Aöf Dersleri Özetleri - Çıkmış Sorular - Sınav Soruları

AÖF Ders Özetleri Uygulamasına Hoş Geldiniz,Uygulamadan tam anlamıyla faydalanmak için üye olunuz.

Vize+Final Klasik Sosyoloji Vize-Final Ders Özeti


admin

Administrator
Yönetici
Admin
#1
KLASİK SOSYOLOJİ TARİHİ

ÜNİTE 01 : Bilim Olarak Sosyolojinin Doğuşu

İbn-i Haldun (1332-1406): ibn-i Haldun, söylentilere ve aktarmaya dayalı tarihî bilgilere güvenilemeyeceğini, bu nedenle anlatılan tarihi bilgilerin eleştirilmesi ve gerçeğe ne derece uyduklarının araştırılması gerektiğini savunmuştur. ibn-i Haldun’a göre çeşitli ulusların gelişmelerini aktarmak yeterli değildir, esasen bu gelişmeye neyin neden olduğunun anlaşılması gerekmektedir ve bu nedenler, toplumsal olayların incelenip araştırılması yoluyla ortaya konabilir. ibn-i Haldun, toplumsal gerçekliğin incelenmesi ve toplumsal değişmenin neden ve sonuçlarının araştırılması konusunda tarihe “Ümran Bilimi” olarak adlandırdığı bir bilimin yardımcı olacağını belirtir. İbn-i Haldun, insanların doğal eğilimlerinin ya da yaradılışlarının değil, alışık oldukları gelenek ve şeylerin ürünü olduğunu savunmuş, insan toplumlarının birbirinden farklı olmasını bu toplumların coğrafi ve ekonomik koşullarının, üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin farklı olmasıyla açıklamıştır.

  • Sosyolojinin doğuşunda etkili olan gelişmeler; Bilimsel Devrim, Aydınlanma düşüncesi, Fransız Devrimi ve Endüstri Devrimi olarak özetlenebilir.
Bilimsel Devrim: 1500-1700 tarihleri arası döneme verilen addır. Bilimsel devrim tek bir olay ya da keşif olarak değil, Galilei, Newton, Leeuwenhoek, Papin, Leibniz gibi çok sayıda bilim insanının keşiflerinden oluşan bir bütün olarak düşünülmelidir.

Rönesans döneminde yapılan çalışmaların modern bilimsel düşünce için gerekli zemini sağlaması, yine bu dönemde dine ve Kilise’ye ilişkin düşüncelerin değişmeye başlaması, hümanizmin yükselişi ve Monarşilerin bilimsel çalışmalara verdikleri finansal destek, 17. Yüzyılda bilim alanında son derece önemli çalışmaların yapılabilmesine olanak sağlamıştır

Galileo Galilei (1564-1642) güneş sisteminin merkezinde dünyanın değil güneşin yer aldığını göstermiş, Johannes Kepler (1571-1630) gezegenler ve gezegen sistemleri ile ilgili yasaları keşfetmiş, güneş sisteminin matematiksel bir açıklamasını yapmış, William Harvey (1578-1657) kan dolaşımı teorisini geliştirmiştir. Bilimsel devrimin simgelerinden olan Isaac Newton’ın (1642-1727) gelmiş geçmiş en önemli bilimsel eserlerden biri olan “Doğa Felsefesinin Matematik ilkeleri” adlı kitabı 1687 yılında yayımlanmıştır.

Bilimsel Devrim dönemindeki bu gelişmelerin ortak yönü, bilimsel yöntemin kullanılmaya başlanmasıdır. Modern Bilimsel yöntem, ampirizmi savunan Francis Bacon ve rasyonalizmi savunan Rene Descartes gibi çeşitli düşünürler sayesinde gelişmişse de büyük ölçüde Isaac Newton’un çalışmalarıyla şekillenmiştir.

Bilimsel devrimin toplum açısından en önemli etkisi, Newton’cu bilim paradigmasının, yani tüm evrenin büyük bir makine ya da saat gibi mekanik bir şekilde işlediğinin ve doğal olguların bu işleyişe bağlı olarak gerçekleştiğinin, dolayısıyla tüm doğal olguların doğa kanunlarıyla açıklanabileceğinin ileri sürülmesidir.

Bilimsel yöntem kullanılarak toplumsal olguların işleyişi hakkındaki genel kanunlara ulaşılırsa bu olguların işleyişinin de kontrol altına alınabileceği ve böylece toplumsal yaşamdaki birçok sorunun çözülebileceği düşünülmüştür.

Aydınlanma Düşüncesi: Daha geniş bir ifadeyle Aydınlanma, 1600’lerin sonlarında başlayan, 1789’daki Fransız Devrimi ile doruk noktasına ulaşan ve 18. yüzyılın son çeyreğine kadar süren bir dönem içinde Batı dünyasında bilimsel, felsefi, sosyal ve siyasal alanda yaşanan süreçlerin ve üretilen düşüncelerin bir toplamı olarak ifade edilebilir. Aydınlanma düşüncesi bir paradigmadır.

Aydınlanma Düşüncesi Kavramları:

  • Akıl: Aydınlanma düşüncesi, aklı bu kadar merkezi bir yere koyduğu ve felsefeyi boş inançlardan ve dogmalardan kurtarmak için akla ve akıl yürütmeye güvendiği için rasyonalist olarak tanımlanmaktadır.
  • Ampirizm: bilginin ampirik, yani beş duyu organı aracılığıyla “deneyimlenebilen”, “deneyimsel” gerçeklere ya da bulgulara dayandığı düşüncesidir.
  • Bilim: 4- Evrensellik, 5- Bireycilik:, 6- Özgürlük:, 7- İnsan Doğasının Birliği: 8- Hoşgörü (tolerans):
  • 9 - Laiklik: Aydınlanma düşünürlerinin yapmak istediği, ruhban sınıfının bilgiyi elinde bulundurma ve iletme rolünü almaktır; çünkü toplumsal olarak neyin önemli bilgi olduğunu yeniden tanımlamak, bilgiyi din çemberinin dışına çıkarmak ve bilgiye yeni bir anlam yüklemek istemişlerdir.
İlk modern akademiler: Fransız Akademisi (1635) , Londra Kraliyet Topluluğu(1645)

  • Ansiklopedi (Encyclopédie) de Aydınlanma düşüncesini yansıtan klasik bir örnektir.
Aydınlanma Düşünürleri:

VOLTAIRE (1694-1778): 1732 yılında Felsefe Mektupları adlı eser.

VICO (1668-1774): Yeni Bilim’in ilkeleri (1725) adlı kitabı. Vico’ya göre bireylerin yaşamlarını geliştirmenin tek yolu kültür ve öğrenmedir

MONTESQUIEU (1689-1755): Kanunların Ruhu (1748) adlı eser. Toplumsal olguların incelenmesinde karşılaştırmalı yöntemi geliştirmiş, mevcut yönetim biçimlerini inceleyerek karşılaştırmış, doğada olduğu gibi toplumda da toplumun işleyişini açıklayan yasalar olduğunu ve toplumsal alanda yasaların toplum tiplerine bağlı olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Montesquieu’ya göre Cumhuriyetin altında yatan ilke erdem, monarşinin altında yatan ilke onur ve despotizmin altında yatan ilke de korkudur. güçler ayrılığı ilkesini benimsemiştir.

ROUSSEAU (1712-1778): ) Eşitsizliğin Kökenleri adlı eseri. Rousseau, gerçek toplum düzeninin, üyelerin karşılıklı yükümlülüklerinin olduğu bir sözleşme düzeni olduğunu savunmuştur. Toplumsal sözleşmeyle tüm toplumun yararının savunulduğunu, bu nedenle bu sözleşmenin yasalaştırılması gerektiğini ileri sürmüştür. Rousseau’ya göre bireyler toplumsal sözleşmeye uydukları sürece özgür olacaklardır, yani özgürlük ancak düzenli bir birliktelik içinde mümkün olacaktır. Toplumsal sözleşmeyle her bir bireyin toplumun diğer üyelerinden bağımsız olacağını, sadece ve tamamen devlete bağlı olacağını belirtir; çünkü Rousseau’ya göre bireylerin özgürlüklerini garanti altına almanın tek yolu budur. Bu nedenle devletten bağımsız bir toplum anlayışı geliştirmez.

KANT (1724-1804): “Saf Aklın Eleştirisi” adlı eseri. Kant, Aydınlanma döneminin sloganının “Bilmeye cüret et!” cümlesi olduğunu belirtir.

Aydınlanma Düşüncesinin Sosyolojinin Doğuşu Üzerindeki Etkisi:

- David Hume’un “ahlak bilimleri” sosyoloji ve diğer sosyal bilimler için bir dönüm noktası olmuş ve 19. yüzyılın başlarında profesyonel disiplinler haline gelmeleri için gerekli temeli oluşturmuştur. Ahlak bilimleri, kendine model olarak Newton fiziğini almış, bu bilimleri savunanlar ahlak felsefesinin deneysel fizik yapar gibi yapılması gerektiğini savunmuşlardır.

-Aydınlanma düşünürleri, insan zihninin boş bir sayfaya benzediğini ve elde edilen bütün bilgi ve duyguların deneyimin ürünü olduğunu ileri süren John Locke’un ampirist düşüncelerini devralmış ve ampirik farklılıklar gösterse de temelde insan doğasının aynı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Aydınlanma “düşünürlerinin geliştirdiği insan bilimi kesinlikle ampiriktir

-Aydınlanma düşünürleri, sosyal bilimlerde natüralizmin ve önyargıların kontrolünün gelişmesine katkıda bulunmuşlardır.

Natüralizm, toplumsal olguların ruhsal ya da metafizik dünyadaki değil, doğal dünyadaki neden sonuç ilişkileriyle tamamen açıklanabileceği düşüncesidir.

