın karşısında istanbul‟da Yeniçeri Ocağı ile ulema; Rumeli, Anadolu, Mısır ve Irak‟ta ise âyân ya da derebeyi olarak anılan mahalli güçler vardı. Bütün politik rakiplerini aynı anda karşısına almaktan kaçınan II. Mahmud, 1810‟lu yılların ortalarından itibaren âyanları tek tek tasşyeye yöneldi. 1821 yılı sonlarında görevden alınan ve bu kararı kabul etmeyerek isyan eden Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa‟nın kuvvetleri istanbul‟dan gönderilen Osmanlı ordusu tarafından dağıtıldı. Teslim olan Tepedelenli ileride yeni bir muhalif hareket başlatmasından korkularak idam edildi. Yunanlı çetelere karşı 23 Nisan 1826‟da Missolonghi‟de nihai bir galibiyet elde eden Osmanlı kuvvetlerinin başarısındaki asıl unsur yeniçeriler değil, II. Mahmud‟un siyasi merkeziyetçilik politikasına karşı gücünü korumayı sürdüren Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa‟nın ordusuydu. Uzun süre bastırılamayan Yunan isyanı‟nın Avrupalı güçlerin taraf olmasıyla diplomatik bir krize dönüşmesi, II. Mahmud‟un bir süredir hazırlığını yaptığı Yeniçeri Ocağı‟na hakim olma planını açığa çıkardı. Padişah, rical, ulema ve ocak komutanlarının yaptıkları gizli toplantılar neticesinde, Yeniçeri Ocağı içinde Eşkinci adı verilen talimli tüfekçi birliklerin kurulması kararlaştırıldı. Yeni birliklerin eğitime başlamasından üç hafta sonra beklenen oldu. Gidişatın kendi lehlerine olmadığını düşünen yeniçeriler 14 Haziran 1826 akşamı son kez ayaklandılar. O sırada şehir merkezinde olmayan II. Mahmud ve çevresi bu kez hazırlıklıydı. Ertesi gün yapılan acil toplantıdan ayaklanmanın bastırılarak ocağın kaldırılması kararı çıktı. Saray halkının yanısıra Tophane, Humbarahane ve Tersane gibi teknik sınışar padişaha sadık kaldıkları gibi, ulema da, III. Selim‟in tahttan indirilmesi ve Alemdar Mustafa Paşa‟nın katline yol açan iki isyandan farklı olarak padişahın yanında yer aldı. Topkapı Sarayı ve Sultanahmed Camii‟nden çıkarak birkaç koldan Süleymaniye‟deki Yeniçeri Kışlası‟na giden padişah yanlısı asker ve siviller, kısa süre içerisinde ayaklanmayı bastırdı. Yeniçeri Kışlası topa tutularak yüzlerce ocaklı öldürüldü. Canlı yakalananların bir kısmına idam veya hapis; bir kısmına ise memleketlerine ya da Tuna boyundaki kalelere sürgün cezaları verildi. Yeniçeri birlikleri olan ortaların mallarına el konuldu. 17 Haziran 1826‟da Yeniçeri Ocağı‟nın resmen kaldı- rıldığına dair ferman ve mahkeme ilâmı yayınlandı.
Oldukça hızlı gelişen ve devrin resmi tarih yazıcıları tarafından Vak’a-ı Hayriyye, yani “Hayırlı Olay” olarak nitelendirilen bu tasşye harekâtı yeniçerilerle sınırlı kalmadı. Son darbe ocakla ve onun sosyal tabanıyla irtibatı olduğu ve muhalif şkirlerin gelişmesine zemin hazırladığı düşünülen Bektaşi tarikatına vuruldu ve dinin gereklerini yerine getirmemek suçlamasıyla karşı karşıya kalan Bektaşi dervişlerinin bir kısmı idam, hapis veya sürgünle cezalandırıldı; tarikata ait tekkeler kapatı-lıp taşınır ve taşınmaz mallarına devlet adına el konuldu.
Yeniçeri Ocağı’nın 14 Haziran 1826’da başlayan ayaklanma sonrasında 15 Haziran 1826’da istanbul’da yaşanan silâhlı çatışmalarla ortadan kaldırılması sadece bir askerî teşkilat değişikliği değildir. Ocağa karşı başlatılan tasfiye operasyonu sonrasında II. Mahmud ve danışmanlarının tehlikeli gördüğü pek çok sivil ve sosyal grup da çeşitli baskılara maruz kalmıştır.
II. MAHMUD DÖNEMİNDE DÜZENLİ ORDUNUN KURULUŞU

17 Haziran 1826‟da Yeniçeri Ocağı‟nın kaldırıldığı ve yerine Asâkir-i Mansure-iMuhammediyye adlı yeni bir ordunun kurulacağı resmen ilân edildi. Asâkir-i Mansure-i Muhammediyye başlangıçta 12.000 mevcutlu profesyonel bir ordu olarak planlandı. Kısa sürede hazırlanan Asâkir- i Mansure Kanunnamesi ile ordunun hiyerarşisi belirlendi. En üst komutanı serasker olup ilk serasker Ağa Hüseyin Paşa oldu. Mehmed Ali Paşa‟nın Mısır ordusu ile Osmanlı ordusu arasında 1832 yılında yapılan savaştan sonra ise bölük-alay arası taktik birliklerin üstüne liva (tugay) ve fırka birimleri eklendi. Son olarak 1836 yılında ordunun en tepe komuta noktasına müşir (mareşal) rütbesi verilerek hiyerarşik silsile tamamlandı. Osmanlı ordusuna komutan yetiştirecek Mekteb-i Harbiyye, yani Harp Okulu, 1835 yılının ortalarında geçici olarak Râmi Kışlası içindeki odalarda faaliyete geçti. ilk yıllarda ulema ağırlıklı hoca kadrosu olan ve Maçka Kışlası tahsis edilen mektepte 1836 sonlarında eğitime başlandı. Eksikliklerin tamamlanması ise 1837 sonlarını buldu. Ertesi yıl buna ilâveten bir Topçu Mektebi hizmete sokuldu. 1834‟de Heybeliada‟ya taşınan Deniz Mühendishanesi, Mekteb-i Bahriyye (Deniz Harp Okulu)‟ye dönüşerek 1838‟de yeniden eğitime başladı. Henüz zorunlu askerlik uygulamasına geçilmediği için yeni ordunun 12 senelik sözleşmelerle işe alınacak 15-25 yaş arası maaşlı askerlerden oluşması öngörülmüştü. 1826‟dan 1837 şubatına kadar Asâkir-i Mansure‟ye katılan asker sayısı 161.036 idi. Asâkir-i Mansure personeli gönüllülük esasına göre istihdam edildi; ancak, ordunun sayıca küçüklüğü savaş zamanlarında Müslüman halka yönelik seferberlik ilânını zorunlu kıldı. 1828-29 Osmanlı- Rus Harbi bunun ilk örneğiydi. Barış zamanları çift ve çubuklarıyla uğraşıp yılda sadece iki kez birlikte talim yapacak ve az da olsa bir maaş alacak busivil-askerler redif birliklerini oluşturacaktı. Aynı yıl içinde 19‟u Anadolu‟da ve 8‟i Rumeli‟de toplam 37.000 kişilik 27 Redif taburu meydana getirildi. Ancak zorunlu askerliğe direnen Arnavutluk (işkodra, Yanya, Avlonya), Bosna-Hersek, Erzurum, Van, Kars, Diyarbekir, Trabzon, Canik ve Gümüşhane gibi bölgelerde redif birliklerini oluşturabilmek için nüfus sayımları yapılamıyordu. Buna rağ-men, 1838 Martı itibarıyla redif birliklerinin mevcudu 85.000‟i bulmuştu. II. Mahmud dönemi askerî yenileşmelerinin öncekilerden farkı, üniformadan askeri müziğe kadar ordunun görünür sembollerinde Avrupa‟yı örnek alması ve daha fazla yabancı uzmanı orduda istihdam etmesiydi.
15. yüzyıldan günümüze dünya askerî tarihine bakıldığında bazen yüz bazen iki yüzyıllık dönemlerde bir ordunun diğerlerine model olacak şekilde ön plana çıktığı görülür. Girdiği muharebeleri kazanan ve teşkilat, teçhizat, taktik ve stratejik etkinliğini ortaya koyan orduya “dönemin paradigma ordusu” denir. insanların birinci önceliği hayatta kalmak olduğundan, ülkeler ve devletler arasındaki alışverişin en hızlı ve yoğun yaşandığı alan askeriyedir.
Günümüz orduları için de geçerliliğini koruyan ve çok sayıda piyade askerine tüfek ve top gibi ateşli silâhları aynı anda ve birlikte kullanma becerisini edindiren yanaşık düzen eğitimi, ilk kez 16. yüzyılın sonlarında Hollanda ordusunda uygulanmış; katı disipline dayalı olan bu sistem sırasıyla isveç, Fransa ve Almanya ordularında uygulanıp geliştirilmişti. III. Selim, 1792‟de kurduğu Nizam-ı Cedid birlikleri için bu yüzden Fransa‟dan subaylar getirtmişti. Napolyon‟un Mısır‟ı işgaline kadar asker eğitiminden silâh imaline kadar her konuda orduda danışmanlık yapan bu subaylar, işgal başlayınca ülkelerine geri gönderilerek yerlerine ingiliz, isveçli ve Alman uzmanlar getirtildi. Piyade taliminde Fransız çavuş Gaillard, nâm-ı diğer Hurşid Ağa‟nın yöntemi benimsenirken, süvari talim sistemi de kısa bir süre sonra bir italyan subay tarafından değiştirildi. Asâkir-i Mansure‟nin ilk kadrolu Hristiyan ve Avrupalı talimcisi italyan süvari subayı Giovanni Timoteo Calasso oldu. Prusya, ingiltere, Fransa, Avusturya ve hatta Rusya‟dan yollanan piyade, süvari, topçu ve istihkâm subay ve mühendisleri, bazen maaşları da kendi devletlerince ödenerek Osmanlı hizmetine girdiler.
2. Ünite tekrar
TANZİMAT DÖNEMİNDE DÜZENLİ ORDU VE ZORUNLU ASKERLİK FRANSIZ DEVRİMİ VE ZORUNLU VATANDAŞ ASKERLİ⁄İNE GEÇİŞ

1789 Fransız Devrimi, Avrupa ve dünya siyasi tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Devrim sonrasında yaşanan krallıktan cumhuriyete ve hanedan devletinden ulus-devlet temelli cumhuriyete geçiş süreci, daha sonra diğer ülkeler tarafından da model alınmıştır. Devrimden iki sene sonra Bourbon Hanedanı‟na ait krallığın kaldırılıp Fransa Cumhuriyeti‟nin ilân edilmesi, Avrupa‟daki diğer krallıklarla Fransa arasında savaşlara sebep oldu. Fransa‟daki yeni rejimin Avrupa‟daki jeo-politik dengeleri sarsmasından korkan pek çok devletle karşı karşıya gelen Cumhuriyet idaresi zor durumda kaldı. Böylece bir yandan her yurttaşın “vatan savunması”na katılması gerektiği şkri işlenirken, bir yandan da orduya katılanlara ücret vaad edilerek fakir köylü ve esnaf kökenli gönüllüler askere alınmaya çalışıldı. Ancak devam eden savaşlar asker ihtiyacını arttırınca Mart 1793‟te askerlik zorunlu hale getirildi. Dünya askerî tarihinde her erkek yurttaşın askerlik hizmetiyle mükellef tutulmasına dayanan zorunlu askerlik ilk kez Fransa’da 1793’te ortaya çıktı ve 19. yüzyılda başta Avrupa olmak pek çok ülkede uygulanır oldu. imparatorluk ve krallıkların ulus-devlet esaslı cumhuriyetlere dönüşmesinin en önemli sebeplerinden biri, zorunlu askerlikle birlikte siyaset diline giren eşitlik, millet ve vatan kavramlarıydı.
YUNAN İSYANI VE YENİÇERİ OCA⁄I’NIN KALDIRILIŞI

III. Selim‟i tekrar tahta çıkarmak üzere Rumeli‟den birlikleriyle istanbul‟a gelen Alemdar Mustafa Paşa‟nın müdahelesiyle sona erdi. III. Selim‟in katledilmesini engelleyemeyen Alemdar, II. Mahmud‟u tahta çıkardı. Yeni padişah ilk yıllarını istanbul ve taşradaki politik dengeleri gözetmekle geçirdi. Ülkesi üzerindeki hükmü zayışamış padişahın karşısında istanbul‟da Yeniçeri Ocağı ile ulema; Rumeli, Anadolu, Mısır ve Irak‟ta ise âyân ya da derebeyi olarak anılan mahalli güçler vardı. Bütün politik rakiplerini aynı anda karşısına almaktan kaçınan II. Mahmud, 1810‟lu yılların ortalarından itibaren âyanları tek tek tasşyeye yöneldi. 1821 yılı sonlarında görevden alınan ve bu kararı kabul etmeyerek isyan eden Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa‟nın kuvvetleri istanbul‟dan gönderilen Osmanlı ordusu tarafından dağıtıldı. Teslim olan Tepedelenli ileride yeni bir muhalif hareket başlatmasından korkularak idam edildi. Yunanlı çetelere karşı 23 Nisan 1826‟da Missolonghi‟de nihai bir galibiyet elde eden Osmanlı kuvvetlerinin başarısındaki asıl unsur yeniçeriler değil, II. Mahmud‟un siyasi merkeziyetçilik politikasına karşı gücünü korumayı sürdüren Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa‟nın ordusuydu. Uzun süre bastırılamayan Yunan isyanı‟nın Avrupalı güçlerin taraf olmasıyla diplomatik bir krize dönüşmesi,
II. Mahmud‟un bir süredir hazırlığını yaptığı Yeniçeri Ocağı‟na hakim olma planını açığa çıkardı. Padişah, rical, ulema ve ocak komutanlarının yaptıkları gizli toplantılar neticesinde, Yeniçeri Ocağı içinde Eşkinci adı verilen talimli tüfekçi birliklerin kurulması kararlaştırıldı. Yeni birliklerin eğitime başlamasından üç hafta sonra beklenen oldu. Gidişatın kendi lehlerine olmadığını düşünen yeniçeriler 14 Haziran 1826 akşamı son kez ayaklandılar. Saray halkının yanısıra Tophane, Humbarahane ve Tersane gibi teknik sınıflar padişaha sadık kaldıkları gibi, ulema da, III. Selim‟in tahttan indirilmesi ve Alemdar Mustafa Paşa‟nın katline yol açan iki isyandan farklı olarak padişahın yanında yer aldı. Topkapı Sarayı ve Sultanahmed Camii‟nden çıkarak birkaç koldan Süleymaniye‟deki Yeniçeri Kışlası‟na giden padişah yanlısı asker ve siviller, kısa süre içerisinde ayaklanmayı bastırdı. Yeniçeri Kışlası topa tutularak yüzlerce ocaklı öldürüldü.
Canlı yakalananların bir kısmına idam veya hapis; bir kısmına ise memleketlerine ya da Tuna boyundaki kalelere sürgün cezaları verildi. Yeniçeri birlikleri olan ortaların mallarına el konuldu. 17 Haziran 1826‟da Yeniçeri Ocağı‟nın resmen kaldırıldığına dair ferman ve mahkeme ilâmı yayınlandı. Oldukça hızlı gelişen ve devrin resmi tarih yazıcıları tarafından Vak’a-ı Hayriyye, yani “Hayırlı Olay” olarak nitelendirilen bu tasfye harekâtı yeniçerilerle sınırlı kalmadı. Yeniçeri Ocağı‟nın sosyal tabanı ve o güne kadar çıkan yeniçeri isyanları nın destekçileri olduğu düşünülen taşradan gelip ocak tekelindeki iş kollarında tutunmaya çalışan hammallar, manavlar, sebzeciler, kayıkçılar, beygirciler ve kahvehaneciler gibi alt sınışarın mensupları da istanbul‟dan sürülmek istendi. Son darbe ocakla ve onun sosyal tabanıyla irtibatı olduğu ve muhalif şkirlerin gelişmesine zemin hazırladığı düşünülen Bektaşi tarikatına vuruldu ve dinin gereklerini yerine getirmemek suçlamasıyla karşı karşıya kalan Bektaşi dervişlerinin bir kısmı idam, hapis veya sürgünle cezalandırıldı; tarikata ait tekkeler kapatılıp taşınır ve taşınmaz mallarına devlet adına el konuldu.
Yeniçeri Ocağı’nın 14 Haziran 1826’da başlayan ayaklanma sonrasında 15 Haziran 1826’da istanbul’da yaşanan silâhlı çatışmalarla ortadan kaldırılması sadece bir askerî teşkilat değişikliği değildir. Ocağa karşı başlatılan tasşye operasyonu sonrasında II. Mahmud ve danışmanlarının tehlikeli gördüğü pek çok sivil ve sosyal grup da çeşitli baskılara maruz kalmıştır.
II. MAHMUD DÖNEMİNDE DÜZENLİ ORDUNUN KURULUŞU