Hobbes insanların doğa durumunun savaş durumu olduğu ve şiddet içerdiği sonucuna varmış ve bu nedenle toplumsal yaşamı düzenlemek için güçlü bir devlet gerektiğini savunmuştur

Kültürel Görelilik: Aydınlanma düşünürleri, gezginlerin ve misyonerlerin yabancı ülke ve kültürler hakkında yazdıkları yazıları kullanarak insan doğasının temelde aynı olduğunu ve sadece ekolojik ya da politik koşullar gibi belirli yerel koşullar ve özel durumlar nedeniyle farklılaştığını göstermeye çalışmışlardır.

-Aydınlanma düşünürlerinin fikirleri, Ruhban sınıfı ve kısmen mutlakiyetçi rejimler dışında geleneksel toplum yapısını yıkmaya, toplumsal bir devrim gerçekleştirmeye yönelik değildir. Bunun en önemli nedeni bu düşünürlerin çoğunun kültürlü, eğitimli ve müreffeh bir elit içinde doğmuş olmalarıdır.

Fransız Devrimi ( 1789) : Fransız Devrimi’nin sosyolojinin doğuşu üzerindeki en önemli etkileri, sosyolojinin ayırt edici inceleme nesnesi olan toplumsal grup kavramıyla ilgilenmeye başlamasını sağlaması ve Devrimin neden olduğu toplumsal kargaşa ortamında sosyolojinin ortaya çıkışını sağlayan temel sorunun, yani toplumsal düzenin yeniden nasıl inşa edileceği sorusunun sorulmasına neden olmasıdır.

Comte’a göre Fransız Devrimi toplumsal bağların çözülmesine, ahlakın ve toplumsal dayanışmanın zayıflamasına neden olmuştur ve devletin temel toplumsal işlevlerini aile veya din gibi başka aracılara devretmesi gerekmektedir.

Endüstri Devrimi: Endüstri Devrimi, 18.yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 19. Yüzyılın ikinci yarısına dek süren ekonomik, teknolojik ve toplumsal alanlarda yaşanan birbiriyle ilişkili geniş çaplı değişimlerin bütününe verilen addır.

-Endüstri Devrimi’nin merkezinde bilimsel bilginin toplumun ihtiyaçları doğrultusunda pratik amaçlara yönelik olarak kullanılması bulunmaktadır.

Bacon: “bilginin amacı insanlığa maddi gelişme sağlamasıdır”

Endüstri toplumunun genel özellikleri:

-Ekonomiye insan ve hayvan gücü yerine buhar, petrol veya elektrik gibi cansız enerji kaynaklarıyla çalışan makineler yön vermektedir. • Zanaatkârların küçük ölçekle elde ürettikleri ürünlerin yerini fabrikalarda makinelerle büyük ölçekli olarak üretilen ürünler almıştır. • Nüfusun önemli bir kısmı tarımda değil kentlerdeki endüstriyel kuruluşlarda çalışmaktadır. • işbölümü uzmanlaşmış, hem yeni meslekler doğmuş, hem kol emeği ile kafa emeği birbirinden ayrılmış hem de yapılan iş en küçük parçalarına ayrılmıştır. Bu şekilde çalışmak, fabrikalarda çalışan işçilerin yüksek düzeyde yabancılaşmasına neden olmuştur. • Kadınlar fabrikalarda çalışmaya başlamış, geleneksel toplumda olduğundan daha yüksek düzeyde işgücüne katılmışlardır. • Emek üzerinde kapitalist işverenler giderek daha fazla kontrole sahiptir. •Üretim araçlarına sahip olan ve olmayan toplumsal sınıflar ayrışmış ve aralarındaki çıkar çatışması işçi hareketlerine yol açmıştır. • iş ve ev, çalışma zamanı ve boş zaman geleneksel toplumda olduğu gibi iç içe değildir, ayrışmıştır. •Nüfusun çoğu kentlerde yaşamaktadır ve kırsal alanlarda yaşayanlar da ürün ve hizmetler açısından büyük ölçüde kentlere bağlıdır. • Nüfusun çoğu okuryazardır. • Laiklik ilkesiyle, rasyonel bir şekilde, bürokrasiyle ve genellikle ulus devletler tarafından yönetilir.



-Pozitivizm, bilimin tek bir mantığı olduğunu, fiziksel dünyada olduğu gibi toplumsal dünyada da evrensel yasalar olduğunu varsayan ve bu yasaların doğruluğunun ampirik yöntemle kanıtlanabileceğini ileri süren bir bilim felsefesidir. Pozitivizmin kökleri, Aydınlanma düşüncesinin merkezinde yer alan ‘bilginin kaynağı olarak dinsel otoritenin yerini bilimin alması gerektiği’ düşüncesinde yatar.

Comte ilk kez pozitivizmin sosyolojik bir versiyonunu , sosyolojik pozitivizmi geliştirmiş, toplumun incelenmesinde bilimsel yöntemin kullanılması sayesinde sosyolojiye bilim statüsü kazandırmış, böylece sosyolojiyi bir bilim olarak kurmuştur.

















ÜNİTE 02 : Sosyolojide İlk Dönem Gelişmeler

Saint Simon (1760-1825): Endüstri Toplumu Ve Sosyoloji: “endüstri (sanayi) toplumu” kavramını ilk kez kullanan düşünürdür. Saint Simon, yapıcı bir reforma gidilerek bilime ve endüstriye dayanan bir toplum inşa edilmesi gerektiğini savunmuştur.

-Saint Simon, üreten ve üretmeyen sınıfları birbirinden ayırmış, üretimde bulunmayan sınıfı “aylaklar” olarak tanımlar. Saint Simon, Bonald ve Maistre gibi toplumu organik bir bütün olarak tanımlamaktadır. -Saint Simon’a göre toplumlar, teolojik, metafizik ve pozitif aşamalardan geçerler.

Saint Simon, özel mülkiyetin çoğunluğun faydasına olacak şekilde yeniden bölüştürülmesini ve yoksulların göz önüne alınarak toplumun yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunmuştur. Saint Simon’a göre yeni toplumu ekonomik ve siyasi açıdan önde gelen sanayiciler, bankacılar, maliye uzmanları; inanç ve eğitim gibi açılardan da bilim ve sanat uzmanları yönetecektir.

Saint Simon, Yeni Hıristiyanlık olarak da adlandırılan “Newton Dini”ni öneriyordu. - Saint Simon, pozitif bilimlerin ancak pozitif bir toplum biliminin yaratılması ile tamamlanacağına inanmış, bu yeni toplumsal bilimi ‘sosyal fizik’ olarak adlandırmıştır

-Toplumsal yapının ekonomik yapı tarafından belirlendiği düşüncesi nedeniyle de sonradan Marx tarafından geliştirilmiş olan tarihsel materyalizmin öncüsü kabul edilir. AUGUSTE COMTE: Comte, pozitivizmin sosyolojik versiyonunu geliştiren ve sosyoloji terimini ilk kez kullanan düşünürdür. Comte, sosyolojinin bilim olarak ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır.

- Comte sosyoloji tarihindeki yerini (i) endüstri toplumunun kökeni ve gelişmesini açıklama çabalarına, (ii) zenginliği ve bireyciliği geliştirmede işbölümünün etkilerini analiz etmesine ve en önemlisi de (iii) toplumsal olguların incelenmesinde metafiziği reddederek pozitivist yöntemi savunmasına borçludur.

-Aydınlanma düşüncesine karşı olumsuz bir tavır göstermiştir. Pozitif Felsefe Dersleri’nde Comte, on sekizinci yüzyılın bireyci filozofarı tarafından geliştirilen felsefeyi ‘negatif’ olarak adlandırmış ve bu filozofları toplumsal düzen ve uzlaşma için yeni temeller kuracaklarına bu temelleri yok etmekle eleştirmiştir.

-Comte, olgular ve teorilerin karşılıklı olarak birbirlerine bağlı olduğunu savunan ilk sosyologdur. Bu anlamda saf haliyle empirizmi reddetmiş, olguların teori sayesinde kurulduğunu, gerçek bilginin tek başına gözlemlenen olgulara değil, bütün toplumsal olguları benzerlik ve ardışıklık aracılığıyla birbirine bağlayan yasalara dayandığını savunmuştur.

-Pozitivizm, insan bilgisine ulaşmanın tek geçerli yolunun ampirik bilim olduğu ve gözlenebilir olgular ve bu olgular arasındaki ilişkiler dışında hiçbir şeyin bilgisine sahip olamayacağımız şeklindeki felsefi görüştür.

Comte’a göre doğa bilimcileri yargılarını bu konularla ilgili bilgisi olmayanlara nasıl kabul ettiriyorlarsa, sosyoloji için de aynı şey geçerli olmalıdır ve toplum bilimciler toplum ve siyasetle ilgili yargılarını doğa bilimciler gibi kabul ettirmelidir.

-Natüralizme göre doğal olgular gibi toplumsal olgular da doğal dünyada var olan neden sonuç dizileriyle açıklanabilir.

Comte’a göre sosyolojinin görevi toplumsal sorunları bilimsel yollarla önceden tahmin etmek, böylece bu sorunlardan kaçınılmasını mümkün kılmak ve bu yolla toplumun yeniden örgütlenmesini sağlamak ve düzeni sağlamlaştırmaya çalışmaktır.

Comte’un Üç Hal Yasası’nın aşamaları:

  • Teolojik Aşama(1300 yılına kadarki dönem)
  • Metafizik aşama: 1300-1800 yılları
  • Pozitif Aşama: 1800’den itibaren
Comte, bilimleri sınıflandırırken iki tür bilim olduğunu belirtir. Birinci tür, amacı olayları yöneten genel yasaları araştırmak olan soyut ve genel bilimlerdir. İkinci tür, bilimler birinci tür bilimlerden çıkan somut ve özel bilimlerdir. Örneğin, biyoloji birinci tür, botanik ise ikinci tür bilimdir.

Comte’un bilimler hiyerarşisine göre bir bilim karmaşıklaştıkça ve bilgilerini kullandığı kendinden önceki bilim sayısı arttıkça hiyerarşik sıralamada yükselir ve pozitif aşamaya daha geç ulaşır.

Toplumun kendini oluşturan parçalara indirgenemeyeceğini ve bu parçalar hakkında bilgi edinmek için bütünün incelenmesi gerektiğini ileri süren Comte, bu açıdan Aydınlanma düşünürlerinden önemli bir şekilde farklılaşır.

Comte, biyolojik terim ve modelleri kendi sosyolojisine eklemlemiş; toplumu biyolojik kavramlar temelinde incelemiştir.

-Toplumsal statik toplumsal düzenin yasalarının, toplumsal dinamik ise toplumsal değişmenin ve ilerlemenin yasalarının incelenmesidir.

-Comte’un sosyolojisinde işbölümü elit bir grup tarafından toplumsal uyumu sağlamak için kullanılan bir araç haline gelmiştir. Comte’un sosyolojisinde birey pasiftir, insan düşüncesi toplumsal biçimlerin ilerlemesinde etkili olsa da son aşamada toplumsal gelişme nesnel, belirleyici dışsal olgulara bağlıdır.

-Comte’un insanlık dininin üç temeli vardır: ilke olarak aşk, temel olarak düzen, amaç olarak ilerleme

-Comte da Saint Simon gibi dini, insanları ve toplumu bir arada tutacak bir toplumsal bağ olarak görmüştür. Comte’a göre bireyler özgür iradeye sahip olsalar bile kendi toplumsal statülerini ya da toplumsal yapıları değiştiremezler çünkü bunları belirleyen toplum yasalarıdır ve bu yasalar bireylerin üzerindedir.

-Comte’a göre toplumdaki eşitsizliklerin çözümü, negatif “haklar” kavramı yerine pozitif “ödevler” kavramı geçtiğinde mümkün olacaktır.

Comte’un Yöntemsel Stratejileri: Comte’un temel olarak dört yöntemsel stratejisi vardır. Birincisi gözlem, ikinci stratejisi deney, üçüncü strateji karşılaştırma, dördüncüsü tarihsel analiz stratejisidir.

Özetle Comte’un sosyolojiye en önemli katkıları sosyolojinin yöntemi olarak pozitivizmi benimsemesi, saf haliyle ampirizmi, yani sadece toplumsal gerçekliklere ilişkin veri toplanması ve ölçüm yapılması fikrini reddetmesi, gerçeklerle teorilerin ilişki içinde olduğunu savunması, bütün toplumsal olguların değişmez kanunlara bağlı olduğunu ve sosyal bilimlerin görevinin bu kanunların gerçekliğini ortaya koymak olduğunu belirtmiş olması olarak görülür.

-Belçikalı sosyal istatistikçi Adolphe Quetelet (1796-1874) sosyolojik konuları istatistiksel olarak inceleyen ilk kişidir, Quetelet endüstriyel işçi sınıfının toplumsal ve ahlaki durumunun sayısal incelemelerini yapmış ve ‘ortalama insan’ (hommo moyen)’ kavramını literatüre kazandırmıştır.

Frédéric Le Play (1806-1888): toplumsal yapının dini kriterlere uygun olarak inşa edilmesi gerektiğini savunmuştur. Sosyolojideki monografi araştırmalarının ve günümüzde survey olarak adlandırılan çalışmaların metodolojik kökü Le Play’e uzanır.

John Stuart Mill (1806-1873): Mill sosyolojiye daha çok yöntemle ilgili çalışmaları sayesinde katkıda bulunmuş, diğer taraftan ekonomi ile ilgili çalışmaları sayesinde modern ekonomi biliminin temellerini atmıştır. Mill bireylerin karşılıklı olarak birbirlerini etkilediklerini, birbirlerine bağlı olduklarını, birbirilerine tepki verdiklerini, bu nedenle toplumda herhangi bir noktada yaşanacak bir değişimin toplumun geri kalanını da etkileyeceğini vurgulamış olur.

-Mill, sadece tümden gelimci olan yöntemlere karşı çıkmış ve toplumu incelemek için en uygun yöntemin somut tümdengelim olduğunu savunmuştur. -Mill, kendi yöntemini tersyüz edilmiş tümdengelim olarak tanımlar.

- Etoloji, başlangıçta hayvan ve insan davranışlarını karşılaştırma yöntemine dayalı bir karşılaştırmalı davranış bilimi iken, zaman içerisinde daha çok zoolojinin hayvan davranışlarını inceleyen bir alt dalına dönüşmüştür.

Herbert Spencer (1820-1903): En önemli eserleri arasında Sentetik Felsefe Sistemi, Toplumsal istatistik, Devlete Karşı insan sayılabilir. Spencer bilimsel birliği sosyolojinin sağladığı, yani sosyolojinin bilimlerin kraliçesi olduğu görüşünü reddeder; ona göre bilimsel birliği sentetik felsefe sağlayacaktır.

Bütün yaşayan organizmalar, yani hem biyolojik organizmalar hem de toplumlar;

• hacmen büyürler, • büyüdükçe evrimleşirler, yapıları karmaşıklaşır ve farklılaşır,

• Yapıları farklılaştıkça daha uzmanlaşmış işlevler geliştirirler, örneğin biyolojik organizmalarda kontrol ve karar alma mekanizması olarak beyin gelişip uzmanlaşırken, toplumda da bu görevi yönetecek devlet gelişir.

• geçirdikleri evrimle her ikisi de çevreye uyum sağlamayı öğrenirler,

• bazı parçalar kaybedilse de bütünün kendisi varlığını sürdürür. Örneğin bir organın kaybı organizmanın ölmesini gerektirmez, toplumun da bazı parçalarının kaybedilmesi toplumu sonlandırmaz.



-Spencer, biyolojik organizmalarla toplumun örgütlenme ilkeleri aynı olsa da uygulamada bazı farklılıklar olduğunu belirtir:

• Toplumsal organizmalarda parçalar biyolojik organizmaya oranla merkezden daha bağımsız ve dağınıktır.

• Biyolojik organizmaya oranla toplumun yaşamı çok daha uzundur, toplumsal organizmada tek tek üyeler ölse de bütün, yani toplumun kendisi varlığını sürdürür.

• Biyolojik organizmada yalnızca tek bir bilinç merkezi varken, toplumsal organizmada birey sayısı kadar bilinç merkezi vardır.

• Biyolojik organizmada parçalar bütünün yararına var olurken toplumsal organizmada bütün, parçaların yararına var olur. Bunun nedeni, biyolojik organizmanın aksine toplumsal organizmanın unsurlarının, yani bireylerin bilinç sahibi olmasıdır. Spencer bu düşünceye dayanarak devlet yararına da olsa bireylerin haklarının çiğnenemeyeceğini savunmuştur.



-Spencer’a göre toplumlar, yapısı son derece basit olan ve birbirlerine bağımlı olmayan küçük parçalar halinden, farklılaşmış ve birbirilerine bağımlı hale gelmiş parçalardan oluşan karmaşık ve büyük bir yapıya dönüşmektedirler.

-Organizmacı anlayışı çerçevesinde Spencer toplumsal kurumları bir üst organizma (hiperorganzima) olan toplumun uzmanlaşmış organları olarak görmüş ve bu kurumları (a) destekleyici kurumlar (aile ve akrabalık), (b) dağıtıcı kurumlar (ekonomi) ve (c) düzenleyici kurumlar (din ve siyasal sistemler) şeklinde sınıflandırmıştır.

-Spencer’ın teorisi tarih dışı ve anti-hümanisttir. Spencer, toplumda doğal bir denge olduğunu ve devlet gibi dış faktörlerin müdahale etmesi halinde bu dengenin bozulacağını savunmuştur.

-Doğal seleksiyon fikrini benimseyen Spencer’e göre doğada olduğu gibi toplumda da güçlü olanlar hayatta kalmalı, zayıf olanlar elenmelidir. -Spencer, Sosyal Darwinizm teorisinin kurucusu olarak kabul edilmektedir.

-Spencer’ın sosyolojisi, Avrupa’da çok etkili olmamış, ancak Amerikan sosyolojisindeki erken dönem çalışmaları etkilemiştir.

Toplumsal Evrimci Teorilere Getirilen Eleştiriler:

• Evrimsel olayları tamamen toplumların içinde meydana gelen olaylar olarak görmekle, yayılma veya siyasal değişimler gibi çeşitli dış etkenlerin rolünü görememekle eleştirilmişlerdir.

• Aldatıcı bir uyum kavramı kullanmakla ve toplumdaki çatışmaları görmezden gelmekle eleştirilmişlerdir.

• Evrim sürecini gelişme ve ilerlemeyle eşanlamlı kabul etmekle ve insanlığın diğer ilerleme biçimleriyle eşit tutmakla eleştirilmişlerdir.

• Özneleri pasif konumda bırakarak insan etkinliklerinin gücünü görmezden gelmekle eleştirilmişlerdir.

• Tarihsel özgüllükleri dikkate almaksızın bütün toplumlar için aynı genel geçer kuralları ileri sürmekle eleştirilmişlerdir

















ÜNİTE 03 : Klasik Sosyolojide Temel Yaklaşımlar-I: Karl Marx

KARL MARX (1818-1883) : Eserleri: Alman ideolojisi, Komünist Manifestosu , Grundrisse , Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı , Kapital

Tarihsel Materyalist Yaklaşım ve Yöntemi : Marx’ın tarihsel gelişme sürecini anlamak ve açıklamak için geliştirdiği tarihsel materyalist yaklaşımı, Hegel tarafından geliştirilen diyalektik düşünceye dayanmaktadır.