17 Haziran 1826‟da Yeniçeri Ocağı‟nın kaldırıldığı ve yerine Asâkir-i Mansure-iMuhammediyye adlı yeni bir ordunun kurulacağı resmen ilân edildi. Asâkir-i Mansure-iMuhammediyye başlangıçta 12.000 mevcutlu profesyonel bir ordu olarak planlandı. Kısa sürede hazırlanan Asâkir- i Mansure Kanunnamesi ile ordunun hiyerarşisi belirlendi. En üst komutanı serasker olup ilk serasker Ağa Hüseyin Paşa oldu. Mehmed Ali Paşa‟nın Mısır ordusu ile Osmanlı ordusu arasında 1832 yılında yapılan savaştan sonra ise bölük-alay arası taktik birliklerin üstüne liva (tugay) ve fırka birimleri eklendi. Son olarak 1836 yılında ordunun en tepe komuta noktasına müşir (mareşal) rütbesi verilerek hiyerarşik silsile tamamlandı. Aynı yıl askerî işleri görüşüp karara bağlayacak olan Dâr-ı şûra-yı Askeri (Askeri şûra) adlı yüksek danışma kurulu oluşturuldu. Osmanlı ordusuna komutan yetiştirecek Mekteb-i Harbiyye, yani Harp Okulu, 1835 yılının ortalarında geçici olarak Râmi Kışlası içindeki odalarda faaliyete geçti. ilk yıllarda ulema ağırlıklı hoca kadrosu olan ve Maçka Kışlası tahsis edilen mektepte 1836 sonlarında eğitime başlandı. Eksikliklerin tamamlanması ise 1837 sonları nı buldu. Ertesi yıl buna ilâveten bir Topçu Mektebi hizmete sokuldu. 1834‟de Heybeliada‟ya taşınan Deniz Mühendishanesi, Mekteb-i Bahriyye (Deniz Harp Okulu)‟ye dönüşerek 1838‟de yeniden eğitime başladı. Henüz zorunlu askerlik uygulamasına geçilmediği için yeni ordunun 12 senelik sözleşmelerle işe alınacak 15-25 yaş arası maaşlı askerlerden oluşması öngörülmüştü. 1826‟dan 1837 şubatına kadar Asâkir-i Mansure‟ye katılan asker sayısı 161.036 idi. Asâkir-i Mansure personeli gönüllülük esasına göre istihdam edildi; ancak, ordunun sayıca küçüklüğü savaş zamanlarında Müslüman halka yönelik seferberlik ilânını zorunlu kıldı. 1828-29 Osmanlı-RusHarbi bunun ilk örneğiydi. Barı ş zamanları çift ve çubuklarıyla uğraşıp yılda sadece iki kez birlikte talim yapacak ve az da olsa bir maaş alacak bu sivil-askerler redif birliklerini oluşturacaktı. 1838 Martı itibarıyla redif birliklerinin mevcudu 85.000‟i bulmuştu.
II. Mahmud dönemi askerî yenileşmelerinin öncekilerden farkı, üniformadan askeri müziğe kadar ordunun görünür sembollerinde Avrupa‟yı örnek alması ve daha fazla yabancı uzmanı orduda istihdam etmesiydi. Girdiği muharebeleri kazanan ve teşkilat, teçhizat, taktik ve stratejik etkinliğini ortaya koyan orduya “dönemin paradigma ordusu” denir.
Günümüz orduları için de geçerlili- ğini koruyan ve çok sayıda piyade askerine tüfek ve top gibi ateşli silâhları aynı anda ve birlikte kullanma becerisini edindiren yanaşık düzen eğitimi, ilk kez 16. yüzyılın sonlarında Hollanda ordusunda uygulanmış; katı disipline dayalı olan bu sistem sırasıyla isveç, Fransa ve Almanya ordularında uygulanıp geliştirilmişti. III. Selim, 1792‟de kurduğu Nizam-ı Cedid birlikleri için bu yüzden Fransa‟dan subaylar getirtmişti. Napolyon‟un Mısır‟ı işgaline kadar asker eğitiminden silâh imaline kadar her konuda orduda danışmanlık yapan bu subaylar, işgal başlayınca ülkelerine geri gönderilerek yerlerine ingiliz, isveçli ve Alman uzmanlar getirtildi. Piyade taliminde Fransız çavuş Gaillard, nâm-ı diğer Hurşid Ağa‟nın yöntemi benimsenirken, süvari talim sistemi de kısa bir süre sonra bir italyan subay tarafından değiştirildi. Asâkir-i Mansure‟nin ilk kadrolu Hristiyan ve Avrupalı talimcisi italyan süvari subayı Giovanni Timoteo Calasso oldu. Prusya, ingiltere, Fransa, Avusturya ve hatta Rusya‟dan yollanan piyade, süvari, topçu ve istihkâm subay ve mühendisleri, bazen maaşları da kendi devletlerince ödenerek Osmanlı hizmetine girdiler.
TANZİMAT DÖNEMİNDE DÜZENLİ ORDU VE ZORUNLU ASKERLİK
Osmanlı ordusu ile Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa‟nın silâhlı kuvvetleri arasında 1839‟da gerçekleşen ikinci muharebe, II. Mahmud döneminin son noktasını oluşturur. Zaten padişah da cepheden gelen mağlubiyet haberinin istanbul‟a ulaşmasından az önce vefat etmişti. II. Mahmud‟un yerine tahta geçen oğlu Sultan Abdülmecid‟in saltanatının (1839-1861) hemen başında, 3 Kasım 1839‟da ilân edilen Gülhane Hatt-ı Hümayunu veya Tanzimat Fermanı olarak bilinen siyasi belge ile, padişah, bürokrasi ve halk arasındaki ilişkiler hukuk çerçevesinde yeniden ele alındı. II. Mahmud döneminde verilen “Asâkir-i Mansure-i Muhammediyye” ismi değiştirilerek yerine “Sultanın Düzenli Askerleri” manasına gelen Asâkir-i Nizamiyye-i şâhânetercih edildi. Osmanlı Devleti’nde düzenli ordu için kısaca Asâkir-i Nizamiyye, Nizamiye, Nizamiye Askeri veya Asâkir-i Muntazama tabirleri kullanılmıştır. Günümüzde kışlalar ve askerî tesislerin ana giriş kapılarına Nizamiye Kapısı denilmesi de bu geleneğin uzantısıdır.
1845‟te açılan Erkân-ı Harbiyye Mektebi‟yle Osmanlı ordusunda “erkân-ı harb” (kurmay subay) yetiştirilmesi için harekete geçildi. Subaylık kariyeri belirli rütbe bekleme sürelerine dayanan dört aşamadan oluşuyordu. Bunlardan ilki, alay çavuşu, cephaneci çavuş, başçavuş, sıra çavuşu ve bölük eminini; ikincisi, mülâzım, yüzbaşı ve kolağası rütbelerini; üçüncüsü, alay emini, binbaşı, kaimmakam (yarbay) ve miralay (albay) rütbelerini ve nihayet dördüncüsü de, en tepedeki “paşa” olarak da anılan mirliva (tuğgeneral), ferik (korgeneral) ve müşir (mareşal) rütbeli generalleri kapsıyordu. Mart 1844‟ten itibaren şilî askerlik beş ve bir çeşit ihtiyat askeri olan redişik ise yedi olmak üzere askerlik süresi 12 yıl olarak belirlendi. iki sene sonra askerî teşkilatta önemli bir düzenleme daha yapıldı. Asâkir-i Mansure‟nin ilk 20 yılında, savaş halleri dışında, gönüllü profesyonellik esasına dayanan askerlik, 1846 yılında çıkarılan ilk Kur”a Kanunu ile bütün Müslüman erkeklerin vatandaşlık görevine dönüştürüldü.
Askerlik hizmetinden sürekli ya da geçici olarak muaf olanlar da vardı. Saray çalışanları, üst düzey devlet görevlileri, istanbul‟da oturanlar, medrese hocalarıyla talebeleri, kadılar, vaizler, tekke şeyhleri, bir evin tek erkeği veya dul bir kadının tek oğlu bunlar arasındaydı. ilk kanundan yaklaşık 25 sene sonra, Avrupa ve Rusya ile aynı tarihlerde Osmanlı Devleti‟nde de yeni bir Kur”a Kanunu yayınlandı. 1870 tarihli bu kanunla muvazzaf askerlik süresi 4 yıla indirildi. Bunu sırasıyla 2 sene ihtiyatlık (yedeklik), 6 sene redişik ve 6 sene müstahfızlık (geri hizmet ve kale muhafızlığı) görevleri izlemekteydi. Ordu ve donanmanın yeniden yapılandırıldığı 19. yüzyılda Osmanlı Devleti‟nin silâh ve teçhizat alanında giderek ithalata ağırlık vermesi bunun bir neticesidir. Hammadde eksiklikleri, teknolojiyi geliştirmek için gerekli bilgi altyapısının kurulamaması, tarıma dayalı ekonominin büyük ölçekli askerî sanayi yatırımlarını şnanse etmekten uzak oluşu ve karar vericilerin yanlış tercihleri bu durumun kalıcı olmasını sağladı.
Tüfenkhane-i Âmire‟nin kurulması için çalışmalar başlatılarak ingiltere‟den buhar gücüyle çalışan makinalar getirtildi. Fabrika 1830‟lu yılların ortalarında Dolmabahçe‟de üretime başladı.
Yine, II. Mahmud döneminde askerlerin takacakları feslerin üretilmesi için Haliç kıyısında bir Feshane; asker ayakkabılarının imali için Beykoz‟da bir kundura fabrikası; Hereke‟de bir çuha fabrikası ve Sultan Abdülmecid döneminde de bu girişimleri tamamlayıcı mahiyette istanbul
Zeytinburnu‟nda büyük bir demir fabrikası kuruldu. Abdülaziz döneminde istanbul‟daki iki büyük baruthaneden biri olan Küçükçekmece yakınlarındaki Azadlı Baruthanesi kapatıldı ve sadece Bakırköy‟deki istanbul Baruthanesi ile Bağdad Baruthanesi‟nde üretim sürdürüldü. 1856 yılında 78 toplu Peyk-i Zafer kalyonuna ingiltere‟de makinaların takılmasıyla Osmanlı donanması buhar gücüyle çalışan ilk savaş gemisine sahip oldu. Bilindiği gibi zırhlı muharebe gemisi dünyada ilk kez 1861‟de yapıldı. Güçlü bir donanma kurma konusunda Sultan Abdülaziz‟in gösterdiği şahsi merak neticesinde 1864‟de ingiltere‟ye sipariş edilen zırhlı muharebe gemisi, kısa bir süre sonra Osmanlı donanmasındaki yerini aldı.
3. Ünite
İdari Reformlar
SALTANAT MAKAMI OLARAK MABEYNİN GELİŞİMİ