- Diyalektiğin birbiriyle ilişkili ve birbirinden ayrılmaz dört yasası bulunmaktadır: Bunlar; bütünlük yasası, çelişme yasası, hareket yasası ve nitel değişme yasasıdır. Diyalektik kavramını ilk kez kullanan eski Yunan filozofu Heraklit’tir.

Hegel : Diyalektik süreç içinde her varlık ve her nesne tez-antitezsentez aşamalarından geçerek yeni bir gerçek, yeni bir durum olarak karşımıza çıkacaktır.

Hegel’e göre evrendeki olay ve olguları anlamamıza yarayan diyalektik değişme sürecinin dört yasası bulunmaktadır: bütünlük yasası, çelişme yasası, hareket yasası ve nitel değişme yasasıdır.

Hegel’in idealist diyalektiği maddenin düşünceden doğduğu tezine dayanmaktadır. Marx tarafından diyalektiğin maddeci bir yaklaşımla ele alınmasının en önemli nedeni, hareketin ve gelişmenin ilk önce maddeden gerçekleştiği fikridir.

Marx’a göre, insanlar kendilerini ve toplumlarını maddi anlamda ancak toplumsal emek aracılığı ile üretmektedirler.

-Tarihsel maddeciliğin özü, insanın duyulara ve düşünsel yeteneklere sahip olmasıdır.

Tarihsel materyalizme göre doğadaki hareketin önce nicel sonra nitel bir değişme yaratması gibi, tarihsel olarak bir toplum içindeki sınıflar arası çelişkiler, o toplumun evrimini, gelişimini ve/veya değişimini oluşturmaktadır.

Toplum Analizi: Tarihsel materyalizm toplumsal değişim ve toplumsal yapı analizinin bir teorisidir. Tarihsel sürecin anlaşılması, bireyler üstü toplumsal koşulların anlaşılmasıdır. Marx’ın toplum analizinde kullandığı bu teoriye göre

1- İnsan kendi varlığının devamı ve toplumun gelişimi için; emeğiyle çalışmak ve üretmek zorundadır.

2- Marx’ın tarihsel maddeci toplum analizine göre, bir toplumu anlamak için o toplumun altyapı ve üstyapısına bakmak gerekir. Bir toplumun altyapısı (ekonomik temel) üretim güçleri ve üretim ilişkilerinden oluşmaktadır. Üretim güçleri toplumun üretim yeteneğini ifade etmektedir. Üretim ilişkileri ise üretim güçlerinin mülkiyet ilişkilerini içermektedir. Toplumun üstyapısı ise o toplumun yasal ve siyasi kurumlarını, düşünme biçimini, ideoloji ve felsefesini içermektedir. Üretim güçleri üretim için gerekli üretim araçlarını. Üretim ilişkileri, üretim araçlarına sahip sınıf ile üretim araçlarından yoksun sınıf arasındaki ilişkileri ifade etmektedir.

3- Marx’a göre gerçekliği belirleyen bilinç değildir. İnsanların bilincini belirleyen toplumsal gerçekliktir. İnsanların düşünme biçimi içinde yer aldıkları toplumsal ilişkiler tarafından belirlenmektedir.

4- Toplumların dönüşüm yaşadığı bu devrimci dönemlerde (üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkili dönem) sınıf mücadelesi temel bir unsurdur.

5- Ona göre, tarihsel süreçte yaşanan bu diyalektik çelişki ve bunun sonucunda oluşan toplumsal dönüşüm, (devrim) siyasal olarak tesadüfü bir durum olmaktan çok tarihsel bir zorunluluğun dışa vurmasıdır. Marx’a göre “Çatışma olmadan ilerleme olmaz” ve “Uygarlığın bugüne değin izlediği yasa budur”.

Marx insanlık tarihinin (toplumların) gelişimini (evreleri) üretim biçimine (ekonomik temel) göre ilkel komünal, asyatik, antik, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum olarak özgül tarihsel dönemlere ayırarak sınıflandırmaktadır:

1- İlkel komünal toplum: özel mülkiyet ve sınıflara rastlanmaz

2- Asyatik toplumlar: işçiler devlete bağımlı olarak yaşamaktadır.

3- Antik toplumlar: efendiler ve köleler olmak üzere iki sınıftan oluşmaktadır.

4- Feodal toplumda ise, toprak sahipleri, köylülerden oluşur.

5- Kapitalist toplum: üretim araçlarına sahip burjuvazi ve emek gücünü ücret karşılığı satmak zorunda kalan işçi sınıfından oluşmaktadır. Marx, kapitalist toplumda yer alan bu iki temel sınıf arasındaki çatışmanın sonucunda sınıfsız bir toplumun oluşacağını (sosyalizm) öngörmüştür.

- Özel mülkiyetin olmadığı ilk komünal sınıfsız toplumlar tez, daha sonra üretim güçlerinin gelişimi ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla oluşan sınışı toplumlar antitezdir. Burjuva ve proletarya arasındaki sınıf çatışması sonucu gerçekleşecek radikal dönüşüm (devrim) tarihsel olarak sınıfsız bir toplumun oluşmasını sağlayacaktır. Oluşacak bu sınıfsız toplum ise sentezdir.

- Marx a göre, devlet de siyasal rekabetin odak noktası olarak üretim ilişkilerinin ürettiği bir kurumdan ibarettir.

YABANCILAŞMA KURAMI: Marx’a göre, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli unsur, yaratıcı üretim faaliyeti ile içinde bulunduğu dünyayı biçimlendirme ve değiştirme kapasitesidir. Marx’a göre, emek “insanın kendi kendini gerçekleştiren özü” dür. insan kültürünün özünü emek oluşturmaktadır.

Yabancılaşma, “insanların kendi yarattıkları güçlerin kendi karşılarına yabancı güçler olarak çıktığı, onların egemenliğin altına girdikleri bir durum olarak” tanımlanmaktadır Yabancılaşma teorisinin dört temel unsuru şunlardır:

1-İnsanın üretici etkinliğine yabancılaşması kendi ihtiyaçları dışında başkası için üretmesi anlamına gelmektedir.

2- İşçilerin ürettiği ürüne yabancılaşması işçilerin ürettiği ürünlerin bilgisine ve kendisine sahip olamaması anlamına gelmektedir.

3- Birlikte çalıştığı işçilere yabancılaşma üretim sürecinde işçilerin birbirlerinden soyutlanarak çalışması anlamına gelmektedir.

4- İnsanın kendi potansiyeline yabancılaşması gittikçe insani özelliklerin azalması anlamına gelmektedir.



DiN TEORiSi : Özetle Marx için din, hakim sınıfın hakimiyetini ve baskısını meşrulaştıran bir mittir. Bundan dolayı Marx için sömürü ve yabancılaşma gibi din de tarihsel bir olgudur ve onu var eden sosyal koşullar ortadan kalkınca kaybolacaktır. Din ve benzeri mistik açıklamalar, aslında insanın kendi hayal ürününden başka bir şey değildir. Marx’ın ideal toplum tipinde ne sömürü ne yabancılaşma ne de dine yer yoktur.

Kapitalizm Analizi : Kapitalizm diğer üretim biçimlerinden farklı olarak kendine özgü özel meta üretiminin en yüksek olduğu bir sistemdir. Özel meta üretim sistemi olarak kapitalizmin özünü ise artı-değer (kâr) yaratma ve bu yaratılan artı-değeri sürekli çoğaltmak oluşturmaktadır.

-Meta insan emeği tarafından üretilen, kullanım değerine ve değiş-tokuş edilebilme özelliğine (değişim değeri) sahip bir üründür.

- Metanın hem kullanım hem de değişim değeri vardır. 1- Maldan mala giden değişim; Malla malın değişimi 2- Maldan geçen para değişimi: Malın değişiminde para kullanılması.

-Özel meta üretim sistemi olarak kapitalizm sadece her şeyin alınıp satılmasıyla belirlenmez. Üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ve işgücünün metalaşması özel meta üretim sisteminin temel koşullarını oluşturmaktadır. Özel meta üretim sistemi olan kapitalizmin ayırıcı özelliği maldan geçen para değişimidir.

- İşgücünün metalaşması, emeğin de bir meta gibi alınıp satılır hale gelmesidir.

- Basit meta üretiminde üretici hem üretim sürecinde kendi işgücünü kullanır hem de üretim araçlarının sahibidir.

Kapitalist üretim süreci hem kullanım değeri üretme süreci hem de artı-değer üretme süreci olmak üzere ikili bir özelliğe sahiptir.

-İşgücünün değeri, kendisinin ve ailesinin yeniden üretimi için gerekli olan geçimlik mal ve hizmetlerin değeriyle belirlenir.

-Marx iş süresini zorunlu iş süresi ve artı-iş süresi olarak tanımlamaktadır. Zorunlu iş süresi işçinin aldığı ücrete karşılık gelir. Bundan fazlası artı iş süresine girer ve artı değeri oluşturur. Buna da kapitalist el koyar. Kapitalizmin sisteme dair çelişkisi: Kapitalistler arası rekabet artar, karlar düşer, belli aralıklarla krizler, ücretler düşer, alım gücü zayıflar.

Kapitalizmin toplumsal çelişkileri: Sınıf çatışması

- Marx Kapital adlı eserinde sınıfları analiz ederken en gelişmiş İngiliz kapitalizmini temel almıştır.

“Kendinde sınıf” kavramı işçi sınıfının üretim sürecindeki nesnel sınıf konumunu ifade etmektedir.

“Kendi için sınıf kavramı” ise işçi sınıfının öznel olarak kendi çıkarlarının bilincine ulaşmasını ve kendi sınıfsal örgütlenmesiyle bu çıkarlarının peşine düşmesini ifade etmektedir.

İdeoloji kuramı: Toplumsal yanılsamalara karşı mücadelenin fikirler âleminde değil gerçek yaşam süreçlerinde olabileceğini içermektedir



ÜNİTE 04 : Klasik Sosyolojide Temel Yaklaşımlar-II: Emile Durkheim (1858-1917)

- Durkheim, sosyolojiyi bağımsız bir disiplin olarak kurma ve ona bilimsel bir statü kazandırma konusundaki önemli katkılarından dolayı sosyoloji tarihi içinde önemli bir yere sahiptir. Durkheim’in temel amacı, sosyolojinin çalışma nesnesini ve ona uygun çalışma yöntemlerini tespit etmektir. Sosyolojinin asıl kurucusu olarak kabul edilir.

Sosyolojik Yöntemin KURALLARI : İşbirliğinin var olduğu uyumcu bir toplum modeli ve buna uygun pozitivist bir yöntem benimser. Maddi toplumsal olgular, toplum, toplumun yapısal bileşenleri (kilise, devlet gibi) ve toplumun morfolojik (nüfus dağılımı, yerleşim düzeni) bileşenlerini, maddi olmayan toplumsal olgular ise, ahlâk, kolektif bilinç, kolektif temsiller ve kolektif eğilimleri içermektedir. Toplumsal bir olgu nedir? Durkhiem’e göre sosyolojinin çalışma konusu toplumsal olgulardır. Toplumsal olguyu diğer olgulardan (evrenin olgularından) ayıran temel olarak iki ayırıcı niteliği vardır:

1- Birincisi, toplumsal olgular bireylerin bilinçleri dışında var olur. Toplumsal olgular bireylere indirgenemeyecek kolektif bir niteliğe (aile, din, mesleki örgütlenme) ve kendine özgü bağımsız bir gerçekliğe sahiptir ve bireylerin dışında vardır.

2- İkincisi, toplumsal olgular kendilerini bireylere zorla kabul ettirirler. Kolektif nitelikleriyle bireylerin dışında var olan toplumsal olgular, bireyler üzerinde baskıcı ve sınırlandırıcı bir güce de sahiplerdir

Durkheim’e göre, bir toplumsal olgu ele alınırken (gözlemlenirken) peşin hükümlerden kopmalı ve olgu mutlaka tanımlanmalıdır. Ayrıca toplumsal olguları araştırmaya girişirken bu olguları kendi tekil ve değişken görünümlerinden soyutlayarak incelenmeyi sağlayacak bir bakış açısı benimsenmelidir.

Toplumsal olgular toplumun sürekliliğinin sağlanması açısından sahip oldukları işlevlere göre normal ve patolojik olgular olarak ikiye ayrılır.

-Bir toplumsal olgunun nedenleri yine başka toplumsal olgularda aranmalı ve nedensel olarak açıklanmalıdır.

-Toplumsal olgular topumun ihtiyaçlarının karşılanması açısından sahip oldukları işlevler açısından da araştırılmalıdır.

Sosyolojik kanıtlamaya ilişkin kurallar: sosyolojik olguların incelenmesinde tam olarak deneyleme yöntemini kullanmak mümkün değildir. Bu nedenle, Durkheim’a göre, toplumsal olguların incelenmesinde birlikte değişim yönteminin kullanılması daha güvenlidir.

Durkheim’e göre insanlar temel ihtiyaçlarını karşılasalar bile tatmin olmazlar. Çünkü insanların, hayvanlardan farklı olarak; arzuları sınırsızdır. insanlar bencil, dürtülere ve bir dizi tutkuya sahiptir. İnsanın dürtüleri ve tutkuları bireyi kendine köle yapacak noktaya kadar getirebilir. Duyumlarımız özünde bireyseldir; ancak, biz daha kişisel özellikler kazandıkça duyumlarımızdan kendimizi daha fazla kurtarabilir, kavramlarla düşünebilir ve onlara göre davranabiliriz”

-Onun yaklaşımı içinde en önemli dışsal güç ortak ahlâktır. Onun yaklaşımında özgürlük içerden değil daha çok dışarıdan gelmektedir. Özgürlük, gerçek tutkuların kontrol altında tutulduğu kolektif bir bilincin varlığına işaret eder. Durkheim’in yaklaşımında özgürlük daha çok (bireylerin aksine) toplumun temel bir özelliğidir.

-Bir toplumdaki doğru ahlâki eylem sadece bireysel arzuların toplumun veya grupların hizmetine feda etmesiyle oluşur.

-Durkheim toplum için bir “ahlâki kod” oluşturulmasını önermektedir. Bu “ahlâki kod” veya “ahlâki disiplin” toplumun kolektif çıkarlarına ve düzenine zarar vermemek için oluşturulan kuralları içermektedir.

-Anomi toplumsal yapının özelliklerinden biridir ve bireylerin amaçlarının peşinden koşarken ahlâki bir rehberliğin olmadığı bir durumu karakterize eder. ekonomik krizler ve refah dönemleri anomi oluşumuna neden olabilir.

Toplumsal İşbölümü : Durkheim toplumların evrimini, birey toplum ilişkisini ve toplumdaki fikir birliğini (konsensus) işbölümü olgusu temelinde açıklamaktadır. Örneğin, toplumdaki işbölümü geliştikçe birey daha fazla bağımsızlaşmakta ve özerklik kazanmaktadır. Toplumdaki düzen ve dayanışmanın kaynağı ise işbölümü ve uzmanlaşmadır.

1- Mekanik Dayanışmacı Toplum: Mekanik dayanışma benzeşmeye dayalı, işbölümünün oldukça sınırlı olduğu ve farklılaşmanın olmadığı toplumlar için kullanılmaktadır. Mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda cezalandırıcı hukuk

2- Organik dayanışma ise farklılaşmaya dayalı, işbölümünün ve toplumsal farklılaşmanın yoğun olduğu toplumlar için kullanılmaktadır. Organik dayanışmalı toplumlarda uygulanan hukuk onarıcı veya iade edici hukuktur.

-Dinamik yoğunluk, bir toplumdaki insan sayısının ve insanlar arası etkileşim miktarını ifade etmektedir.

-Anomi : Toplumsal geçiş dönemlerinde normların olmadığı ya da görece normsuzluk durumunu ifade eden bir kavramdır.

-Durkheim için, toplum bir organizma gibi işler, değiştiğinde yeniden denge haline dönme eğilimindedir.

İntihar : Durkheim’e göre, intihar toplumsal dayanışmanın çok yüksek veya düşük olduğu yerlerde bağımlılık ve özerklik ilişkisindeki dengesizliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Kolektif temsiller kolektif bilincin özel durumlarını ifade etmektedir. Modern toplumda kolektif temsiller olarak aile, meslek, eğitim, devlet ve din gibi kurumların norm ve değerlerini düşünebiliriz.

Bencil intihar, bireyin toplumla bütünleşemediği gruplarda ve toplumlarda görülür.

Anomik intihar, toplumun ahlâkî yapısının birey üzerindeki gücünü kaybettiği durumlarda ortaya çıkar.

Özgeci intihar, toplumsal bütünleşmenin fazla olduğu durumlarda görülmektedir.

Kaderci intihar tipinde bireyler grubun yoğun baskısı altında yaşarlar ve kader olarak algıladıkları bu durum karşısında kendilerini tamamen çaresiz hissederler.

Din Olgusu : Durkheim’e göre ,din de önemli bir toplumsal olgudur. Durkheim modern toplumlarda uzmanlaşma ve ideolojik nedenlerden dolayı dinin kaynaklarının araştırılmasının imkânsız olduğunu düşündüğü için, din olgusunu ilkel toplumlar bağlamında ele almıştır.

-Dinin gelişimi önce kutsalı, sonra kutsal olanla ilgili inançların örgütlenmesini ve son olarak da, inançlara bağlı olarak ortaya çıkan ayin ve uygulamaları gerektirir.

-Totemizm çevredeki özel şeylere -hayvanlara, bitkilere, özel yerlere ve nesnelere- tapmayı ve bu şeylerin dinsel ayinlerde kullanılan temsillerini yapmayı gerektirir.

-Özetle Durkheim’e göre dinin asıl kaynağı toplumdur.

























ÜNİTE 05 : Klasik Sosyolojide Temel Yaklaşımlar-III: Max Weber((1864-1920))

- Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eseri

-Durkheim için sosyolojinin konusu toplumsal olgular iken, Weber için sosyolojinin konusu toplumsal eylemlerdir.

-Marx, çalışmalarında temel olarak bir kapitalizm teorisi sunarken Weber, çalışmalarında esas olarak bir rasyonelleşme teorisi sunar.

-Pozitivizmin aksine Weber, sosyolojinin anlamacı bilim olması gerektiğini düşünür ve anlama yöntemini de sosyolojide kullanılacak olan başat yöntem olarak görür. Ona göre, sosyoloji toplumsal eylemleri orumlayarak anlayan ve bu eylemleri kendi süreç ve etkileri (sonuçları) açısından nedensel olarak açıklamak isteyen bir bilim dalıdır.

-Ancak Weber’e göre, sosyolojinin çalışma nesnesi her türlü insan eylemi değil, sadece içgüdüsel nitelik taşımayan toplumsal eylemlerdir.

-Bireylerin içgüdüsel nitelik taşımayan anlamlı bütün eylemleri toplumsal eylemdir.