Mabeyn sözcüğü, iki şeyin arası demek olup haremle selâmlığı birbirine bağlayan sofa, daire veya oda için kullanılırdı. Saray teşkilâtında ise, padişahın resmi bürolarının bulunduğu, elçi, sadrazam ve diğer ziyaretçileri kabul ettiği, eğlendiği ve dinlenip yemek yediği daireyi nitelerdi. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren önem kazanmaya başladı. Harem ve Enderun‟la birlikte sarayın üç ana bölümünden biri olan Birun, 18. yüzyıl öncesinde Enderun‟la beraber ülkenin asıl yönetim merkezini oluşturur ve padişahın dış dünyayla ilişkilerini sağlayan hizmetleri verirdi.
Telhis: Sadrazamın padişahın emrini almak istediği konuyu kısaca özetlediği yazısına telhis; padişahın özeti okuyup üzerine yine kısa cümlelerle ve kendi el yazısıyla görüşlerini belirttiği yazıya da hatt-ı hümayun denirdi.
III. Selim, mabeyni, devlet işleriyle uğraştığı, dinlendiği, eğlendiği, musiki fasılları icra ettiği, yemek yediği, iftar açtığı, namaz kıldığı, ders verdirdiği ve tıraş olduğu bir mekân olarak kullanır; geceleri eğlenceler düzenlerdi. Perşembe‟yi Cuma‟ya bağlayan gece, Cuma gününe hürmeten eğlence yapılmazdı. II. Mahmud, saray teşkilâtını esaslı bir düzenlemeye tâbi tuttu. Silâhtar Giritli Ali Ağa‟nın 1831‟de vefatı üzerine gördüğü işleri hazine kethüdasına aktararak silahtarlığı ortadan kaldırdı. II. Mahmud‟dan sonra tahta geçen Sultan Abdülmecid, Abdülaziz ve V. Murad‟ın, yükselen Bâbıâli bürokrasisi karşısında sarayı güçlü tutmak adına –SultanAbdülaziz‟in son dönemleri istisna edilirse- aşırı bir talepleri olmadı. Ancak, II. Abdülhamid‟in tahta çıkmasıyla beraber tam tersine, mabeyn, iş hacmi ve bunun sonucu olarak da personel açısından büyük bir gelişme gösterdi.
SADARETİN GEÇİRDİĞİ DEĞİŞİM
Hâl böyle olunca, II. Mahmud, 30 Mart 1838‟de yaptığı bir düzenlemeyle bütün vekillerin başı olmak üzere sadareti başvekâlete dönüştürdü; müstakil bir makam olma konumuna da son vererek duruma göre hangi nezaret uygun olursa ona eklenmek suretiyle idare edilmesini kararlaştırdı. Yani, padişahın hükümet başkanlığına lâyık gördüğü nazır, aynı zamanda başvekil olacaktı. Mehmed Rauf Paşa, dahiliye nazırlığıyla birlikte başvekâlete atanan ilk kişi oldu ve padişahın mührü yine kendisinde bırakıldı. Hüsrev Paşa, 3 Temmuz 1839‟da Başvekil Rauf Paşa‟dan padişahın mührünü alarak ve kendisini sadrazam ilân ettirerek başvekâleti ortadan kaldırdı.
Tanzimat döneminde yapılan değişikliklerden sadaretin alt birimleri ve kalemleride etkilendi. 1846‟da Mustafa Reşid Paşa‟nın girişimleriyle istenen evraka kısa sürede ulaşılabilmesi amacıyla Hazine-i Evrak adıyla modern bir arşiv oluşturuldu. Tevcihat: Tevcihat, tayin ve atama anlamında kullanılır. Mekteb-i Maarif-i Adliyye ve Mekteb-i Ulûm-ı Edebiyye açıldı. Sultan Abdülmecid döneminde açılan Dârülmaarif ile rüştiyelerden mezun olanlara da memur olma imkânı tanındı. Ayrıca, memurların korkulu rüyası olan tevcihat usulü 4 Nisan 1838‟de II. Mahmud tarafından ortadan kaldırılarak memurların sebepsiz yere azledilmelerine son verildi. Tanzimat Fermanı‟nın ilânından sonra, 8 Kasım 1839‟da memurların yemin ederek göreve başlamaları kararlaştırıldı. Yüksek rütbeliler, padişahın; ilmiye mensupları şeyhülislâmın; üst düzey askerler, seraskerin; Bâbıâli memurları hariciye nazırının; maliye memurlarıyla Darphane görevlileri Darphane müşirinin huzurunda yemin edecekti. 11 Aralık 1849‟da yemin şekline dair hazırlanan bir tüzükle göreve başlayan sadrazam ve şeyhülislâmlara Kuran üzerine yemin etme kuralı getirildi. Sultan Abdülmecid memurlara örnek olmak üzere öncelikle kendisi yemin etti. Gülhane Hatt-ı Hümayunuyla Müslümanlarla teorik olarak eşitlenen gayrimüslimler, 1856 Islahat Fermanı‟yla birlikte devlet memuru olma hakkını elde etti ve bu tarihten sonra bürokrasideki sayıları hızla arttı.
NEZARETLERiN KURULMASI VE YENi HÜKÜMET SiSTEMi
II. Mahmud, Evkaf-ı Hümayun, Divan-ı Deavi, Dahiliye, Hariciye, Maliye ve Ticaret Nezaretlerini kurarak sadrazamın yetkilerini bunlar arasında paylaştırdı. (Meclis-i Vükelâ,Meclis-i Mahsus) devletin en yüksek icra organı oldu.
Evkaf-ı Hümayun Nezareti
1826 Ekiminin başında yaptığı diğer bir düzenlemeyle, daha önce bağımsız olan ve mütevellilerin elinde bulunan vakışarın idaresini merkezîleştirmek amacıyla Evkaf-ı Hümayun Nezareti‟ni kurarak vakışarı yavaş yavaş nezaretin denetimine aldı. Böylece bir diğer alternatif güç olan ulemayı da devlete bağlayarak etkisizleştirmeyi düşündü.
Yeni vakışarın katılımıyla giderek büyüyen nezaretin bürokratik örgütü de gün geçtikçe gelişti. Temmuz 1835‟ten itibaren taşradaki önemli merkezlere muaccelât nazırı adıyla birer evkaf müdürü atandı. Mekke ve Medine (Haremeyn-i şerifeyn)‟ deki vakışarla ilgilenmek üzere 25 Ağustos 1836‟da Haremeyn-i şerifeyn Evkafı Nezareti kuruldu. Sadrazam Hüsrev Paşa, II. Mahmud‟un vefatının ardından 2 Eylül 1839‟da Evkaf-ı Hümayun Nezareti‟ni Darphane‟den ayırarak tekrar müstakil hale getirdi. 1839‟da Bâbıâli‟ye memur yetiştirmek üzere açılanMekteb-i Maarif-i Adliyye gibi okulları yaygınlaştırmak amacıyla kurulan Mekâtib-i Umumiyye Nezareti de Evkaf-ı Hümayun Nezareti‟ne bağlıydı.
Dahiliye Nezareti
II. Mahmud, 12 Mart 1836 tarihli bir emirle iç işlerinde sadrazamın yardımcısı olan sadaret kethüdalığını Mülkiye Nezareti‟ne dönüştürdü; yaklaşık bir buçuk sene sonra nezaretin adını Dahiliye Nezareti olarak değiştirdi; ayrıca, merkez bürolarını oluşturdu.
Hariciye Nezareti
reisülküttap, aynı zamanda hem iç hem de dış ilişkilerle ilgili olan merkezdeki divan kalemlerinin de başıydı. iç ve dış sorunlarla savaşların artması, yabancı dil ve çağdaş diplomasi kurallarını bilen uzman memur ve birimleri gerekli kılıyordu. Bu gerekliliğe rağmen, 1793 senesine kadar Avrupa başkentlerinde daimi elçilikler kurulmamıştı. Ancak, 1821 Yunan isyanı esnasında çoğunluğu Rum olan maslahatgüzarlar, devlete yanlış bilgi gönderdikleri gerekçesiyle görevden alındı; ayrıca, bu olaylarla ilgili görülen Divan-ı Hümayun tercümanı 16 Nisan 1821‟de idam edildi. Aynı yıl içerisinde Müslümanlardan dil ve diplomasi bilen insan yetiştirmek amacıyla kurulan Tercüme Odası, ilk zamanlarda başarılı çalışmalar yapamadıysa da, zamanla diplomat yetiştirmede en önemli kaynak durumuna geldi. II. Mahmud, 1830‟da Fransızların Cezayir‟i işgali, 1831‟de çıkan Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanı ve 1833‟te imzalanan Hünkâr iskelesi Antlaşması gibi olaylar devleti dengeli bir dış siyaset takibine zorladığı için 1834‟te Paris, Viyana ve Londra‟ya yeniden büyükelçiler gönderdi; ayrıca, 12 Mart 1836‟da dış işleriyle ilgilenen ve aynı zamanda Bâbıâli memurlarının da başı olan reisülküttaplığı Hariciye Nezareti‟ne dönüştürdü. Nitekim, Haziran 1838‟de ülkenin imarı ile tarım, ticaret ve sanayinin geliştirilmesi için çalışmalar yapmak üzere Bâbıâli‟de kurulan Meclis-i Umûr-ı Nafıa da, nezaretin denetimindeydi. Ticaret Nezareti‟nin kurulması üzerine, 20 Temmuz 1839‟da buraya bağlandı ve nezaretin istanbul Gümrük Emaneti‟ne ilhakı sırasında lağvedildi.
Maliye Nezareti
Sorunları çözmek ve maliyeyi düzene koymak amacıyla 22 Ekim 1835‟te şıkk-ı Evvel Defterdarlığı lağvedilerek Hazine-i Âmire ile Darbhane-i Âmire, Darbhane-i Âmire Defterdarlığı adı altında birleştirildi. II. Mahmud, çoklu hazine sisteminin oluşturduğu bu karmaşık yapıyı Maliye Nezareti‟ni kurarak çözdü. 28 şubat 1838‟de Hazine-i Âmire ile Mansure Hazinesi‟ni Maliye Nezareti adı altında birleştirdi; sadece padişahın özel hazinesi olan Ceyb-i Hümayun Hazinesi‟ni yeni nezaretin sorumluluğu dışında bıraktı. Vakıflarla
Darphane‟nin bütün gelirlerini nezarete devretti; buna karşılık giderlerini karşılamaları için maliye hazinesinden aylık bir tahsisat bağladı. Ayrıca, zaman zaman halka alınan angarya ile devlet adamlarıyla tüccarın korkulu rüyası olan müsadere uygulamalarını kaldırdı; Mart ayı mali yılbaşı oldu. II. Mahmud, 27 Mart 1838‟de yaptığı bir düzenleme ile rüşveti önlemek amacıyla memurlara maaş bağladı. 1840‟ta iltizam sistemi kaldırıldı ve halkın gelir düzeyini tespit ve vergilerini tahsil etmekle görevli olan muhassıl-ı emvâl adlı görevliler taşraya gönderildi.
Yapılacak reformlara kaynak sağlamak üzere 1840‟ta %12,5 faizli kâğıt para (kaime); daha sonra ise, esham ve damgalı kâğıt (evrak-ı sahîha) çıkarıldı. Bu dönemde yapılan mali düzenlemelerin başarılı olduğunu iddia etmek güçtür. Etkili bir tahsilât sisteminin kurulamaması, gelirlerin mültezimler ve görevliler elinde telef olması, iltizam sisteminin kaldırılamaması ve maliyenin sağlam bir yapıya oturtulamaması, başarısız olunan hususlardı. Maliyedeki buhran, 1854‟te Kırım Savaşı sırasında ilk defa alınan ve daha sonra sık sık başvurulan dış borç ve faizleriyle gittikçe büyüdü ve nihayet 1875‟te maliyenin işâsıyla sonuçlandı.
Ticaret Nezareti
24 Mayıs 1839‟da ülkede ticaret, sanayi ve tarımı geliştirip yaygınlaştırmak amacıyla çalışmalar yapmak üzere, Zahire Nezareti‟nin yerine Ticaret Nezareti kuruldu. Ancak, ilk yıllarda amacına uygun faaliyetler yapamayan nezaret, tasarruf tedbirleri gerekçe gösterilerek 13 Aralık 1841‟de istanbul Gümrük Emaneti‟ne ilhak edildi. Faaliyet alanı geniş olan istanbul Gümrüğü‟nün iş yükü bu şekilde daha da çoğalıp işler aksayınca 2 Eylül 1845‟te Ticaret Nezareti yeniden kuruldu. 3 Temmuz 1839‟da nezaret bünyesinde yerli ve yabancı tüccarların birbirleriyle ve devletle olan davalarına bakmak üzere Mahkeme-i Ticaret oluşturuldu. Ticaret Nezareti, bütün bu uğraşlara rağmen bir türlü kuruluş amacı olan ülkede ticaret, tarım ve sanayinin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapma yolunda elle tutulur çalışmalar yapamadı ve nezaretin çalışmaları, âdeta tüccarlar arasındaki davalara bakan bir ticaret mahkemesinden öteye gidemedi.
Maarif-i Umumiyye Nezareti
Eğitimin hükümet üyesi bir nezaretle temsili, 14 Mart 1857‟de Maarif-i Umumiyye Nezareti‟nin kurularak Abdurrahman Sami Paşa‟nın nazırlığa getirilmesiyle oldu. Harbiye, Bahriye ve Tıbbiye‟nin dışındaki bütün okullar, nezarete bağlandı.
Divan-ı Deavi Nezareti
1868‟de Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye‟nin ikiye bölünmesiyle oluşturulan Divan-ı Ahkâm-ı Adliyye, şer‟i, cemaat ve ticaret mahkemelerinin dışındaki nizamiye mahkemelerinin temyiz makamı olarak görev yapmaktaydı.1869‟da nizamiye mahkemelerinin ayrıntılı bir içtüzüğü hazırlandı. Neticede 30 Kasım 1875‟te Ahmed Cevdet Paşa‟nın atanmasıyla birlikte Adliye Nezareti kurularak hükümette bir nazırla temsil edilmeye başlandı.
MEŞVERETİN YAYGINLAŞTIRILMASI: MECLİSLER
Hükümet Yapısının Dönüşümü: Meclis-i Vükelâ

1838‟de Meşveret Meclisi‟nden yumuşak bir geçişle, nazır ve yüksek rütbeli memurlardan Meclis-i Hâss-ı Vükelâ veya Meclis-i Mahsus-i Vükelâ‟yı, yani, hükümeti oluşturdu. Devletin en yüksek yürütme organı olan bu meclis, sadrazamın başkanlığında haftada iki gün toplanır ve nezaretler arasında koordinasyonu sağlardı. Hükümet, Bâbıâli‟de, sadrazam, şeyhülislâm veya vükelâdan birisinin konağında toplanabilirdi.
Reformların Dinamosu: Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye
Gülhane Hatt-ı Hümayunu‟yla beraber Meclis-i Vâlâ‟nın önemi, işleri ve üye sayısı arttı. Çünkü yapılacak düzenlemeleri tespit ve görüşme vazifesi meclise verildi. Meclis-i Vâlâ kuruluşundan itibaren tam bir reform meclisi oldu. Ayrıca, ürettiği çözümlerin ve hazırladığı tüzüklerin pratikte uygulanıp uygulanmadığını da denetledi.Bu amaçla, dönemin önde gelen yöneticilerinden Hüsrev Paşa, Âkif Paşa,Nafiz Paşa, Tahir Paşa ve Hasip Paşa Tanzimat‟a aykırı hareket ettikleri iddiasıyla mecliste yargılanıp susturuldu. Böylece, aynı zamanda bir yüksek mahkeme gibi çalışan meclis, Tanzimat‟ın “hâmi-i hakikisi”, yani, gerçek koruyucusu oldu. ikinci Tanzimat kuşağı olarak adlandırılan Âlî Paşa ve Fuad Paşa‟nın kontrolünde olan meclis, mevcut kanunları düzeltebilir, kaldırabilir, Meclis-i Vükelâ‟nın havale ettiklerinin yanında gerekli gördüğü konuları ele alabilirdi. Kararların uygulanmasında gördüğü hataları Meclis-i Vükelâ‟ya ihtar veya dava edebilirdi. Bu husus önemlidir; çünkü Osmanlı idari sisteminde yasama organının yürütmeyi (hükümet) denetlemesine önceki dönemlerde rastlanmaz. Yasama ve yürütme ilk defa bu kadar kesin hatlarıyla birbirinden ayrıldı.
Meclis-i Maarif-i Umumiyye
Bunun üzerine mahalle (sıbyan) mekteplerini düzenlemek amacıyla Meclis-i Muvakkat adlı bir komisyon kuruldu. 27 Haziran 1846‟da Meclis-i Maarif-i Umumiyye‟nin kurulmasıyla birlikte geçici meclisin görevi sona erdi. Meclis-i Maarif‟in, Meclis-i Vâlâ ile Hariciye Nezareti‟nin denetimi altında olması, eğitimin lâikleşmesi açısından son derece önemlidir; Medreseler ise, Tanzimat döneminde ıslah edilmeyip oldukları gibi bırakıldı. Devletin tercihini yeni eğitim kurumlarından yana koyması neticesinde halk da çocuklarını medreselerden ziyade okullara kaydırdı. Çünkü okullardan mezun olanlar, devlet dairelerinde iş bulabilme şansına sahipti. Tanzimatçılar, medreselerle uğraşıp ulemayı karşılarına almak yerine, yeni okullara imkân tanıyarak medreseleri fonksiyonel olarak etkisizleştirme yolunu seçtiler.
Şûra-yı Devlet
Meclis-i Vâlâ ile başlayıp Meclis-i Tanzimat ve Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye ile devam eden gelenek üzerine oturan şûra-yı Devlet, Danıştay‟ın temelini oluşturur. Mülkiye, Maliye ve Evkaf, Adliye, Maarif ve Nafia, Ticaret ve Ziraat olmak üzere beş daireden oluşan şûra-yıDevlet, hazırladığı yasa ve tüzüklerin icrasına karışamazdı; ancak, uygulamada gördüğü aksaklıkları ilgililere bildirebilirdi. Önemli kanun ve tüzükler, bütün üyelerin katıldığı genel kurulda da görüşülürdü. Mahmud Nedim Paşa, 10 şubat 1872‟de tasarruf tedbirlerini gerekçe göstererek Tanzimat, Dahiliye ve Muhakemat olmak üzere daire sayısını üçe indirerek üyelerini azalttı.
TAŞRA TEŞKİLÂTINDA YAPILAN YENİLİKLER
1840‟ta iltizam usulü kaldırılarak merkezden taşraya muhassıl-ı emval denilen görevliler gönderilmeye başlandı. Sancağın idari ve mali yöneticisi olan muhassıllar, topladıkları vergileri doğrudan merkezi hazineye göndermekteydi. “Memleket meclisi” adıyla faaliyetlerini sürdüren muhassıllık meclisleri, Ocak 1849 düzenlemesinde “eyalet meclisi” veya “büyük meclis” ismini aldı; sancaklarda ise “küçük meclis”ler kuruldu. Âlî Paşa ve Fuad Paşa‟nın çabalarıyla Fransa‟dan yararlanılarak yapılan 7 Kasım 1864 tarihli nizamnameyle ülke toprakları 27 vilâyet ve 123 sancağa bölündü. Tanzimat döneminde taşrada yapılan idari düzenlemeleri incelerken en küçük birim olan köy/mahalle idaresinden, en büyüğü olan eyalete doğru hiyerarşik bir sıra takip edilecektir.
Köy veya Mahalle idaresi: Muhtarlık Teşkilâtının Kuruluşu
1829‟da yapılan bir düzenlemeyle istanbul mahallelerinde muhtarlık örgütünü kurdu. Görevleri bulundukları yerin güvenliğini sağlamak, doğum ve ölüm hadiseleriyle mahalleye gelen, giden, göç edenlerle ilgili kayıtları tutmak, kısaca halkla devlet arasındaki ilişkiyi sağlamaktı. Muhtarlık 1833‟ten itibaren taşrada da kurulmaya başlandı. 1864 düzenlemesiyle, muhtarlara yardımcı olmak üzere seçimle işbaşına gelen ihtiyar heyetleri oluşturuldu.
Kaza Yönetimi
1842‟de muhassıllık sisteminin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanan düzenlemenin ardından taşra teşkilâtında yeni bir organizasyona gidildi; Tanzimat‟ın uygulandığı bölgelerde birkaç köyün idaresi birleştirilerek ilk defa idari bir birim olarak kazalar oluşturuldu.
Sancak/Liva Yönetimi
1842 düzenlemesiyle sancak yönetimi merkezi hükümetin atadığı kaymakama bırakıldı. Kaymakam valiye karşı sorumlu olmasına rağmen, vali tarafından görevden alınamazdı.
Maiyetinde malmüdürü, hakim, tahrirat başkâtibi, mal başkâtibi, müslim ve gayrimüslim halkın temsilcilerinden oluşan bir sancak meclisi vardı. 1864 düzenlemesiyle sancağın en yüksek idarecisi olan kaymakamın yerini mutasarrıf aldı; ayrıca, sancak meclisleri de liva idare meclisi olarak isimlendirildi.
Eyalet/Vilâyet Yönetimi
Eyaletteki en yetkili kişi olan vali, kanunların uygulanması, güvenliğin sağlanması, eyaletin imar edilmesi, özetle her şeyden sorumluydu. 1864 Vilâyet Nizamnamesi‟yle eyalet sisteminden vilâyet sistemine geçildi; ayrıca, eyalet meclisi, vilâyet idare meclisi adını aldı. 1871 düzenlemesiyle vali yardımcılığı birimi oluşturuldu. 25 Temmuz 1855 tarihli bir iradeyle ihtisap Nezareti lağvedilerek istanbul‟un beledî işleriyle ilgilenmek üzere şehremaneti‟nin kurulması kararlaştırıldı. Taşra teşkilâtında yapılan bu düzenlemeler 1876 yılına kadar pek başarılı olamadı.
Vilâyetlerdeki nakliye ve haberleşme araçlarının yetersizliği, yetişmiş idareci sıkıntısı, yabancı konsolosların işlere müdahale etmesi gibi durumlar, bu başarısızlığın nedenleriydi. Konsoloslar, özellikle müslim ve gayrimüslim halkın beraber yaşadıkları vilâyetlerde gayrimüslim halkın menfaatlerini koruma amacıyla valileri hükümete şikâyet etmekte ve hükümet de çoğu kere meselenin aslını araştırmaksı zın valileri görevden almaktaydı. Tanzimat döneminin mali politikaları başarılı olamadı. Oysa, reformların başarısı maddi kaynakların varlığına bağlıydı. Diğer yandan devleti tehdit eden iç ve dış sorunlar, yenilikçilere reformları uygulayabilecekleri bir ortamı sağlamaktan uzaktı. Bundan dolayı, Tanzimatçılar planlı reform programları yerine, şili durumların elverdiği ölçüde pratik, kısa vadeli ve anlık reçeteleri andıran reformları uygulamak zorunda kaldılar.