- Weber’in sosyolojik yaklaşımında toplumsal gerçekliğin ilk ve temel düzeyinde toplumsal eylemler yer almaktadır. İkinci düzeyde bu toplumsal eylemlerle ilintili toplumsal ilişkiler içerilmektedir. Üçüncü düzeyde ise, süreç içinde oluşan toplumsal oluşumlar yer alır. Ve sonunda belirli bir toplumsal düzene ulaşılmış olur.

Weber sosyolojiye bir bilim statüsü kazandırmak için onun hem ampirik/açıklayıcı hem de bir kültür bilimi olarak anlamacı bir bilim olması gerektiğini düşünmektedir.

- İnsanın eylemi tek başına fiziksel bir hareket değildir. Önemli olan eylemi etkileyen, yön veren, eyleme neden olan değer, norm, düzen, kural, ilke ekonomik siyasal rejim ve kültürel niteliklerdir.

Kültürel nitelikler bir gözlem nesnesi, algılama nesnesi değil; fakat birer anlama nesnesidir

- Toplumsal eylemin açıklanması için bireyin kendi eylemine verdiği öznel anlama bakılması gerekmektedir.

- Weber’e göre, sosyolojide nedensel anlama iki aşamalıdır. Birincisi, anında anlama, ikincisi ise açıklayıcı anlamadır. Anında anlama eylemin anlıksal bir analizidir. Açıklayıcı anlama ise, eylemin rasyonel olarak nedensel anlaşılmasıdır.

“Değer ilgisi, bilim insanının araştıracağı konuyu kendi ilgisine göre seçmesi iken, “değer yansızlığı” ise araştırmacının araştırma sırasında ortaya çıkan verilere kendi ve başkalarının değerlerini dayatmaması anlamına gelmektedir.

Weberi’in ideal tip kavramı: ideal tip, değer yargılarından arınmış, tekil bir olgunun ortalama özelliklerini ifade eden, gerçek hayatta rastlanmayan açıklayıcı kurgulardır. Weber’e göre, ideal tipler birleştirici ve bütünleştirici özelliklerin aksine, bireyselleştirici ve özgülleştirici özellikleri ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Sonuç olarak ideal tip: Toplumsal eylemlerin anlamlarından yola çıkılarak akılcı yöntemlerle oluşturulmaktadır.

• Bireylerin toplumsal eylemlerinden çok kolektifliklere karşılık gelir.

• Değer yargılarından arınmıştır.

• Belirli bir toplumsal olgunun tüm tipik özelliklerini kapsamaktadır.

• Toplumsal olgunun özelliklerini özgül bir biçimde içermektedir.

• Hiçbir zaman somut gerçekliğin karşılığı değildir.

• Kavramsal saflığına gerçek yaşam içinde rastlanmamaktadır.

• Soyut zihinsel bir kurgu olarak belirli bir toplumsal olgunun saptanması, anlaşılması ve açıklanması için amaç değil, sadece bir araçtır.

• Hem somut durumlardaki benzerlikler hem de sapmaların belirlenmesini sağlayan çözümleyici bir kurgudur.

• Karşılaştırmalı çalışma için önemli bir araçtır.



Toplumsal Eylem Tipleri:

1- Geleneksel Motiflere Dayanan Eylemler: Bireylerin bu eylem biçimi alışılagelmiş inançlar tarafından belirlenir.

2- Duygusal Motiflere Dayanan Eylemler: Belirli koşullar sonucunda bireyin duygusal tepkisiyle oluşur

3- Değersel akılcı eylem, amacı değerler temelinde planlanmış eylemdir.

4- Amaçsal-akılcı eylem ise amacın akılcı nedenlere dayanarak belirlendiği eylemdir.

Otorite Tipleri :

-Weber’e göre iktidar “insanları itaat etmeye ve arzu etmedikleri şeyleri yapmaya zorlayabilme” olarak ifade edilmiştir. Weber iktidarı meşru ve meşru olamayan iktidar olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Bu ikili ayırımda rızaya dayanan/meşru iktidara ise otorite adını vermektedir.

1- Geleneksel otorite tipi meşruluğunu geleneklerden almaktadır. Uygulamalar keyfi ve kişiseldir. Kanunlar yerine efendilere itaat edilir.

2-Karizmatik otorite meşruluğunu lider kişinin kişisel sıfatlarından, kutsallığından ve kahramanlık gücü gibi özelliklerinden alır.

3-Yasal-ussal otorite tipi meşruluğu akılcı ilkelere göre oluşturulmuş kanunlara dayanmaktadır.

Rasyonelleşme ve Bürokrasi

-Rasyonelleşme süreci genel olarak “toplumsal aktörlerin kişisel-olmayan ilişkiler bağlamında çevrelerindeki dünya üzerinde daha fazla denetim kurmak için bilgiye giderek daha çok başvurmaları” şeklinde tanımlanabilir.

-Weber’in çalışmalarında formel rasyonalite, nihai insani değerleri devre dışı bırakarak en etkili araçlarla hedefe ulaşmaya işaret ederken, tözsel rasyonalite ulaşılmak istenen hedeflerin ya da sonuçların değerine işaret eden iki karşıt rasyonalite tipi olarak anlaşılabilirler.

- Bürokrasi, her biri uzmanlaşmış bir işlevi yerine getiren çok sayıda birey arasındaki işbirliğinin sürekli örgütlenmesidir.

Weber’e göre, çağdaş bürokrasinin somut işleyiş biçimi şöyledir:

Birincisi, Yazılı kurallar örgüt içinde yer alan her bireyin hareketini belirler.

İkincisi, kesin bir hiyerarşi vardır. Üçüncüsü, yazılı belgelere (dosyalara) dayanır.

Dördüncüsü, çalışanların çalışma kapasitelerini tam olarak kullanmalarını gerektirir.

Beşincisi, işyerinin yönetimi öğrenebilir genel kuralara bağlıdır.

Altıncısı, örgütte çalışan insanlar maddi kaynakların sahibi değildir.

- Modern bürokrasiler, kendi kurallarına köle gibi bağlı bireyler yaratmakta ve bireylerin özgürlük ve özerkliklerini yok etmektedirler. Bu yüzden bürokrasi insanları “demir kafese” hapsetmektedir.

- Weber: sosyalizmin çalışma güdüsünü zayıflatacağını ve bürokratikleşmenin robotlaştırıcı etkilerini şiddetlendireceğini düşünüyordu”

Weber ve Modernite: Weber’e göre, modern toplumları önceki toplumsal yon biçimlerinden ayıran şey, yeni sınıf mücadelesi biçimleri değil, rasyonalitenin ortaya çıkışıdır.

Protestan Ahlakı ve Kapitalizm

-Kapitalizmin bir yaşam biçimi olarak kurulmasında Protestan ahlâkının aracılık ettiğini vurgulamaktadır. Protestanlığın; kalvinizm, methodism, pietism ve baptism olmak üzere dört eğilimi vardır. Weber, Protestan ahlâkı olarak adlandırdığı kavramı daha çok Protestanlığın Calvinist eğilimine dayandırmaktadır. Protestan ahlâkını oluşturan Calvinist ilkeler şöyle özetlenmektedir:

1. Dünyayı yaratan ve yöneten, insanların sınırlı akıllarıyla kavrayamayacakları yüce tanrıdır.

2. Tanrı, herkesin kurtuluşunu veya lanetlenmesini önceden belirlemiştir. Bu kutsal kararlar çabalarla değiştirilemez.

3. Kurtulması ya da lanetlenmesi gereken insanın esas ödevi Tanrı için çalışmak ve yeryüzünde Tanrının krallığını kurmaktır.

4. Dünyevi şeyler, insanın doğası günah ve ölüme aittir. İnsanın kurtuluşu sadece tanrının merhameti ile mümkünüdür.

-Weber’e göre, Hıristiyanlık kâr anlayışı ile akılcı çalışma disiplinini ilk defa birleştiren bir dindir. Bu birleşim sonucu ortaya çıkan kapitaliz ise, Batı dışında hiç bir yerde gelişmemiştir.

Weber, Protestan Ahlâkın (Asketik Protestanlığın) başlıca dört tarihsel taşıyıcısından söz eder:

1. Jan Calvin’ in 1536’ da başlattığı bir harekettir. En şöhretli ve halen geçerliliğini koruyan öğretisi ilahi takdir öğretisidir.

2. Pietizm: Kişisel ahlâk ve duyguyu dindarlığın temel ögesi sayan söyleme sahiptir.

3. Metodizm: XVIII. yüzyılda ingiltere’ de ortaya çıkıp, sonra Amerika’ ya yayılan ve halen 25-30 milyon mensubu olan bir Protestan mezhebidir. ibadet ve günlük hayatta, metodik bir düzen takip etmelerinden dolayı “metodistler” diye adlandırılmışlardır.

4. Baptistler: Babtist hareketinden doğan tarikatlar.

-Kalvinizm, Protestan mezhepleri arasında en yaygın olanıdır ve Protestanlığın ağırlıkla teorik-dogmasını oluşturur. Protestanlık öğretisine Püritanizm de denmektedir

Weber’in Kapitalizmin analizinde eylemin rasyonelliği, siyasal düzen analizinde ise insanın insan üzerindeki egemenliği ön plana çıkmaktadır.

Tabakalaşma Teorisi : Bu teoride, modern toplumda tabakalaşma olgusu, ekonomik düzeyde temel (sınıf), toplumsal onur hiyerarşisi düzeyinde (statü) ve siyasal düzeyde (parti) temelinde açıklanmaktadır.

Sınıf : Weber’e göre , sınıftan söz edilebilmesi için şu unsurların bir arada olması gerekmektedir:

Birincisi, “bir grup insanın yaşam olanaklarının belli bir nedensel öğesi ortak ise”,

İkincisi, “bu öğeyi, mal sahibi olmak ve gelir sağlamak gibi salt ekonomik çıkarlar temsil ediyorsa”,

Üçüncüsü, “bu öğe, meta ve işgücü piyasaları koşullarında temsil ediliyorsa, sınıftan söz etmek mümkündür”.

Ona göre, sınıf konumu kişilerin mal, yaşam koşulları ve kişisel yaşantıları için sahip oldukları tipik olanaklar anlamına gelmektedir. Yani Weber’in yaklaşımı içinde sınıf konumu en son kertede kişilerin piyasa konumudur. Diğer bir deyişle, “mülkiyet” ve “mülksüzlük” bütün sınıf konumlarının temel kategorisidir.

Olumlu ayrıcalıklı sınıflar

1- • Mülkiyetçi veya mülk sahibi sınıf : Toprak, maden, fabrika sahipleri gibi

2- • Kazanç veya ticari sınıf: girişimciler, tüccarlar, bankerler, hizmet sektöründekiler

Olumsuz ayrıcalıklı sınıf içinde ise: Herhangi bir şekilde üzerinde tasarruf yapabilecekleri mülkiyeti ve hünerleri olamayan ücretli çalışan işçiler yer almaktadır. Kendi içinde;

• özgür olmayanlar • sınıftan çıkarılanlar • yoksullar

• nitelikli, yarı-nitelikli ve niteliksiz işçiler olarak farklılaşmaktadır.

Olumlu ve olumsuz ayrıcalıklı sınıf tipleri arasında orta sınıfların bulunduğunu savunmaktadır. Ona göre,

• köylüler, • zanaatçılar, • kamu sektöründe ve özel sektörde çalışan memurlar, • serbest meslek sahipleri

• az rastlansa da beceriye sahip işçiler orta sınıf içinde yer almaktadır.

Weber’e göre, insanların üretim sürecindeki sınıfsal konumlarını belirleyen temel faktör, bireyin sahip olduğu bilgi, beceri ve niteliğidir.

Statü: Birey ve gruplara başkalarınca yüklenen toplumsal saygınlık veya itibarı ifade etmektedir. Statü toplum içinde oluşan eşitsizliğin kaynaklarından biridir.

-“Sınıf” temelli tabakalaşma üretim ve mülkiyet ilişkilerine dayanırken, “statü” temelli tabakalaşma ise yaşam tarzlarını temsil eden tüketim biçimlerine göre şekillenmektedir.

Parti : Ortak amaçları olan insanların bir araya geldiği yapılardır ve toplum içinde gücü yansıtan bir yapıdır.

Marx ve Durkheim’den farklı olarak Weber sosyolojik analizin merkezine toplumsal eylemi koyan yorumlayıcı bir sosyolojik yaklaşımı benimsemiştir.









ÜNİTE 06 : Klasik Sosyolojiye Katkı-I: Ferdinand Tönnies ve Georg Simmel

Ferdinand Tönnies (1855-1936): En önemli eseri Cemaat ve Cemiyet

-Sosyolojinin kurucuları arasında yer alan Tönnies, doğa bilimleri ile kültür bilimleri arasında kesin bir ayrım yapan Alman düşünce geleneğinden etkilenmiş ve pozitivizmin toplum anlayışını eleştirmiştir

-Tönnies sosyolojiyi önce Genel Sosyoloji ve Özel Sosyoloji olmak üzere iki alana ayırmış, daha sonra bu alanları da alt alanlara ayırmıştır. Genel sosyoloji, bütün insan ilişkilerini bir bütün olarak ele alan sosyolojidir.

Genel sosyoloji (a) evrim sürecinde biyolojik açıdan insanı ve diğer biyolojik organizmalarla ilişkisini inceleyen Sosyal Biyoloji, (b) kültürü üreten insanı inceleyen Sosyal Antropoloji ve (c) insanların öznel eylemlerini ve grupların iç işleyişlerini inceleyen Sosyal Psikoloji olmak üzere üç alt alana ayrılır

Özel sosyoloji de Tönnies’e göre üçe ayrılmaktadır. Bu alt alanlar (a) Saf/Teorik Sosyoloji, (b) Ampirik Sosyoloji (Sosyografi) ve (c) Deneysel Sosyolojidir. Tönnies, ampirik düzeydeki çalışmaların da, uygulamalı sosyolojinin teorik çalışmalarının da bir kavram sistemine ihtiyacı olduğunu düşünür ve bu kavram istemlerini oluşturma, yani kavramsal tanım ve açıklamalar yapma görevini de saf /teorik sosyolojiye verir. Saf/teorik sosyoloji toplumun nispeten durağan bir görünüşünü sunarken uygulamalı sosyoloji toplumsal değişimle ilgilenir.

Tönnies’e göre saf/ teorik sosyoloji ideal tip kavramlarından ve statik, durağan haldeki toplumsal varlıklardan oluşan bir mantıksal sistemdir. Tönnies, teorik sosyolojiyi beş alana ayırmaktadır

i. Cemaat / Cemiyet Kavramsallaştırması. Cemaat ve cemiyet kavramları, Tönnies’in geleneksel kırsal yaşam tarzı ile modern kentsel yaşam tarzını karşılaştırma amacına, yani analitik bir amaca yönelik olarak oluşturulmuş. ideal tiplerdir.

ii. İlişkiler ya da Toplumsal Varlıklar Teorisi.: Toplumsal varlıklar (a) toplumsal ilişkiler (b) kolektifler ve (c) toplumsal örgütler ya da şirketlerdir. Toplumsal ilişkiler kişiler arasındaki iradî fiziksel ilişkilerden doğarlar; ancak bu ilişkinin dışında kalan insanların da iradeleri tarafından şekillenirler.

iii.Toplumsal Normlar. Tönnies toplumsal ilişkilerde düzenliliği sağlayan üç tip toplumsal norm olduğunu belirtir, bunlar (1) düzen (2) hukuk ve (3) ahlaktır

iv. Toplumsal Değerler: Tönnies toplumsal değerleri üç gruba böler. Bunlar; ekonomik, politik ve entelektüel/ruhani değerlerdir.

v. İnsan Çabası Sistemleri (Toplumsal kurumlar teorisi). Bu sistemler üç grup halindeki toplumsal değerlerin Cemaat ve Cemiyet içinde yer alan biçimleri olarak görülebilir. Bu açıdan ekonomik sistemler arasında ev endüstrisi, kent ekonomisi, tarım, ulusal ekonomi ve dünya ekonomisi yer alır.

Politik sistemler hukuk, koruma ve anayasalardır. Entelektüel/ruhani sistemler ise din, sanat, felsefe, bilim ve eğitim sistemleridir.

Cemaat ve Cemiyet: Cemaat ve cemiyet kavramları analitik amaca yönelik olarak oluşturulmuş ideal tiplerdir.

-Tönnies’e göre, bütün toplumlar ya doğal iradeye ya da rasyonel iradeye, ama kesinlikle insan iradesine dayanırlar.

-Doğal irade mizaca ve karaktere dayalı iken rasyonel irade belirli amaçlara yönelik olarak en uygun aracı seçebilme kapasitesine dayanır. Rasyonel iradenin temel özelliği araçları sonuçlardan ayırabilme ve elde edilmek, istenen sonuç için en etkili araçları seçebilme kapasitesidir.

Tönnies’e göre tarımdan endüstriye geçiş, serbest ticaretin ve modern ulus devletin doğuşu, cemaatten cemiyete doğru yaşanan dönüşümün temel özellikleridir.

-Cemaatler; akrabalık, arkadaşlık ve komşuluklardan oluşan, bireysel çıkarlara değil, ortak çıkarlara dayalı ortak bir yaşam tarzının ve güçlü bir toplumsal dayanışmanın görüldüğü, temel olarak gelenek ve göreneklerden doğan yazısız normlara dayanan, ekonomik açıdan tarıma dayalı, entelektüel açıdan dinin ve sanatın hakim olduğu toplumlardır.

-Tönnies’e göre cemaatler, cemiyetlere doğru evrilirken doğal irade de rasyonel iradeye doğru dönüşecektir. Tönnies’e göre cemaatlerin zayıflaması ve yerini cemiyetlere bırakması olumsuz bir durumdur.

Cemiyet: Ben duygusu, dayanışma bireysel isteme dayalı, bireysel mülkiyet, moda ve geçici zevkler vs.

Georg Simmel (1858-1918): “Para Felsefesi” , “Metropol ve Tinsel Hayat” adlı eserleri. Simmel’in sosyolojisi toplumsal olguları değer yargılarından arınmış, bağlamdan bağımsız olarak ve diyalektik bir bakış açısıyla inceler. Simmel Popper’ın yanlışlama anlayışına benzer bir şekilde, sosyologların teorik görüşlerini onaylayacak ampirik kanıtlar kadar bu görüşlerle çatışacak ampirik kanıtlar da aramaları gerektiğini savunur.

Simmel’e göre sosyoloji problem çözmekten çok problem kurmakla ilgilenmelidir.

Simmel Sosyolojisinde Diyalektik Düşünce : Simmel bireyle toplum arasındaki ilişkiyi diyalektik bir şekilde açıklar; bireyin hem topluma dahil olduğunu hem de toplumun karşısında durduğunu, toplumun hem içinde hem de dışında olduğunu, hem bireyin toplum için hem de toplumun birey için var olduğunu, toplumun bir yandan bireyselliğin ve özerkliğin oluşmasına izin verdiğini, diğer yandan bunu sınırlayıp engellediğini düşünür.

Tahakküm ve Üstlük-Astlık ilişkisi: üstlük ve astlık ilişkisinin ancak karşılıklı bir ilişki içinde, karşılıklı eylemler olarak anlaşılması gerektiğini, üstün eylemlerinin asta gönderme yapılmadan, astın eylemlerinin de üste gönderme yapılmadan anlaşılamayacağını savunmuştur.