4- Ünite
Eğitim ve İlmiye Teşkilâtında Yapılan Düzenlemeler
İLMİYE TEŞKİLÂTINDA YENİLEŞME

Osmanlı Devleti‟nin geleneksel idari düzeni, seyşye, ilmiye ve kalemiye olmak üzere üç kısımdı. II. Mahmud devrinde bu alanlar yeniden düzenlendi. Şeyhülislâm ilmiye teşkilâtının başı olarak şer‟i işlerden sorumluydu. Geleneksel sistemde Osmanlı sıbyan mektepleriyle medreselerin şnansmanını zengin ve hayırseverlerin kurduğu vakışar sağlar; Ders Vekili, şeyhülislâma bağlı olarak bu geleneksel eğitim kurumlarını idare ederdi. 16. yüzyıla kadar medrese mezunları eğitim ve bürokrasinin her kademesinde görev yaptı. Devşirme sistemiyle beraber kul taifesini eğitmekle görevli olan Enderun Mektebi devlet adamı yetiştiren diğer bir merkez oldu. 19. yüzyılda medreselerin durumu fazla değişmedi. Sıbyan mektepleri düzenlenerek yeni tarz okulların ilk kademesi olarak eğitim sistemindeki yerini aldı. Ayrıca, kadı yetiştirmek üzere yeni bir kadı mektebi (Mekteb-iNüvvab) açıldı. ilmiye ve ilmiye Ricali: ilmiye terimi, fetva müessesesinde, kaza müftüsünden şeyhülislâma; orduda, alay imamından alay müftüsüne; sarayda, hekimbaşılıktan, müneccimbaşı, padişah imamlığı ve hocalığına; eğitim sisteminde, talebeden müderrise; yargıda, nahiye naibinden kaza kadısı, mevleviyet kadıları ve kadıaskerlere kadar geniş bir yelpazeyi ifade ederdi.
II. Murad devrine kadar resmi bir hüviyetleri olmaksızın fetva vazifesini icra eden âlimler bu devirden itibaren resmen “müfti” veya “şeyhülislâm” unvanını aldılar. islâm hukukunu yorumlama yetkisi dolayısıyla devletin tüm önemli kararlarında rey sahibi olan şeyhülislâm da resmi tören ve merasimlerde sadrazamla eşit seviyede tutulur oldu.
Şeyhülislâmlığa Sabit Bir Mekân Tahsisi: 15 Haziran 1826‟da Yeniçeri Ocağı‟nın kaldırılması üzerine yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediyye ordusu kuruldu. Ocağın merkezi olan Ağa Kapısı yeni orduya merkez yapılarak Serasker Kapısı adını aldı. Kısa bir süre sonra burasının Fetvahane olarak isimlendirilerek şeyhülislâmlık makamı olmasına karar verildi.
Dini işlerin şeyhülislâmlıkta Toplanması: Osmanlı Devleti‟nde şer‟i işler esasen yargı (kaza)ve fetva (ifta) olarak iki kısımdı. Kaza işleri en üstte Anadolu ve Rumeli kadıaskerleri ve fetva işleri ise şeyhülislâm tarafından temsil edilirdi.
Yeni Meclislerin ve idari Birimlerin Kurulması : Yine kadıaskerlerin yürüttüğü kaza kadılarının seçimi ve muameleleri 1855 yılında şeyhülislâmlıkta kurulan Meclis-i intihab-ı Hükkâm‟a; ayrıca öteden beri yürüttükleri huzur murafaası (temyiz) yetkilerinde davanın ilk tetkiklerinin yapılması işleri de 1861 yılında şeyhülislamlık bünyesinde oluşturulan Meclis-i Tedkikat-ı şer‟iyye‟ye aktarıldı. Sonuç olarak bu dönemde şeyhülislâmın yetki ve sorumluluk alanı genişledi ve ilmiye teşkilâtı ilk kez bütün birimleriyle hiyerarşik olarak şeyhülislâmı n başında bulunduğu bir yapıya kavuştu. Vakışarın idaresi hariç, şer‟i yargı (kaza) ve fetva işleri şeyhülislâma bağlandı.


Kadılık ve Naipliğin Yeniden Düzenlenmesi
Fatih‟in yaptırdığı Musıla-ı Sahn Medreseleri (Tetimme
) orta dereceli iken, Sahn-ı Seman Medreseleri (Medaris-i Semaniyye) yüksek eğitim kurumları idi. Bu medreselerde eğitime başlanmasıyla beraber medreseler hiyerarşik olarak beş dereceye ayrıldı. Kanuni Sultan Süleyman da dört Süleymaniye Medresesi, bir Darüttıp ve Darüşşifa ile bir de Darülhadis Medresesi yaptırdı. Yapılan yeni bir düzenlemeyle medreseler küçükten büyüğe doğru 12 dereceye ayrıldı. Bu durum imparatorluğu sonuna kadar devam etti. Medrese mezunları, en alt derecedeki medreselerde müderris veya kaza kadısı olurdu. Ayrıca bir kısmı mülkiye ve askeriyede de çeşitli görevler alabilirdi.
Meclis-i intihab-ı Hükkâm-ı şer’iyye’nin kurulması : 5 Nisan 1855‟te kadılık sistemine yeni bir şekil verecek üç temel düzenleme yapıldı. Bunlardan ilki mahkemelerdeki işleyişe, ikincisi naiplik statüsünde olan kazalarla naiplerin yeniden sınışandırılmasına, üçüncüsü de naiplerin tayin ve terşlerine dairdi. niyabet merkezleri de beş sınıfa ayrıldı. Merkeze yakın belde ve kaza naiplerinin görev süresi 18, uzak olanların ise 24 ay olacak ve kanun dışı hareketi görülenler azledilerek cezalandırılacaktı. Bu esasları uygulamak üzere de kadıasker





FİNAL
5. Ünite
Tanzimat ve Osmanlılık Projesi
TANZiMAT

Tanzimat, düzenleme, sıralama, ıslah etme anlamına gelen “tanzim” kelimesinin çoğulu olup Osmanlı literatüründe mülki idareyi ıslah ve yeniden organize etme anlamında kullanılmakta ve aynı zamanda bu düzenlemelerin yapıldığı dönemi nitelendirmektedir. II. Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırdıktan sonra saray dahil, Osmanlı merkez teşkilâtını tamamiyle değiştirip dönüştürdü. 1831’de sarayda önemli bir müessese olan silâhtarlığı kaldırdı; ayrıca, Sırkitabeti’ni Mâbeyn Başkitabeti’ne dönüştürerek sarayda bir sekretarya oluşturdu. II. Mahmud yapmış olduğu bu reformlarla geleneksel Osmanlı merkez teşkilâtını ve hükümet sistemini tamamen değiştirdiği gibi, bu yeniliklerin adını da Tanzimat-ı Hayriyye olarak belirledi.
Tanzimat Fermanı’nın Hazırlanışı
Sultan Abdülmecid, Temmuzun sonunda taşraya gönderdiği diğer bir hatt-ı hümayunla, vali, vezir, ferik, mütesellim ve mübaşir gibi görevlilerden yolculuk masraşarını kesinlikle halka yüklememelerini ve cerîme ve câize gibi değişik adlarla halktan hiçbir şey almamalarını istedi. Tanzimat Fermanı gibi önemli bir dönüşümü tek başına Mustafa Reşid Paşa’ya ihale etmenin doğru olmadığını ve fermanın dış etkilerden ziyade, büyük ölçüde Osmanlı Devleti’nin iç dinamiklerinin ürünü olarak ortaya çıktığını göstermektedir.
Tanzimat Fermanı’nın ilânı ve Kapsamı
Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa
, 3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki Gülhane meydanında, vükelâ, rical, ulema, Rum ve Ermeni patrikleri, hahambaşı, esnaf temsilcileri, sefirler ve diğer davetlilerin huzurunda Tanzimat Fermanı’nı okudu. Tanzimat Fermanı, dış kamuoyunda farklı tepkiler aldı. Nitekim, ingiliz ve Fransız kamuoyu fermanı olumlu buldu; Avusturya ve Rusya ise, olumsuz ve ihtiyatla karşıladı. Padişahın ve yönetici elitin yetkilerinin bu fermanla sınırlandırıldığını gören Avusturya Başbakanı Prens Metternich, ülkesinde de benzer isteklerle karşılaşabileceği endişesiyle ilân edilen reformları eleştirdi.
Tanzimat Fermanı’nın Uygulanışı
Ferman, Takvim-i Vekayi‘de yayımlanmak ve birer kopyası vilâyetlere gönderilmek suretiyle bütün iç kamuoyuna duyuruldu. Hükümet, Tanzimat reformlarını uygulama bağlamında hazırlıklı olmadığı için öngörülen ıslahatları ülkenin tamamında değil, öncelikle Edirne, Bursa, izmir, Ankara, Aydın, Konya ve Sivas gibi nisbeten merkeze yakın ve yapılanların kolaylıkla denetlenebileceği yerlerde uygulamaya konulmasını kararlaştırdı. 6 Aralık 1839 tarihli fermanla Mehmed Ali Paşa’dan Tanzimat’ı Mısır’da uygulaması istendi. Mart 1845’ten itibaren Erzurum ve Diyarbekir eyaletlerinin de Tanzimat kapsamına alınması üzerine Van ve civarında isyanlar çıktı. Cizre çevresinde başgösteren Bedirhan Bey isyanı bastırıldıktan sonra bölgenin idari durumu yeniden düzenlenebildi. Bölgede Tanzimat’a tepkiler, daha ziyade yurtluk-ocaklık sistemiyle toprağa tasarruf eden gruplardan geldi.

İltizamın Kaldırılması Ve Muhassıllık Tecrübesi
Tanzimat Fermanı’nda belirlendiği üzere, valilere sadece eyaletin güvenliğiyle ilgili konular bırakılarak iltizam usulü kaldırıldı; vergi toplama görevi ise, merkezden geniş yetkilerle gönderilen muhassıllara verildi. Nisan 1840’ta defterdarlık kaldırılarak Maliye Nezareti tekrar mali işlerin tek sorumlusu oldu. tüzükle, sancak merkezlerinde kendilerine yardımcı olmak üzere birer muhassıllık meclisinin (büyük meclis) kurulması ve yerel yöneticilerle müslim ve gayrimüslim halkın bu meclislerde temsil edilmesi; eyalet merkezlerinde de müşirin başkanlığında meclislerin kurulması; muhassıl bulunmayan kaza, kasaba ve köylerde ise beş üyeden oluşan “küçük meclisler”in teşkili; iltizamın kaldırılmasından dolayı oluşacak olan vergi kaybını telâfi etmek için halktan peşin bir verginin alınıp bu miktarın daha sonra belirlenecek olan gerçek vergiden düşülmesi kararlaştırıldı. Cizyenin toplanmasında ise, daha önce yer yer uygulanmakta olan maktu, yani, kişilerden belirli bir meblağın alınması usulü, Tanzimat’la birlikte bütün ülkeye yaygınlaştırılarak cizyedarlık memuriyeti kaldırıldı. Böylece, gayrimüslimlerin gelirlerine göre, fakir (edna), orta halli (evsat) ve zengin (âlâ) olmak üzere üç derece üzerinden merkezde düzenlenecek olan cizye defterlerinin muhassıllara verilmesi ve onların da kocabaşılar vasıtasıyla bu vergileri toplayıp merkeze göndermeleri usulü benimsendi. Hükümet, maliyede gelirler aleyhinde ortaya çıkan açığı, kâğıt para (kaime, kavaim-i nakdiyye) çıkararak kapatmak istedi ve Ocak 1840’ta yıllık %12,5 faiz veren ilk Osmanlı kâğıt paraları piyasaya sürüldü.
Reformların Denetlenmesi ve Kamuoyuyla Paylaşılması
Tanzimat Fermanı’nda öngörüldüğü üzere yeniden düzenlenerek üye sayısı ve yetkileri arttırılan Meclis-i Vâlâ, Hariciye Nezareti’yle birlikte reformlar için çok önemli bir misyon üstlendi ve Tanzimat’ın ilk on beş yılında yapılan hemen bütün yenilikler bu iki kurumun öncülüğünde gerçekleştirildi. Hükümet, yaptığı düzenleme ve yeni uygulamaları resmi gazete olan Takvim-i Vekayi ve 31 Temmuz 1840’tan itibaren ingiltere uyruklu W. Churchill tarafından devletin de desteğiyle çıkarılmaya başlanan Ceride-i Havadis‘le halka ve yetkililere ulaştırmaya çalıştı; ayrıca, önemli düzenlemeleri “varaka-i mahsusa” denilen tek yapraklık ekler bastırarak kamuoyuyla paylaştı. Daha geniş kesimlere ulaşabilmek ve yapılanları anlatabilmek adına, Takvim-i Vekayi‘nin Ermenice, Rumca, Arapça ve Farsça; Ceride-i Havadis‘in de Ermeni harfli Türkçe ve Arapça sayılarını neşretti.
23 Ekim 1840’ta Ticaret Nezareti’ne bağlı bir müdürlük olarak Posta Nezareti kuruldu; böylece, Anadolu ve Rumeli’ye gönderilen resmi yazışmalarla birlikte ilk kez halkın mektup ve gönderilerinin kabulüne başlandı; ayrıca, taşranın önemli merkezlerine posta müdürleri atandı. Neticede, 6 Eylül 1843’te askere alınacak kişilerin kur’a ile belirlenmesi, Mart 1844’ten itibaren fiilî askerlik süresinin beş ve bir çeşit ihtiyat askeri olan redifiğin ise yedi yılla sınırlandırılması ve mevcut askerlerin %20’sinin her yıl yenileriyle değiştirilerek beş yıl içerisinde askerlerin tamamının yenilenmesi kararlaştırıldı. Ayrıca, ordu sistemine geçildi; Hassa, Dersaadet, Rumeli, Anadolu ve Arabistan olmak üzere beş ordu ve her birinin bünyesinde de birer meclis kuruldu.



ISLAHAT FERMANI
Uluslararası Baskılar ve Fermanın Hazırlanışı

Rusya ise, Kudüs ve civarındaki Hıristiyanların kutsal mekânlar (makamat-ı mübareke) sorununu bahane ederek devleti sıkıştırmaktaydı. Rusya, hem bu konudaki taleplerinin, hem de Ortodoks Osmanlı tebaası üzerindeki genel himaye iddialarının kabul edilmemesini gerekçe göstererek Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Esasen yukarıda sıralanan makamat-ı mübareke gibi görünür nedenler Kırım Savaşı’nın (1853-1856) gerekçesi olamaz; gerçek neden Osmanlı coğrafyası üzerindeki uluslararası rekabetti. Bilindiği gibi, ingiltere ile Fransa, bu savaşta Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin yanında yer almıştı. Bu ortamda uluslararası baskıları artık geçiştiremeyeceğini anlayan hükümet, 24 ve 26 Mart 1855 tarihlerinde Meşveret Meclisi’ni toplayarak Hıristiyanların şahitliği, devlet memuriyetine alınmaları, kilise tamir ve inşası, cizye ve askerlik gibi son derece ciddi ve stratejik konuları ele aldı. Neticede meclisin aldığı kararlar Sultan Abdülmecid’in 28 Mart 1855 tarihli iradesiyle onaylandı. Islahat Fermanı, 18 fiubat 1856’da, kongreden bir hafta önce yabancı devletlerin temsilcileri, patrikler ve devlet ileri gelenlerinin katıldığı bir törenle Bâbıâli’de kamuoyuna duyuruldu ve böylece gayrimüslimlere bazı yeni haklar tanınarak yabancı güçlerin devletin iç işlerine müdahalesi önlenmek istendi.
Islahat Fermanı’nın içeriği
Patriklere kaydıhayat şartıyla, yani yaşadıkları sürece görev yapma imkânı tanındı; Patriklerle ruhbanlara devlete bağlılık yemini etme şartı getirilip maaş bağlandı. Hükümetin izniyle olmak kaydıyla gayrimüslim cemaatlere, ibadethane, hastane ve okul gibi müesseselerini onarma, yeniden inşa etme ve kendi dillerinde okul açma hakkı verildi; ayrıca, bunların işlerinin, ruhban ve halkın temsilcilerinden oluşan karma meclislerce yürütülmesi kararlaştırıldı. gayrimüslim grupların temsilcileri de bir yıllığına Meclis-i Vâlâ üyeliğine kabul edildi; gayrimüslimlerin meclise daimi üye olabilmeleri için 1864 yılına kadar beklemeleri gerekecekti. Görüldüğü gibi,Tanzimat Fermanı müslim ve gayrimüslim bütün halkın; Islahat Fermanı ise, neredeyse sadece gayrimüslimlerin durumunu iyileştirmeyi amaçlamaktaydı. Tanzimat Fermanı iç dinamiklerin zorlamasıyla, Islahat Fermanı ise, tamamen dış baskıların ve yabancı elçilerle yapılan müzakerelerin sonucunda ortaya çıktı. Kırım Savaşı, hazineye büyük bir maliyet yüklediği gibi, mali dengeleri bozarak ülkeyi dış borç sarmalına sürükledi. 30 Mart 1856’da imzalanan Paris Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin bütünlüğü ve bağımsızlığı, şeklen de olsa anlaşmayı imzalayan devletlerin ortak garantisi altına alındı.
Fermanın Uygulanışı
Bâbıâli’de Sami Paşa, Mümtaz Efendi, Suphi Bey ve Ahmed Refik Bey’den oluşan bir komisyon kuruldu ve fermanın maddelerinin uygulanmasına öncelikle Hüdavendigâr sancağından başlanmasına karar verildi. Bu gergin ortamda, Maraş, Halep, fiam, Lübnan, Cidde, Girit, Bosna-Hersek gibi ülkenin farklı yerlerinde değişik tarihlerde fermana tepki göstermek veya yeni haklar istemek amacıyla ayaklanmalar ve gayrimüslimlerle Müslümanlar arasında çatışmalar çıktı. 1858’de Cidde’de konsolosların öldürülmeleri üzerine ingiliz ve Fransız donanmaları şehri topa tuttu. Osmanlı hükümeti Avrupa’nın baskılarını azaltmak üzer kabul ettiği Paris Antlaşması’nın 9. maddesinin esasında kendi içişlerine müdahale aracı olduğunu da fermanın uygulanma sürecinde böylece acı bir şekilde öğrenmiş oldu. Anlaşmaya imza koyan devletler ise fermanın uygulanmamasından dolayı Osmanlı Devleti’ni eleştirmekteydiler. istanbul’da da bütün bu gelişmelerden rahatsız olanlar vardı. Nitekim, 1859’da istanbul’daki bazı askerler, devlet görevlileri ve siviller padişahı tahttan indirmek amacıyla Kuleli Vakası diye adlandırılan suikastı planladılarsa da, eyleme geçemeden yakalandılar.
25 Haziran 1861’de Sultan Abdülmecid ’in ölümü üzerine tahta geçen kardeşi Sultan Abdülaziz, biraz da Âli Paşa ve Fuad Paşa’nın etkisiyle reformları sürdüreceğini açıkladı. Üçüncü Ünite’de açıklandığı üzere, 1864’te Fransa’dan etkilenerek yapılan Vilâyet Nizamnamesi, önce pilot bölge olarak belli yerlerde uygulanıp başarılı olduktan sonra yavaş yavaş ülkeye yaygınlaştırıldı ve taşra teşkilâtı yeniden düzenlendi. Islahat Fermanı’na uygun olarak devlet memuriyetine alınmaya başlanan gayrimüslimler, askerlik yükümlülüklerini yerine getirmede direnç gösterdiler. Bunun üzerine 1857’de yapılan bir düzenlemeyle “bedel-i askerî” isimli vergiyi ödeyerek askerlikten muaf olmalarına izin verildi. 1869’da çıkarılan Tabiiyyet-i Osmaniyye Kanunu’yla Osmanlı uyruğundan çıkma hükümetin iznine bağlandı ve Müslüman olsun gayrimüslim olsun Osmanlı ülkesinde yaşayan herkes “Osmanlı” olarak kabul edildi.
Bu arada zikredilmesi gereken bir konu da, Fransa imparatoru III. Napolyon’un kendisini Paris Sanayi Sergisi’ne davet etmesi üzerine Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatine çıkmasıdır. Padişah, 21 Haziran 1867’de yanında veliaht, şehzadeler, Hariciye Nazırı Fuad Paşa ve diğer maiyeti olduğu halde istanbul’dan ayrıldı. Gezinin amaçlarından birisi Avrupa kamuoyundaki Osmanlı imajının düzeltilmesine katkı yapmaktı. Yaklaşık bir buçuk ay süren seyahati esnasında Paris, Londra, Liege, Koblenz, Viyana ve Budapeşte’yi ziyaret etti; III. Napolyon, ingiltere Kraliçesi Victoria, Belçika Kralı II. Leopold, Prusya Kralı I. Wilhelm veAvusturya-Macaristan imparatoru Franz Joseph’le görüştü ve Avrupa’yı ziyaret eden ilk Osmanlı padişahı oldu.
Sadrazam Âli Paşa ise istanbul’da kalarak devlet işlerini yürüttü. Seyahati esnasında askeriye, eğitim ve sanayi kurumlarını ziyaret ve Avrupalı sanayici ve girişimcileri kabul eden padişah, 7 Ağustos 1867’de Varna üzerinden istanbul’a döndü.
TANZİMAT’TAN SONRA YAPILAN HUKUKİ DÜZENLEMELER
Ceza Hukuku:
Tanzimat Fermanı’yla ilân edilen can, mal, ırz ve namus dokunulmazlığı, müslim gayrimüslim herkesin kanun önünde eşit olması ilkelerine uygun olarak 3 Mayıs 1840’ta 41 maddelik bir Ceza Kanunu hazırlanıp yayımlandı. Ceza Kanunu’nun uygulamada farkedilen eksiklikleri Meclis-i Vâlâ’nın 1851’de yaptığı 43 maddelik Kanun-i Cedid ile giderilmeye çalışıldı. Bu yeni kanunun pek çok maddesi bir öncekinin aynıydı. Sarhoşluk, kumarbazlık, kalpazanlık, kız kaçırma gibi suçların ilâve edildiği kanunun en önemli yeniliği, hiç şüphesiz kamu davası anlayışını getirmesidir. 24 Ocak 1870’te 1857 tarihli Fransız Askeri Ceza Kanunu esas alınarak bir Askeri Ceza Kanunu oluşturuldu.
Ticaret Hukuku: Osmanlı ticaret hukuku neredeyse tamamen Fransa’dan aktarılmıştır. 1807 tarihli Fransız Ticaret Kanunu’nun birinci ve üçüncü bölümlerinin alınmasıyla 26 Temmuz
1850’de oluşturulan Kanunname-i Ticaret, özel hukuk alanında yapılan ilk kanundur
. Toprak Hukuku: Toprak hukuku alanında yapılan en önemli kanun olan Arazi Kanunnamesi, 1858 yılında Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığındaki bir heyet tarafından hazırlanmıştır. Sistematiği bakımından Batılı etkiler taşırsa da, içeriği yönünden bu dönemde Mecelle ile birlikte meydana getirilen iki yerli ve milli kanundan biridir. Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığında kurulan MecelleKomisyonu, yaklaşık sekiz senelik bir çalışmanın sonucunda eksik de olsa Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’yi hazırladı. Mali hukuk alanında yapılan önemli düzenlemelerden birisi 1855 tarihinde yapılan Bütçe Nizamnamesi’dir.











6. Ünite
İktisadi Modernleşme
DEVLET ELİYLE SANAYİLEŞME

Dikkatle bakıldığında Osmanlı sanayileşme çabalarının da askeri kaynaklı olarak başladığı ve II.Mahmud’un özellikle Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurduğu Asakir-i Mansure Ordusu’nun ihtiyacı olan eşyaların üretimi için bazı modern fabrikalar kurduğu görülecektir. Nitekim, daha önce, 1816 yılında II. Mahmud tarafından satın alınarak ordunun emrine verilen ve 1826 yılında kundura kısmı ilâve edilen Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası; yeni ordunun personeliyle halkın fes ihtiyacını karşılamak amacıyla 1833’te Tunus’tan getirtilen ustalar gözetiminde Kadırga’da fes üretimine ve 1839’da taşındığı Haliç kıyısında 1842 yılında kumaş imaline de başlayan Feshane; Tersane’nin yelken ve yeni ordunun elbise, iç çamaşırı ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak üzere 1827’de Eyüp Bahariye’de üretime geçen iplikhane; orduya kumaş ve iplik üretmek amacıyla 1836’da kurulan islimye Çuha Fabrikası bunlar arasında sayılabilir.
1843’te ordu için kumaş ve fes üretmek üzere izmit’te kurulan izmit Çuha Fabrikası ertesi yıl tamamlanarak padişahın da katıldığı bir törenle faaliyete geçti. 1843 yılında Zeytinburnu’nda boru, ray, pulluk, top, kılıç, süngü, vapur ve fabrika aksamı gibi her türlü demir alet ve eşyayı üretmek üzere bir demir fabrikasının kurulması kararlaştırıldı ve gerekli alet, makine ve ustalar Belçika’dan getirtildi. Osmanlı Devleti, bir yandan bu faaliyetlerde bulunup sanayileşme hamleleri yaparken, bir yandan da 1851’den itibaren uluslararası sergilere katılıp ülkede üretilen sınai ve tarımsal ürünleri uluslararası arenada sergilemekten geri durmadı. Sergilere gönderilen ürünler genel olarak deri, porselen, tekstil, tarım, madencilik ve kâğıt gibi günümüzde de söz sahibi olunan sektörlere aitti.
Devlet, bununla da yetinmeyip 1863’te Sergi-i Umumi-i Osmani adıyla uluslararası bir sergiyi istanbul’da organize etme başarısını gösterdi. II. Mahmud döneminden beri sürdürülen sanayi tesislerinin devlet eliyle kurulması yönündeki siyaset, bu fabrikaların hazinenin sırtına yüklediği maliyet ve Kırım Savaşı’nın bütçe dengelerini sarsması yüzünden 1860’lardan itibaren terkedildi.
Islah-ı Sanayi Komisyonu ve Esnafı Şirketleştirme Girişimi:
Devletin sanayi girişimlerinden vazgeçmesinden sonra, 1864’te sanayii desteklemek ve girişimcilere yol göstermek üzere Islah-ı Sanayi Komisyonu kuruldu. iyi düşünülmüş bir girişim olan Islah-ıSanayi Komisyonu’nun 8 Ağustos 1874’te ortadan kaldırılmasıyla esnaf tekrar kendi haline terkedilmiş oldu. Bu bağlamda ifade edilmesi gereken bir husus da, Kasım 1868’de, demircilik, marangozluk, dokumacı lık, makinecilik, mimarlık, terzilik, kunduracılık ve ciltçilik gibi meslekleri öğretmek üzere eğitime başlayan Islah-ı Sanayi Mektebi’nin bu sanayileşme siyasetinin bir yansıması olarak ortaya çıktığıdır.
Osmanlı Tarımı: Üçüncü ünitede açıklandığı üzere, 1838’de Hariciye Nezareti’ne bağlı olarak ülkede ticaret, sanayi ve tarımı geliştirmek için çalışmalar yapmak amacıyla Ziraat ve Sanayi Meclisi (Meclis-i Umur-i Nafıa) ve ardından da 1839’da Ticaret Nezareti gibi merkez birimleri oluşturuldu. 1850’de yeni zeytinlik yetiştirenlere 25 yıl vergi muafiyeti sağlandı; benzer muafiyetler ipekböcekçiliğini teşvik için dutlukların çoğaltılması amacıyla da yapıldı. Devlet bu teşviklerin yanında çiftçiye verilecek özel ve resmi kredileri düzenlemek amacıyla da bazı adımlar attı. 1848’de özel krediler için pilot bölge olarak seçtiği Kütahya’da kredi faizinin en fazla %8 olmasını kararlaştırdı ve her hangi bir aksaklık ve ödeyememe durumunda faize faiz yürütülmesini yasakladı.
1838 OSMANLI-İNGİLİZ (BALTALİMANI) TİCARET ANTLAŞMASI
ingiltere’yle 1820’de yapılan 14 yıl süreli gümrük tarifesinin 1834’te yenilenmesi gerekiyordu. Bu arada Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılıp Asakir-i Mansure’nin kurulması, 1828-29 Osmanlı-RusSavaşı’nın hazineye büyük bir maliyet yüklemesi ve bunlara bağlı olarak fiyatların artmasının ortaya çıkardığı olumsuz mali tablonun zorladığı hükümetin oluşan açığı kapatabilmek için vergileri arttırması veya değişik isimler altında yeni vergiler koyması yabancıların şikâyetlerine neden oldu; ayrıca, hazinenin, 1828’den itibaren yeni ordu için gelir sağlamak amacıyla hububat, ipek ve afyon gibi bazı maddelere “yed-i vahid” denilen tekel uygulaması, bu maddelerin ticaretini yapan tüccarları endişelendirdi. ingilizler, bu şartlarda başlayan tarife görüşmelerini siyasi bir manevrayla ticaret antlaşması müzakerelerine dönüştürdü.
Yed-i Vahid: Devletin Yeniçeri Ocağı’nı kaldırıp Asakir-i Mansure ordusunu kurmasından sonra hazineye gelir temin etmek üzere kereste, kömür, palamut afyon, hububat gibi bazı maddelerin ticaretini bizzat yapmak üzere piyasaya girmesi ve müdahalesi anlamında kullanılan bir tabirdir.
Neticede Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa’nın Baltalimanı’ndaki yalısında Sir Henry L. Bulwer’in başkanlık ettiği ingiliz heyetiyle Mustafa Reşid Paşa’nın başkanlık ettiği Osmanlı heyeti arasında 16 Ağustos 1838’de Baltalimanı Ticaret Antlaşması imzalandı. Böylece, daha önceki anlaşmalarla tanınıp bu anlaşmayla kaldırılmayan imtiyazların yürürlüğünün devam etmesi, diğer devletlere verilmiş veya verilecek hakların ingilizler için de geçerli olması, ihraç yasaklarının kaldırılıp yabancı tüccarları n istediği maddeyi ihraç edebilmesi, yed-i vahid usulünün kaldırılması, bu şartlara aykırı hareket eden Osmanlı memurlarının cezalandırılması ve ingiliz tüccarının bundan zarar görmesi durumunda ziyanının karşılanması, Boğazlar’dan geçecek gemilere “izn-i sefine” denilen gemi geçiş izinlerinin geciktirilmeksizin verilmesi, ingiliz tüccarının Osmanlı mallarını alıp satma ve en imtiyazlı Osmanlı tüccarı kadar vergi verme hakkına kavuşması ve anlaşmanın yedi yıl süreyle geçerli olması şartları onaylanmış oldu. 19. yüzyılda yerli sermayeyi, iktisadi yapıyı, şirketlerin gelişimini ve devletin bir iktisadi siyaset belirlenmesini engelleyici bir konum kazanan kapitülasyonlar, yabancı devletlerin ülkenin iç işlerine karışmak için kullandıkları bir araca dönüştü.
OSMANLI PARA DÜZENi VE BANKACILIK
ilk Osmanlı gümüş sikkesi olan akçe 1326’da Orhan Bey ve ilk altın para ise Fatih Sultan Mehmed döneminde basıldı.18. yüzyıl paranın büyük ölçüde tağşiş edildiği bir dönemdir. Osmanlı maliyesindeki en büyük tağşişin gerçekleştiği II. Mahmud döneminde ise gümüş kuruş değerinin %85’ini kaybetti. Bu dönemde altın içerikleri farklı olan rûmî, adlî ve Hayriye isimli sikkeler piyasaya sürüldü; gümüş akçe ise son kez 1834’te basıldı.

Mağşuş sikke: içeriğindeki değerli maden miktarı azaltılmış ve tağşiş edilmiş sikke için kullanılan bir tabirdir. Alım gücü sınırlı olduğu ve alışverişlerde kabul edilmek istenmediği için sorunlara ve zaman zaman da isyanlara neden olmuştur. 19. yüzyıl Osmanlı piyasalarının da en önemli sorunlarından birisiydi.
1844’te Tashih-i Ayar Fermanı çıkarılarak 1 altın lira=100 gümüş kuruş esası benimsendi.
Kâğıt Paranın (Kaime) Çıkarılması: Osmanlı maliyesinde kâğıt para Tanzimat’ın hemen ardından, Tanzimat’la birlikte verilen sözlerin yerine getirilebilmesi, yani reformların finanse edilebilmesi için çıkarıldı. Arayışlar sürdürülürken daha sonra şeyhülislâm olacak olan İsmetbeyzâde Ârif Hikmet Bey kâğıt paranın çıkarılmasını önerdi. Piyasada sikkeyi temsilen tedavül edecek olan kaimeler paraya olan âcil ihtiyaç yüzünden kalıplarının hazırlanması beklenmeden Ocak 1840’ta el yazılı olarak çıkarıldı. kaime, Sadrazam Fuad Paşa’nın ingiltere’den aldığı bir borçla Eylül 1862’de piyasadan çekildi. Genellikle Rum, Yahudi, Ermeni ve Venedik ve Cenevizli tüccarları n yerli gayrimüslimlerle evlenmeleri neticesinde ortaya çıkan Levantenlerden olan sarraşar istanbul’da ve ticaretin geliştiği taşra şehirlerinde faaliyet gösterir; para ticareti, nakli ve muhafazası, gayrimenkul alım-satımı, 1760’lardan itibaren de kısa vadeli borçlarla hazineyi finanse etme gibi görevleri yerine getirir; padişah beratıyla atanır veiş yerleri Galata’da olduğu için de Galata sarrafı/bankeri olarak nitelendirilirlerdi.
Padişah, valide sultan ve önemli devlet adamlarının finans işlerini yürüten ve paralarını faizle çalıştıran birer sarrafı vardı. Osmanlı ülkesindeki ilk banka olan Dersaadet Bankası, devletin Avrupa’daki harcama ve ödemelerinde bir sterlin 110 kuruş üzerinden ödeme yapmayı üstlenen Galata’nın iki ünlü bankeri Jacques Alléon ve Emmanuel Baltazzi ’nin maliye ile olan ilişkileri neticesinde kuruldu. Yaklaşık bir yıllık bir çalışma neticesinde 13 Şubat 1856’da ismi The Ottoman Bank (Osmanlı Bankası) olarak belirlendi ve hisse senetleri satışa çıkarıldı. Piyasa, 500 bin sterlin sermayeli şirketin hisse senetlerine büyük bir rağbet gösterdi. Osmanlı Bankası, bütün mal varlığı ve şubeleriyle birlikte 4 Şubat 1863’te kurulan Bank-ı Osmanî-i Şâhâne ’ye devredildi. Osmanlı Bankası’ndan devraldığı şubelerde 1 Haziran 1863’te faaliyete geçen banka, 15 Kasım 1865’te sermayesini 4.050.000 ve ardından 17 Şubat 1875 tarihli anlaşma ile de 10 milyon sterline yükseltti.
MODERN AVRUPA TİCARET VE ŞİRKET HUKUKUNUN GELİŞİMİ
Tanzimat’la beraber yüzünü Avrupa’ya çeviren Osmanlı Devleti’nde, diğer alanlarda olduğu gibi, ticari alanda da kanunlar tercüme edilerek problemler Batı hukukuna göre tanımlanmaya başlandı; ayrıca, Ticaret Nezareti kurularak Beylikçi’nin yürüttüğü Avrupa tüccarlarının işlemleri de nezaretin sorumluluğuna verildi. Ardından Osmanlı ve yabancı uyruklu tüccarlar arasındaki anlaşmazlıklara bakmakla görevli Ticaret Mahkemesi (Ticaret Meclisi) oluşturuldu. Ticari davalar görülürken Avrupa ve Hayriyye tüccar temsilcileri de mahkemede hazır bulunurdu. Mahkeme kararlarının temyiz edilemez oluşu uygulamada Müslüman tüccarları zarara uğrattı; zira, davalar, kendilerini avukat aracılığıyla savunan yabancılar lehinde sonuçlanmakta ve gayrimüslim Osmanlı tüccarları ise, yabancı uyruğuna girerek durumlarını kurtarmaktaydı.
Bu bürokratik düzenlemelere uygun olarak çıkarılan ve 1807 tarihli Fransız Ticaret Kanunu’nun birinci ve ikinci kısımlarının tercümesiyle oluşturulan Ticaret Kanunnamesi‘yle birlikte ticaret ve şirket hususlarındaki şer’î kuralların yerini Batı hukuku almaya başladı. Osmanlı Devleti’nde Avrupa örneğine göre kurulan ilk yerli anonim şirket Şirket-i Hayriyye ’dir. Konuyu gündeme getiren Fuat Paşa ile Cevdet Paşa, böyle bir girişimde bulunma nedenini, Avrupa’ya büyük bir servet birikimi ve bayındırlık getiren anonim şirketler konusunda kamuoyuna somut bir örnek göstermek ve Boğaziçi’nde oturanların gidiş-gelişlerini kolaylaştırmak olarak açıklarlar.
DEMİRYOLLARI VE ULAŞIMDA MODERNLEŞME
1851’de Hindistan yolunu kısaltmak amacıyla iskenderiye ve Kahire üzerinden Kızıldeniz’e varacak bir demiryolu imtiyazını Osmanlı hükümetini devreden çıkartarak Mısır Valisi Abbas Paşa’dan alan ingilizler, iki devlet arasında büyük bir diplomatik krize neden oldu. Neticede, padişah fermanıyla imtiyazın verilmesi üzerine başlayan ve iskenderiye ile Kahire arasındaki 211 km’lik kısmı 1856’da tamamlanan bu hat, Osmanlı Devleti’nde inşa edilen ilk demiryolu olup Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra önemini ve işlevini yitirdi. Neticede izmir-Aydın arası 1 Temmuz 1866’da işletmeye açıldı. ingilizlerin, Osmanlı Devleti’nin tahıl ambarı olan Dobruca ovasının tarımsal potansiyelini değerlendirmek amacıyla inşa ettikleri 66 km uzunluğundaki Köstence- Çernovada (Boğazköy) Demiryolu, Osmanlı Rumelisinde yapılan ilk demiryoludur. 2 Eylül 1857 tarihinde ingilizlere verilen imtiyazın süresi 99 yıl olup kilometre garantisi yoktu. 41 km’lik Mudanya-Bursa arası 1875’te tamamlandı.
Ancak, kötü döşenmiş olan bu hat 1892’ye kadar işletmeye açılamadı. Osmanlı Devleti’ni en fazla uğraştıran yatırım Rumeli Demiryolları oldu. Daha önce anlaşma imzalanan üç değişik grubun yükümlülüklerini yerine getirememesi üzerine Avrupa’ya gönderilen Nafıa Nazırı Davud Paşa, 17 Nisan 1869’da aslen Macar yahudisi olan Baron Maurice de Hirsch ile anlaştı. Hirsch, görevlerini yapmamasına rağmen, başvurduğu çeşitli oyunlar ve Davud Paşa gibi bazı devlet adamlarına verdiği rüşvetler sayesinde büyük kazançlar elde ederek Avrupa’nın en büyük zenginleri arasına girdi; ayrıca, Arapsaçına dönen ve devleti uzun süre uğraştıran Rumeli Demiryollarında belirlenen hedeşere ulaşılamadı.
OSMANLI DIŞ BORÇLANMALARI
I. Abdülhamid, 1789 yılında Osmanlı- Rus ve Osmanlı-Avusturya savaşları devam ederken Hollanda’dan borç almayı düşünmüş; ancak, borca karşılık gösterilecek gelirlerin âyanın elinde olduğu gerekçesiyle bu tasarıdan vazgeçilmiş ve konu uzun bir süre gündemden düşmüştü. 1854’te uzun görüşmeler neticesinde ingiliz hükümetinin desteğiyle ve Londra’da Palmer ve Paris’te Goltschmidt şirketlerinin aracılığıyla üç milyonu hemen ve iki milyonu da gerektiğinde kullanılmak üzere toplam beş milyon sterlin borçlanıldı. Mısır vergisinin bir kısmı karşılık gösterilen bu ilk borçlanmadan hazineye 2,29 milyon sterlin girdi. Savaşın sürmesi tekrar borçlanmayı gerektirdiğinden ertesi yıl ingiliz ve Fransız hükümetlerinin güvencesiyle Mısır vergisinin geri kalanıyla izmir ve Suriye gümrükleri karşılık gösterilerek beş milyon sterlin tutarında bütün Osmanlı borçlanmaları içerisinde en iyi şartları taşıyan anlaşma yapıldı. Faiz oranı %4 olan bu borçlanmadan hazineye tahvillerin değerinin %2,6 fazlası, yani 5.131.250 sterlin girdi.
1865’te yapılan altı milyon sterlinlik borçlanmanın Osmanlı dış borç tarihi açısından büyük bir önemi vardır; zira, hazine, artık önceki borçlanmaların taksitlerini ödeyebilmek için dış borca başvurmak zorundaydı. şöyle ki, borçlanmanın başladığı 1854 ile 1874 yılları arasındaki yirmi yıl içerisinde Osmanlı Devleti 209 milyon Osmanlı lirası borçlanmışken, hazineye sadece 115 milyon liranın girdiği tahmin edilmektedir. Bu borçlar büyük ölçüde Londra ve Paris piyasalarından alındı. Elde edilen paraların %84’ü üretim yerine günlük cari harcamalara gitti. Devlet, 1875 senesinde bütçe açıklarının beş milyon liraya ulaşması üzerine dış borçların faizlerinin ancak yarısını ödeyebileceğini ilân etti ve bu moratoryum büyük bir krize ve hazinenin işâsına neden oldu. Dolayısıyla böyle büyük bir krizle neticelenen Tanzimat dönemi mali reformlarının başarılı olduğunu ifade etmek güçtür.










7. Ünite
Basın, Kamuoyu ve Yeni Osmanlılar
19. YÜZYILDA OSMANLI KAMUOYU

Sınışı toplumların ve kutsanmış iktidarların açıktan sorgulandığı 18. yüzyılda, Aydınlanmadüşünürlerinin devlet, fert ve siyaseti eşitlikçi bir düzlemde yeniden tanımlayıp fikirlerini basın- yayın yoluyla kitleye ulaştırmaları, bireyleri ve iktidar hakkındaki düşüncelerini önemlikılmıştı.1826-1856 arasında gerçekleştirilen kapsamlı reformlarla, klasik Osmanlı düzeni zihniyet ve kurumlarıyla birlikte dönüştürüldü. Devlet, bu süreçte uygulamaya koyduğu yeniliklerin kamuoyunda ne tür etki ve tepkiler yarattığını belirlemek amacıyla ve hafiyeler aracılığıyla havadis jurnalleri adı verilen istihbarat raporları hazırlattı.
Toplumun kaygılarını bizzat görerek bilgilenmek gerektiğini düşünen padişahlar yurt gezilerine çıktılar. II. Mahmud, bu bağlamda 1829-1837 yılları arasında beş yurt gezisi yaptı ve Tekirdağ, Çanakkale Boğazı, Gelibolu, Edirne, Gemlik, izmit, Varna, fiumnu, Silistre, Rusçuk gibi Ege ve Doğu Trakya’daki bazı şehirleri ziyaret etti. ingiltere’den alınan ilk buharlı gemi olan Sürat ile yapılan bu gezilerde halka yeni dönemin simgelerinden olan mızıka (askeri bando) dinletilmiş; fes, sırmalı pantolon ve süslü bir pelerin (harvâni) içerisindeki padişah yeniliği şahsında modellemiştir. 1831’den itibaren Takvim-i Vekayi adıyla resmi bir gazetenin yayın hayatına başlaması, 1836’da kamuya açık yerlere padişahın portresinin (tasvir-ihümayun) asılması gibi uygulamalar ise padişahın tebaasıyla dolaylı temas, bilgilendirme ve kendini hatırlatma çabasının yansımalarıydı.
BASIN-YAYIN FAALİYETLERİ
Matbaa ve Kitap Basımı
Johannes Gutenberg
‘in 1450’li yılların hemen başında matbaayı icadının üzerinden elli yıl geçmeden, bu yeni teknik Osmanlı topraklarına gelmişti. Osmanlı sınırları içinde ilk matbaa, ispanya’dan sürülen Yahudi mülteciler tarafından 1493 yılında kuruldu; daha sonra 1567’de Ermeniler ve 1627’den itibaren de Rumlar tarafından kullanıldı. ilk Türk matbaası ise ibrahim Müteferrika‘nın çabaları neticesinde 1727 yılında kuruldu. Kurucusundan hareketle Müteferrika Matbaası olarak da anılan bu matbaa 1729’da asıl adı Sıhahü’l-Cevherî olan Vankulu Lügatini basarak yayım hayatına başladı. Müteferrika, ölüm tarihi olan şubat 1747’ye kadar sadece 17 kitap basabilmişti. 1860’ta ilk özel gazete olan Tercüman-ı Ahval ve 1862’de de Tasvir-i Efkâr çıkmaya başladı.
Gazete ve Dergiler Yabancı Dilde Basın
Osmanlı ülkesindeki gayrimüslimlerin 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısındaki öncelikli gündemi, siyasi ve kültürel özerklik elde etmek ve şartlar olgunlaştığında da bağımsız olmaktı. 1867’de çıkardığı Kararname-i Âli ile Türkçe ve yabancı dillerdeki basın faaliyetlerine ciddi sınırlamalar getirdi. Osmanlı topraklarında yayımlanan ilk Rumca gazete 1831’de izmir’de çıkan Filoston Neon‘dur. 1832’de yayın hayatına başlayan Amalthia 1922’ye kadar yayını süren uzun ömürlü nadir gazetelerdendi. Yabancı dilde basın konusunda değinilmesi gereken bir diğer husus, istanbul dışında çıkan yerel gazetelerdir. O dönemde istanbul’dan sonra en gelişmiş kentlerden biri olan ve önemli ölçüde Levanten nüfus barındıran izmir’de de Fransızca gazeteler vardı. 1821-31 arasında çıkan Spectateur Oriental, Le Smyrneen, Le Courrier de Smyrne ve Journal de Smyrnebunlardan bazılarıydı. 1840’lardan itibaren çıkan Ladino, Rumca, Ermenice ve Bulgarca yerel gazeteler de vardı; ancak, bunlar zamanla istanbul’a taşındı. Levanten: Doğu’da, özellikle istanbul, izmir ve Selânik gibi ticaret merkezlerine yerleşip evlilik yoluyla buradaki gayrimüslimlerle karışan Batılıları nitelerdi. Ladino: ispanya Yahudilerinin konuştuğu Hint-Avrupa kökenli karma bir dildir.Doğrudan Ermeniler tarafından çıkarılan ilk gazete izmir’de 1839’da yayın hayatına başlayan içtemeran
Bidari Kidelyat
s’tı. 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânı yerli ve yabancı basın açısından bir dönüm noktası oldu. Bu tarihten sonra Türkçe ve diğer dillerdeki yayın sayısında adeta bir patlama yaşandı.
Türkçe Basın
Osmanlı sınırları içerisinde çıkan ilk Türkçe gazete, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın talimatıyla 2 Aralık 1828’de Kahire’de yayın hayatına başlayan Vekayi-i Mısriyye‘dir. Takvim-i Vekayi, iç ve dış kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla 1 Kasım 1831’den itibaren Vakanüvis Mehmed Esad Efendi yönetiminde çıkarılmaya başlandı. II. Mahmud’un reform ve merkeziyetçilik politikalarına hizmet etmek ve devletin sesi olmak gibi iki önemli siyasi ve toplumsal işleve de sahip olan
Takvim-i Vekayi, düzenli olmasa da 1922’ye kadar yayını- nı sürdürdü. Osmanlı sınırları içinde özel teşebbüsün çıkardığı ilk gazete olan Ceride-i Havadis 1 Temmuz 1840’da yayımlanmaya başladı. Devlet desteğiyle çıkarıldığı için yarı resmi bir yayın organı olarak kabul edilir. Bir Osmanlı vatandaşının çıkardığı ilk özel gazete olan Tercüman-ı Ahval, devletten mali destek almayan gerçek bir gazeteye doğru atılan ilk adımdı; ancak, daha sonra bu çizgiyi koruyamayacaktı. Âgâh Efendi’nin çıkardığı bu gazetenin ilk sayısı 22 Ekim 1860’da çıktı. başta fiinasi olmak üzere o dönemin iktidarlarından memnun olmayan ve daha sonra Yeni Osmanlılar şeklinde adlandırılacak olan muhalif kalemlerin yetiştiği bir mektep oldu. ibrahim fiinasi’nin (1826-1871) çıkardığı Tasvir-i Efkâr 27 Haziran 1862’de yayın hayatına başladı. Gazetenin başta eğitim konusu olmak üzere yönetimi sert biçimde eleştirmesi ve özellikle muhalişer için bir çekim merkezi haline gelmesi, hükümeti harekete geçirdi. fiinasi, 4 Temmuz 1863’te Meclis-i Maarif’teki görevinden ve devlet memurluğundan çıkarıldı.
ÖRGÜTLÜ SİYASİ MUHALEFET
Tanzimat Fermanı, içerdiği maddeler bakımından geleneksel idari ve hukuki sistemde ciddi değişimlere neden oldu. Her köklü değişim gibi bunun da siyasi ve idari sorunlarla bir takım sosyal huzursuzluklara yol açması kaçınılmazdı. Örneğin vergilerle ilgili sorunlar 1841 Niş isyanı’na, angaryanın sürdürülmesi ve eyalet meclislerindeki temsil konusu 1850 Vidin isyanı’na yol açtı.






Kuleli Vakası
1853-1856 Kırım Savaşı’ndan sonra devletin ekonomik durumunun kötüleşmesine rağmen toplumun elit tabakasında görülen alafranga (Batı tarzı) öykünmelerle lüks ve israf, Tanzimat reformlarının toplumun bazı kesimlerinde yarattığı rahatsızlığı daha da tırmandırdı. Bütün bunlara, hak ettikleri makamların kendilerinden esirgendiğini düşünen sivil ve asker memurlarla muhafazakâr muhalefet de eklenince 1859’da gizli bir cemiyet kuruldu. Gerektiğinde kendisini feda edeceğine dair üyelerden yazılı taahhüt alındığı için örgüt bazı çalışmalarda Fedailer Cemiyeti olarak da anılır.
14 Eylül 1859’de Kılıçali Paşa Camiinde toplantı halindeyken basılan cemiyetin üyeleri tutuklandı. Zanlılar Çengelköy’deki Kuleli Kışlası’na (Kuleli Askerî Lisesi) konulduğu; soruşturma ve yargılama işlemleri de burada yapıldığı için bu olay Kuleli Vakası olarak anıldı. Gerçekleşmeden bastırılan bu girişim, daha sonra Meslek ve Yeni Osmanlılar diye anılacak olan siyasi hareketlere ilham kaynağı olmuştu. Nitekim, bu olayı bir hürriyet hareketi olarak yorumlayan Yeni Osmanlıların önderlerinden Namık Kemal, olaya adı karışanların gizlice yargılanmasını Tanzimat’ın getirdiği hukuki esaslara aykırı olduğunu ifade eder. Takvim-i Vekayi ve Ceride-i Havadis gibi devlet eliyle veya desteğiyle çıkartılan gazetelere, Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkâr örneklerinde olduğu gibi 1860’lı yıllardan itibaren özel girişimin çıkardığı gazetelerin de eklenmesiyle, muhalif kesim için görüşlerini ifade edebilecekleri yasal platformlar ortaya çıkmış oldu. Basın yoluyla güçlenen ve mevcut yönetime muhalefet paydasında birleşen muhalişer, ilki 1865 yılında Meslek, ikincisi ise 1867’de Yeni Osmanlılaradlarıyla iki siyasi örgüt aracılığıyla mücadele etmeye başladılar.
Meslek Cemiyeti
Yeni Osmanlılar Cemiyeti’yle karıştırılan, ancak tamamen bağımsız bir siyasi grup olan Meslek, Haziran 1865’te istanbul’da Belgrad Ormanları’nda bir araya gelen Sağır Ahmed beyzâde Mehmed Bey, Menapirzâde Nuri Bey ve Kayazâde Reşad Bey tarafından kuruldu. Adı Fransızca “misyon” kelimesinden esinlenilerek konulan ve italyan Carbonarie (Karbonari) Cemiyeti’nin teşkilatlanma prensiplerine göre kurulan cemiyetin Meslekname adı verilen içtüzüğü de hazırlandı. Kurucu üyelere zamanla Subhipaşazâde Ayetullah Bey ile Mir’at gazetesinin sahibi Refik Bey de katıldı. Cemiyetin kurucusu olan Mehmed Bey, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın yeğeni idi.
Yeni Osmanlılar Hareketi
Yeni Osmanlılar terimi, önderliğini Namık Kemal, Ziya Bey (Paşa), Ali Suavi ve Âgâh Efendi gibi fikir adamlarıyla gazetecilerin yaptığı siyasi hareketi tanımlar. Avrupalıların Genç Osmanlılar veya Genç Türkler (Jeunes Turcs) olarak tanımladığı bu muhalif grup, Tanzimat’tan sonra kurulan eğitim kurumlarından mezun olan ve ekseriyetle Tercüme Odası’nda yetişip öğrendikleri yabancı dil sayesinde dış dünyayı tanıyan yeni bir nesildi. Dolayısıyla dış dünya, iktidar, toplum ve siyaset hakkında, önceki nesillerden ve bu arada Tanzimat bürokrasisinden farklı görüş ve fikirlere sahiptiler.
Fuad Paşa ile Âli Paşa’nın devleti adeta nöbetleşe yönettikleri bu dönemde hükümetin icraatlarından memnun olmayan aydınların bir araya gelmesinde Tasvir-i Efkâr‘ın sahibi ibrahim fiinasi, Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa ile Courrier d’Orient adıyla Fransızca bir gazete çıkaran Jean Pietri (Giampietri) önemli rol oynadı. Bu iki gazetenin idare merkezleri muhalişerin buluşma yeriydi. Paris’te kaldıkları dönemde tanık oldukları ihtilal atmosferini ve aydınların kalemiyle eğittiği halkın iktidarı değiştirme gücünü bizzat gören fiinasi ve Jean Pietri, şahsi tecrübelerini muhalişere aktardılar. Yeni Osmanlıların bir araya gelmesinde ve örgütlenmesinde en önemli isim, şüphesiz Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa (1830-1875)’ydı. Mısır Valisi ibrahim Paşa’nın oğlu olan Mustafa Fazıl Paşa, 1845’te istanbul’da başladığı kariyerinde Maarif ve Maliye nazırlıklarına kadar yükseldi. Ancak Sadrazam Fuad Paşa’yla yaşadığı sorunlar hükümetteki varlığının uzun süreli olmayacağının habercisiydi. Bunun yanında bu sırada Mısır’ın veraset sisteminde değişiklik yapılacağı ve valiliğinin engelleneceği yönündeki söylentiler, Mustafa Fazıl ’ın hükümetle ilişkisini daha da bozdu ve bu nedenle muhaliflere yaklaşarak adamlarından Arif, Sakakini ve özellikle Jean Pietri aracılığıyla bu kesimle ilişkilerini güçlendirdi. Konağı, zamanla, adeta Sadrazam Fuad Paşa ve Hariciye Nazırı Âli Paşa’nın güdümündeki hükümete muhalif olanların karargâhına dönüştü.
Bu arada muhalifleri mercek altına alan hükümet, yukarıda açıklandığı gibi, Meslek Cemiyeti’nin ihbar edilmesi üzerine soruşturma başlattıysa da, Sağır Ahmedbeyzâde Mehmed Bey, Menapirzâde Nuri Bey ve Kayazâde Reşad Bey erken davranıp önce Courrier d’Orient matbaasında saklandı; ardından da Paris’e firar ettiler. Böylece Haziran ortalarında hem Meslek grubu üyeleri ve hem de Yeni Osmanlılar Paris’te Mustafa Fazıl Paşa ’nın etrafında buluştu.
Paris’e ulaşan ve Fransa’nın devrimci basını tarafından coşkuyla selamlanan ilk grup Yeni Osmanlılar oldu.
Âgâh Efendi ile Meslek Cemiyeti üyelerinin de firarıyla sayıları artan muhalişere, Paris elçiliği görevlilerinden Kânipaşazâde Rıfat, Teodor Kasap, elçilik imamı Hoca Tahsin ile öğretmen ve doktor da katıldı. Meslekçiler hariç, saltanat ve padişah karşıtlığı olmayan bu muhalifler, temelde hukuk devletini kuracak ve millet iradesini yönetime yansıtacak bir meclisin açılmasını, bir başka ifadeyle, meşruti bir monarşiyi savunmaktaydı. Görüldüğü gibi, Yeni Osmanlıların ortak ideoloji ve ülküleri yoktu. Bâbıâli’nin ve özellikle de Sadrazam Âli Paşa’nın baskıcı icraatlarına karşı olmak tek ortak noktalarıydı. Cemiyetin yayın organı olarak düşünülen Muhbir, Sultan Abdülaziz’in Paris ziyareti nedeniyle ancak 31 Ağustos 1867’de Londra’da çıkarılabildi. Fazıl Paşa’nın Sultan Abdülaziz’le yakınlaşmasından rahatsız olan ve bu nedenle Baden Baden toplantısına katılmayan Ali Suavi’nin çıkardığı Muhbir‘in üzerinde cemiyetin amblemi olduğu halde diğerlerini dışlayan bir çizgide yayın yapmaya başlamasından rahatsız olan Namık Kemal ve Ziya Bey, 29 Haziran 1868’den itibaren Londra’da Hürriyet‘i yayınlamaya başladılar. şubat 1870’e kadar burada yayımlanan Hürriyet, Ziya Bey’in Osmanlı hükümeti hakkında yazdığı sert eleştiriler nedeniyle tutuklanması üzerine Cenevre’ye taşındı.
Başlangıçta Yeni Osmanlılarla aynı safta yer alıp sonra yollarını ayıran Meslekçiler’den Mehmed Bey, Nuri Bey ve Reşad Bey ise Hüseyin Vasfi Paşa’yla birlikte ittihad ve inkılâb adlı gazeteleri çıkardılar. Mustafa Fazıl Paşa’nın istanbul’a döndükten sonra hükümeti devirmek yerine bakanlık koltuğu elde etmeye çalışması, muhaliflerdeki kafa karışıklığını daha da arttırdı. Yeni Osmanlıları maaşlı memurları gibi gören Fazıl Paşa’nın hükümet karşıtı sert yazıları engellemek için müdahalede bulunması ve maaşlarını kesme tehdidi, muhalif kanadın çatırdamasına yol açtı. Hürriyet, Namık Kemal’in ayrılması üzerine Hidiv ismail Paşa’nın maddi desteğiyle Ziya Bey tarafından çıkarıldı. Jön Türkler, İttihat Ve Terakki ile Hürriyet ve İtilâf gibi sonraki parti ve cemiyetlerin ortaya çıkmasında oynadıkları rol, Yeni Osmanlıları Türk demokrasi tarihinin öncülerinden biri yapmıştır. Anayasanın ilânı ve parlamentonun açılması fikri etrafında toplanan genç Tanzimat aydınları olan Yeni Osmanlılar, bir siyasi programdan çok basına getirdiği sıkı denetimle seslerini kısmaya çalışan Sadrazam Âli Paşa’ya karşıtlığın yarattığı bir muhalefet hareketidir. Cemiyet üyeleri arasında düşünce ve eylem birliğinden söz etmek güçtür.













8- Ünite
Osmanlı Devleti’nde Sosyal Yapı
Klasik Osmanlı Sosyal Düzeni

Osmanlı idari ve sosyal düzeninin felsefi temelleri, Türk devlet geleneği ve islâm dininin esasları çerçevesinde şekillendi. Söz konusu anlayış daire-i adliyye, yani adalet dairesi veya hakkaniyet çemberi şeklinde adlandırılmı ştır. Buna göre;
•Dünya barışı, ancak adaletle sağlanabilir
•Dünya, duvarı devlet olan bir bahçe gibidir
•Devletin düzenleyici gücü kanundur
•Kanunun koruyucusu güçlü bir iktidardır
*Sağlam bir iktidar ve devlet için güçlü bir ordu şarttır
•Güçlü bir ordu için dolu bir hazine (servet) gereklidir
•Bu servet ancak bolluk ve huzur içinde yaşayan bir halktan sağlanabilir
•Halkın huzur ve refah içinde yaşaması ise âdil bir yönetimle mümkündür.
Osmanlı yönetim felsefesine göre daire-i adliyyenin halkalarını oluşturan; adalet, kanun, mutlak iktidar, ordu, servet ve halk, sosyal yapının ve işleyişinde temel dayanaklarını oluştururdu. Devletin varlığının ve devamlılığın temeli olarak kabul edilen bu sistemin sorunsuz işletilebilmesi amacıyla, Osmanlı toplumu “askeri” (yönetenler) ve “reaya” (yönetilenler) şeklinde iki temel sınıfa ayrılmıştı. Devletin asli unsuru Müslüman Türklerdi. Devletin kurucusu, koruyucusu ve büyük oranda yöneticisi olan bu asli unsur, başta askerlik olmak üzere asıl yükü çeken ve doğal olarak “hâkim millet” olmanın ayrıcalıklarından yararlanan kesimdi. ikinci grubu oluşturan gayrimüslimler ise, farklı mezheplere mensup Hıristiyanlarla Musevilerdi. 18. yüzyıldan itibaren “millet” şeklinde adlandırılan bu dini cemaatler, kendi kültür, inanç ve adetlerine göre serbestçe yaşar ve ticari faaliyetlerini mevcut kanunlar çerçevesinde yerine getirirlerdi. Millet Sistemi olarak adlandırılan bu idari ve sosyal örgütlenme modelinde, her millet kendi inanç ve gelenekleri etrafında ayrı bir topluluk olarak tanımlanmıştı.
Millet Sistemi esas olarak ırk veya dil aidiyetine göre değil, din ve mezhep mensubiyetine göre işlemekteydi.
19. YÜZYILIN BAŞLARINDA YÖNETİM VE TOPLUM
Siyaset-Toplum ilişkisi ve Etkileşimi

17. yüzyılda Anadolu’da siyasi, ekonomik ve sosyal düzeni alt üst eden ve Celâlî isyanları denilen kargaşa dönemi, üretim ve tüketim ilişkilerini ciddi bir biçimde etkiledi. Klasik toprak rejimi olan timar sisteminin ve buna bağlı olarak da askeri düzenin çözülmesi, hazine gelirlerindeki belirgin düşüşler, nüfusunun dörtte üçü tarımsal ekonomiye bağlı olan Osmanlı toplumunu derinden etkiledi. 1789’da patlak veren Fransız ihtilâli, yaydığı fikirler nedeniyle Balkan coğrafyasında Osmanlı Devleti açısından yeni sorunlar ortaya çıkarttı. 1789’da tahta çıkan III. Selim, bu durum karşısında Avusturya ve Rusya ile imzalanan antlaşmalarla sağlanan barış ortamından da yararlanarak Nizam-ı Cedit adıyla kapsamlı bir reform programını yürürlüğe koydu; ancak geleneksel dost olarak nitelendirdiği ve reform sürecinde model aldığı Fransa’nın 1798’de beklenmedik bir biçimde Mısır’ıişgal girişimi, bir anda Bâbıâli’nin gündeminin değişmesine ve reform çabalarının askıya alınmasına neden oldu.
Kamuoyu: Dolaylı ve Doğrudan Temas
19. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nde sosyal yapı ve siyaset denkleminde yeni bir kavramın, “kamuoyu” nun öne çıktığını söylemek mümkündür. Devlet-toplum ilişkilerinin yeniden tanımlanmasını gerektiren bu gelişmeler, aşağıda değinileceği üzere, öncelikle basın-yayın yoluyla toplumun merkeziyetçi politikalar doğrultusunda bilgilendirilip yönlendirilmesini gündeme getirdi. Bu dolaylı temasın yeterli görülmemesi üzerine, bu defa yine bir ilk olarak padişahın doğrudan tebaa ile buluşmasını sağlayan yurt gezilerine çıkıldı. II. Mahmud’un 1829-37 arasında farklı tarihlerde çıktığı beş gezi bu bağlamda değerlendirilebilir.
Basın-Yayın
19. yüzyıl Osmanlı sosyal yaşamında bir diğer gelişme, ilk kez devlet eliyle bir gazetenin çıkarılmış olmasıdır. Osmanlı Devleti, Batı’da iki yüzyıl önce örnekleri görülen, iç ve dış kamuoyunu yönlendirmekte ve sosyal entegrasyonu sağlamakta etkin bir araç olan gazeteyi ancak 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde gündemine alabildi. Devlet, 1 Kasım 1831’den itibaren Takvim-i Vekayi adıyla resmi bir gazete çıkarmaya başladı ve bunu, devlet destekli yarı resmi Ceride-i Havadis (1840), Tercüman-ı Ahvâl (1860), Tasvir-i Efkâr (1862) ve Muhbir (1867) gibi gazetelerin yayımı izledi. Bu gazeteler, 1865’ten itibaren Meslek ve Yeni Osmanlılar adıyla anılacak muhalif örgütlenmeler için hem bir okul, hem de etkin bir propaganda aracı oldu.
İdari ve Toplumsal Değişimin Siyasi Hazırlık Aşaması
Vakıf gelirleri ve dini statüleri sayesinde önemli bir siyasi aktör haline gelen ilmiye sınıfının gücünü kırmak amacıyla 1826’da Evkaf-ı Hümayun Nezareti‘ni kurdu. II. Mahmud, değişimin teminatı rolünü üstlenecek yeni bir unsuru siyasi yapıda özellikle öne çıkardı. Dini otoriteyi temsil eden şeyhülislâmlık ve bürokratik gücü temsil eden sadaret makamının idari sistemdeki etkinliğine ortak olacak bu yeni unsur, seraskerlik makamıydı. Bu amaçla yapılan 1836 tarihli düzenlemeyle, seraskerlik protokolde sadaret ve şeyhülislamlık makamıyla denk kabul edildi.
DEVLET ELiYLE ZORUNLU SOSYAL DEĞİŞİM
Sosyal Değişim ve Entegrasyonun Hukuki Adımları

II. Mahmud’un ölümünden sonra merkez bürokrasisinin girişimiyle 3 Kasım 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümayunu veya diğer bir isimlendirmeyle Tanzimat Fermanı ilân edildi. İmparatorluğun Rumeli’de varlığını sona erdirecek bir gelişme olan Balkan milliyetçiliğini frenleme, Mısır sorununun çözümünde Avrupalı devletlerle kamuoylarının desteğini sağlama ve özellikle de idari- hukuki açıdan devlet-toplum ilişkilerini yeniden düzenleme isteği, fermanın öncelikli hedeflerindendi. Tanzimat’ın uygulanması, imparatorluğun doğusunda genelde yerel isyanlara yol açarken, batısında dış tahrik ve desteklerle milliyetçi-ayrılıkçı ayaklanmalara dönüştü. Örneğin vergilerle ilgili sorunlar 1841 Niş isyanı’na, angaryanın sürdürülmesi ve eyalet meclislerindeki temsil konusu 1850 Vidin isyanı’na yol açarak kısa sürede ayrılıkçı hareketlere dönüştü.

Sosyal Yapıda Yeni Katmanlar: işçiler ve Memurlar
18. yüzyılın ikinci yarısında ingiltere’de başlayan Sanayi Devrimi’nden sonra belirgin bir biçimde üretim faaliyetlerinin en önemli unsuru haline gelen ve kent merkezlerinde yoğunlaşan işçiler, gerçekleştirdikleri eylem ve grevlerle siyasi, iktisadi ve toplumsal hayatın önemli aktörleri haline geldiler. Osmanlı Devleti’nde mesleki hak ve çıkarları savunmak amacıyla toplu iş bırakma eylemlerine 1870’li yılların başlarında rastlanır. Bu dönemde işçilerin en yoğun olduğu sanayi kolları, kara, deniz ve demiryolu ulaşımı, inşaat, dokuma, madencilik, cam, kâğıt, tütün ve gıda sektörleriydi. ilk örgütlü işçi eylemi olarak 1863’te Zonguldak kömür madeni işçilerinin iş bırakması görülüyor. Ocak 1872’de ise tersane işçileri greve gitti. Beyoğlu Telgrafhanesi işçilerinin şubat 1872 ’deki iş bırakma eylemi, gerçek anlamda ilk grev olarak kabul edilir.
Kılık Kıyafeti Devlet Eliyle Düzenleme
19. yüzyılın ilk yarısında sosyal hayatta devlet müdahalesiyle gerçekleştirilen önemli bir yenilik de kılık kıyafet düzenlemesiydi. 1828’de askeri kıyafetlerde fesle başlayan bu süreç, 1829’dan itibaren devlet memurlarını kapsayacak şekilde genişletildi. Böylece, memurlara geleneksel kıyafet yerine ceket, pantolon ve fes giyme zorunluluğu getirildi.
19. YÜZYILDA GÜNDELİK YAŞAM VE DEĞİŞİM Gündelik Yaşamın Temel Karakteri ve Mekânları
Getto:
Bir kentte asli unsurun dışındaki küçük grupların dış dünyaya olabildiğince kapalı olarak yerleştiği kenar mahalleler için kullanılır. ilk önce Ortaçağ’da Venedik’te Yahudilerin zorunlu olarak iskân edildiği mahalle bu isimle anılmış; daha sonra tüm Yahudi mahallelerinin genel adı olmuştur.
Osmanlı toplumunda gündelik hayat, islâm geleneğinin Anadolu kültürüyle harmanlanması yla ortaya çıkmış kısmen özgün bir yaşam tarzıdır. 19. yüzyıla dek, dinin ve geleneğin belirlediği sınırlar dâhilinde, Müslümanlar ve gayrimüslimler yaşamlarını barış içinde sürdürdüler. 19. yüzyıl Osmanlı toplumsal yaşamında öne çıkan kamusal mekânlar, ticaret merkezleri, çarşı-pazarlar, ibadethaneler ve kahvehanelerdi. Osmanlı mahallesi, cami, mektep, dükkânlar, çeşme ve hamam gibi yapılarla yer yer küçük idari kurumlara sahip karakteristik yerleşim birimleriydi. Mahallede sosyal ve hukuki düzenin devamı, kefalet ve ortak sorumluluk ilkesine dayandırılırdı. insanların bir mahalleye yerleşmesinin ön şartı, o mahalleden birilerinin kendisine kefil olmasıydı. Geleneksel Osmanlı mahallesinin üç temel öğesi vardı: Dini mekânlar, çarşılar ve evler. Gündelik hayatın özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra geçirdiği değişiklikler, geleneksel üretim- tüketim ve arz-talep ilişkilerini de değiştirdi.
Konakların baş köşesine konan piyano gibi enstrümanlar, Batı tarzı ev eşyaları ve aksesuarlar, ithal kumaşlardan dikilen elbiseler ve lüks tüketim maddelerine gösterilen ilgi bu değişimin somut yansımalarıydı. Bu dönemde üretime dayalı iktisadi anlayış yerine, ithalata dayalı tüketim eğilimi ortaya çıktı. Bunun sonucunda, küçük ölçekli geleneksel üretim terk edildi; zanaatkârlar zor duruma düştü ve neticede meslek çarşıları kan kaybederken klasik esnaf düzeni bozulmaya başladı.


Aile Yaşantısı ve Kadın Algısında Değişim
Toplumun üst kesiminin oluşturduğu köşk ve konak hayatı 19. yüzyılda büyük kentlerde ağırlığını daha çok hissettirmeye başladı. Bu dönemde yine elit tabakanın başını çektiği ve zamanla orta kesimin de ayak uydurmaya çalı ştığı bir diğer gelişme, ekonomik düzeye bağlı olarak Boğaziçi’nde veya benzeri yerlerde bir yazlık (sayfiye) edinmekti. Yabancı elçiliklerin Tarabya’da, Mısırlı zenginlerin ise Boğaz’ın farklı noktalarında sahip oldukları yazlık köşkler bu akıma öncülük etti. Bu eğilimin zamanla güçlenmesiyle birlikte Boğaziçi sahilleri, Adalar ve surdışında gelişmeye başlayan Yeşilköy’de konak ve köşk hayatına bir de sayfiye hayatı eklendi.
Örneğin Fener-Balat yöresine yerleştirilen Yahudiler, nüfus yoğunluğuyla ters orantılı olarak dar mekânlar içinde adına Yahudihane (cortejo) denilen apartman mimarisinin ilkel bir biçimi olan yeni bir konut tipi yarattılar. Bitişik nizam olan bu konut tipi, oda oda kiraya verilmek suretiyle, söz konusu kesimler için aynı zamanda bir gelir kaynağına dönüştürüldü.
Yeni Ulaşım-iletişim imkânları ve Sosyal Etkileşimin Artması
Tanzimat’ın ilânıyla birlikte iskân kısıtlamalarının büyük oranda kaldırılmış olması ve diğeri de, ekonomik yetersizliğ in Müslüman halkı yeni alanlara ve farklı dünyalara yöneltmesiydi. Müslümanların Sirkeci ve Eminönü’den Galata ve Beyoğlu’na yönelirken, ticaret hanları yla dükkânların da eski istanbul’a sokulması, Müslüman ve gayrimüslim kesimleri eski dönemlerle kıyaslanmayacak şekilde karıştırıp kaynaştırdı. Eylül 1836’da Azapkapı-Unkapanı arasında inşa edilen ve ücret alınmadığı için Hayratiye adıyla da anılan yeni köprü ile yaklaşık on yıl içinde artan ihtiyacı karşılayamaz duruma geldiği için 1845’da açılan Karaköy Köprüsü, istanbul ve Galata arasındaki insan trafiğini hızlandırdı. Öte yandan 1850’de kurulan ve Şirket-i Hayriyye olarak adlandırılan vapur şirketi, Kabataş-Üsküdar ve Eminönü-Boğaziçihatlarında başlattığı seferlerle uzun süredir birbirinden kopuk bölgeleri birbirine bağladı.Eyüp-Hasköy hattında çalışan Haliç Vapur fiirketi ve Marmara-Adalar hattında çalışan Fevâid-i Osmaniyye (idare-i Aziziyye, idare-i Mahsusa), tabii şartlar ile mesafeyi, istanbul, Galata ve Üsküdar arasındaki sosyal, kültürel ve ekonomik bütünleşmenin engeli olmaktan çıkardı. II. Mahmud devrinde başlatıldı.
1832’den itibaren yapımına başlanan posta yollarıyla ilgili altyapı tamamlandıktan sonra, Sultan Abdülmecid devrinde Ekim 1840’ta Posta Nezareti kuruldu. ilk telgraf denemesi 9 Ağustos 1847’de sarayda yapıldı. Bu denemenin başarılı olması üzerine Mors Alfabesi’nin mucidi Samuel Morse’a Sultan Abdülmecid tarafından nişan verildi. ilk telgraf hattı ise 1853-56 Kırım Savaşı esnasında çekildi. istanbul’da da bu yönde çalışmalar başlatıldı. Dolmabahçe Sarayı için inşa edilen Dolmabahçe Gazhanesi’nin faaliyete geçmesiyle modern şehirciliğin önemli göstergelerinden biri olan cadde, sokak ve iç mekân aydınlatmasına geçildi. Ardından 1856’dan itibaren üretim fazlası havagazı ile Cadde-i Kebir (istiklal Caddesi) ve saraya yakın bazı sokaklar aydınlatıldı. Zamanla Galata, Beyoğlu, Yüksekkaldırım, Pangaltı, Fındıklı, Beşiktaş, Tophane, Talimhane ve Saraçhane gibi bölgeler havagazı fenerleriyle ışıklandırıldı.
Londra ve New York’tan sonra dünyanın en eski üçüncü metrosu olan istanbul Karaköy’deki Tünel’in inşa süreci, Fransız mühendis Eugene Henri Gavand’ın girişimiyle başlatıldı. Gavand, dönemin ticaret ve finans merkezi olan Karaköy ile insan trafiğinin en yoğun olduğu bölgelerden biri olan Beyoğlu arasında mekik dokuyan kalabalığa kolay ulaşım imkânı sağlamak ve elbette bundan belli bir kazanç elde etmek amacıyla hazırladığı projeyi Sultan Abdülaziz’e sundu.
Gavand’ın projesi, Yüksekkaldırım Yokuşu ile Galip Dede Caddesi arasında, yeraltından asansör sistemiyle çalışacak bir demiryolu önerisiydi. Haziran 1871-Aralık 1874 arasında yapımı tamamlanan Tünel, hayvan taşımalı deneme seferlerinin ardından yerli ve yabancı konukların da katıldığı resmi bir törenle hizmete girdi (18 Ocak 1875).
Gündelik Yaşamda Yeni Mekânlar ve Alışkanlıklar
Klasik dönemde camiin yakınında açılan kahvehaneler, namaz vaktini bekleyen mahalle halkı için toplanma mekânıydı. Buralarda sohbetlerin yanında dini içerikli menkıbeler, Cengname, Danişmendname veya Battalname türünden kahramanlık destanları okunur; halk şairleri dinlenirdi. Tiyatro, pandomim, opera ve operet gibi Batılı modern sahne sanatlarına sadece halk değil, saray da ilgi gösterirdi; Sultan Abdülmecid devrinde Ocak 1859’da perdelerini açan Dolmabahçe Sarayı Tiyatrosu, bu ilginin somut bir göstergesiydi. 19. yüzyılın sonlarında insanların bir araya geldikleri ve vakit geçirdikleri yerlere bir yenisi eklendi: Batı’da kulüp denilen ve o dönemde Encümen-i Ülfet olarak çevrilen elitlerin sosyalleşme mekânı. ilk kulüp 1870’de Çemberlitaş’ta açıldı. Muhafazakâr kesimlerin tepkiyle karşıladığı geleneğe aykırı bu tür yeni yapılar, yazları istanbul’a akın eden Hıdiv ailesi ve Mısırlı zenginlerin lüks ve israfın sınırlarını zorlayan tavır ve alışkanlıklarıyla daha da pekişti. Başta saray kadınları olmak üzere, istanbul ve Mısır sosyetesinin rekabetinin yarattığı moda ve lüks tüketim merakı, zamanla toplumun diğer kesimlerine de sıçradı.
Yabancı elçiliklerin de bulunduğu Beyoğlu semti, iktisadi ve siyasi gücün sembolü olarak 19. yüzyıl boyunca gelişti. 1858’de Altıncı Daire-i Belediyye ismiyle Paris belediyesi model alınarak oluşturulan ilk modern belediye teşkilâtı burada kuruldu ve Beyoğlu yüzyılın sonlarına doğru Avrupa kentlerinin görüntüsüne büründü. Osmanlı sosyal hayatında değişim ve dönüşüm 1876 yılı sonrasında da farklı boyutlar kazanarak sürdü. Meşrutiyet’in ilânı, halkın siyasete katılması, örgütlü muhalefetin ortaya çıkması, toplumun muhalif kesimlerini hafiye teşkilâtı ve jurnalcilikle kontrol etme çabaları, basına sıkı denetim ve sansür uygulanması, 1877- 78Osmanlı-Rus Savaşı’ ndan sonra yaşanan büyük göç dalgasıyla başkent ve çevresinin demografik yapısında yaşanan belirgin değişim, eğitim sisteminde kaydedilen ilerleme, grevler ve bu nedenle gündelik yaşamdaki aksamalar, apartman, otel, pasaj, müze, sinema, gazino, park, telefon, fotoğraf, pasaport, elektrikli tramvay ve otomobil (zâtülhareke) gibi yeni kavramların, mekânların, imkânların ve eğlence unsurlarının toplumsal yaşama katılmasıyla Osmanlı sosyal yapısı ve gündelik yaşamı yüzyılın başlarına göre oldukça farklı bir karaktere büründü