-Ayrıklık yanılgısı, toplumsal eylemleri etkileşim sürecinde birbirine bağlı olarak görememek, ayrık oldukları yanılgısına kapılmaktır.

Moda Sosyolojisi: Simmel’e göre moda bir yandan grubun taleplerine uyum sağlamak isteyenlere bu olanağı sunan, diğer yandan gruba aykırı davranmak isteyenlere uymayarak sapkın davranışta bulunabilecekleri bir norm sunan bir toplumsal ilişki biçimidir. Bir şey özgün olduğu için moda olur, daha sonra yaygınlaşır ve çok sayıda insan tarafından kabul edilir. Bu noktada özgünlüğünü ve dolayısıyla cazibesini kaybeder, bu açıdan moda olan bir şeyin başarısı, gücünü yitirip çökmesine neden olur. Bu açıdan moda diyalektik bir süreçtir.

Öznel ve Nesnel Kültür: Simmel, öznel kültür ve nesnel kültür arasında bir ayrım yaparak nesnel kültürün insanların ürettiği her şey olduğunu, öznel kültürün ise kültür ürünlerini yaratma, özümseme ve kontrol etme kapasiteleri olduğunu belirtir. İnsanlar bir yandan kültürel ürünleri üretirler, diğer yandan da bu ürünlerden etkilenir ve bu ürünlerin tehdidine maruz kalırlar.

Çatışma: Simmel, tamamen uyum içindeki bir grubun var olamayacağını, bunun değişim ve gelişmeyi imkânsız kılacağını savunmuştur. Simmel’e göre toplumlaşma her zaman hem çatışmanın hem de uyumun bir sonucudur. Bu süreçte uzlaşmayla sonuçlanan güçleri olumlu, çatışmayla sonuçlanan güçleri olumsuz değerlendirmek anlamsızdır; çünkü uyum da çatışma da toplumsal ilişkileri yapılandıran olumlu içeriklerdir

Formel (Biçimsel) Sosyoloji: Simmel’e göre toplum ilişkilerden, etkileşimle birbirine bağlı bireylerden oluşan bir bütündür. Simmel’e göre sosyolojinin görevi, toplumsal etkileşim biçimlerini anlamak ve toplumsal düzenin biçimini ve içeriğini formel bir şekilde açıklamaktır.

Simmel sosyolojinin toplumlaşmanın içeriğiyle değil, biçimleriyle ilgilenmesi gerektiğini savunmuştur; bu nedenle sosyolojisi formel sosyoloji olarak bilinir. Simmel Marx, Durkheim ve Weber gibi makro-sosyolojik bir kuram üretme yerine “içlerine empirik dünyanın içeriğinin yerleştirilebileceği biçimler (forms) veya sosyolojik kavramlar geliştiren ve netleştiren bir sosyolojiden yana olmuştur”

Formel sosyoloji: Toplumsal olayları içinde bulundukları bağlamdan soyutlayarak incelemeye, böylece toplumsal ve tarihsel bağlamdan bağımsız biçimsel/formel düzenlilikleri ve benzerlikleri ortaya koymaya çalışan bir sosyolojidir.

-Simmel’in sosyolojinin konusunu diğer sosyal bilimlerden ayırarak toplumlaşmanın biçimleri ile sınırlaması, sosyolojiyi bağımsız bir bilim olarak kurma çabasının bir sonucudur.

Toplumlaşmanın Alt Süreçleri : (a) dışsallaştırma, (b) içselleştirme, (c) kurumsallaştırma ve (d) çıkar biçimlendirmesidir.

Simmel kurumsallaşmanın üç düzeyinden bahseder.

1-Kurumsallaşmanın birinci düzeyi gündelik sıradan etkileşimlerden oluşur, bu düzeyde bireyler özerktir, kendi çıkarlarını gerçekleştirme yolları kendi kontrollerindedir, üzerinde uzlaşılmış etkileşim desenlerinden sapmalar söz konusu olabilir ve bu sapmaların bedeli nispeten düşüktür. Ancak bu biçim kristalleştikçe bireyler kendilerini daha fazla sınırlandırılmış hissetmeye başlarlar, kurumsallaşma arttıkça bireysel özgürlükler için ödenen toplumsal bedeller de artar.

2- Kurumsallaşmanın ikinci düzeyi bireyler arasındaki değil, kurumsallaşmış yapılar arasındaki iletişimle karakterize edilir.

3-Kurumsallaşmanın üçüncü düzeyi, toplumun kendisinin biçimlerinden oluşur. Bu düzeyde toplumsal kontrol mekanizmaları çok güçlüdür, üzerinde uzlaşılmış etkileşim kalıplarından sapan bireyler bunun için yüksek bir toplumsal bedel ödemek zorunda kalırlar.

Toplumsal Yaşamın Geometrisi : Toplumsal geometri, Simmel’in toplumlaşmanın sadece biçimini bir soyutlama olarak analiz ederken kullandığı yöntemdir. Simmel fiziksel biçimleri inceleyen geometri ile toplumsal biçimleri inceleyen sosyolojiyi karşılaştırır. Simmel’in toplumsal etkileşim hakkında geometri kavramlarıyla yaptığı bu analizin yöntemi toplumsal yaşamın geometrisi ya da toplumsal geometri olarak adlandırılmaktadır.

Sayılar: Simmel, grup süreçlerini ve bu süreçlerdeki yapısal düzenlilikleri grup üyelerinin sayılarına göre incelemiş, toplumlaşma (veya toplumsal etkileşim) formlarının bu duruma katılan insan sayısına göre değiştiğini savunmuştur. iki kişilik gruplarla (dyad) üç kişilik (triad). iki kişilik gruplar üyelerinden bağımsız nesnel bir yapıya sahip değilken üç kişilik gruplar bu yapıya sahiptir ve bu yapı sayesinde üyeleri üzerinde baskı kurabilirler.

-Böylece büyük gruplar kendi “biçimsel düzenlemeleri” aracılığıyla bireyin üzerinde bir iktidara sahip olur. Bununla birlikte Simmel grup büyüdükçe bireysel özgürlüğün nispeten arttığını düşünür.

-Simmel’e göre toplum bireyselliği hem artırır hem de engeller.

Uzaklık: Simmel’e göre toplumsal etkileşim biçimleri, bireylerin diğer bireylerle veya diğer şeylerle arasındaki uzaklığa göre farklılaşmaktadır. Simmel bir şeyin değerinin bireye olan uzaklığına göre belirlendiğini, bu şey bireyin elde etmesi çok kolay, yani çok yakın ya da çok zor, yani çok uzak olan bir şeyse değersiz olacağını, büyük bir çaba harcayarak ulaşılabilir olduğu bir uzaklıkta bir şeyse o zaman değerli olacağını belirtir.

Toplumsal Etkileşim Formları (Biçimleri) : Beş ideal tip üzerinden inceler.

(a) Mübadele: Simmel’e göre mübadele bütün etkileşim tipleri içinde insan hayatını biçimlendiren en saf ve en gelişkin etkileşim biçimidir. Bütün etkileşimleri mübadele olarak değerlendirmek gerektiğini belirtmektedir. Simmel’e göre “şeyleri elde etmek o şeyler kıt olduğu için zor değildir; bu şeyler onları elde etmek zor olduğu için kıttırlar”

(b)Çatışma: çatışmanın amacının çeşitli sorunları çözmek ve bir birlik durumuna ulaşmak olduğunu savunur.

(c) Tahakküm: üstlük-astlık ilişkisini içeren bir toplumsal etkileşim biçimidir. Tahakkümün en kötü biçimi, bireyleri bir “şey” haline getiren nesnelere tabi olma durumudur. Simmel, bir şeye ait olmanın insanın kendisini de bir “şey” kategorisine soktuğunu belirtir.

(d)Fahişelik: Simmel’e göre bir toplumsal etkileşim biçimi olarak fahişelik, mübadelede sunulan iki değer arasındaki dengesizlikle karakterize edilir. Simmel’e göre “fahişeliğin bünyesindeki korkunç aşağılanma en kesin ifadesini paraya olan eşdeğerliğinde bulur”. Toplumsal etkileşimin fahişelik biçiminde fahişe ile birlikte olan kişinin sadece para verdiğini, fahişenin ise etkileşime genellikle bütün benliği ile dahil olduğunu belirten Simmel, fahişeyi aşağılayan şeyin çok sayıda insanla birlikte olması değil, benliğini, benliğine karşı verilebilecek en uygunsuz karşılık olan para karşılığında vermesi olduğunu belirtir.

(e)Sosyallik: Simmel, bütün insanlarda bir sosyallik itkisi olduğunu belirtir.

- Simmel eşitler arasında demokrasinin olduğu bu sosyallik dünyasının yapay bir dünya olduğunu düşünür. Sosyallik bireylerin sanki herkes eşitmiş gibi davrandığı bir oyundur.

Toplumsal Tipler: Simmel çeşitli toplumsal tipleri ideal tipler olarak incelemiştir.

(a) Yabancı: Yabancı, tanımadığımız biri değil, aynı grubun üyesi olduğumuz ama gruba katılımı çeşitli açılardan sınırlı olan, hem grubun içinde hem de gruba karşı olan kişidir.

(b) Yoksul: Simmel’e göre yoksulluk bireyin ekonomik durumuyla değil, toplumun ona verdiği tepkiyle ilgilidir.

(c) Cimri ile Savurgan: Cimri, paranın mümkün kıldığı hazların vaadi nedeniyle paranın cazibesine kapılmıştır; sadece paraya sahip olmaktan estetik hazza benzer bir haz alır. Simmel, savurganın israfın verdiği haz nedeniyle metaların rasyonel değerlendirmesini yapmadığını belirtir. Cimri paraya sahip olmaktan, savurgan ise parayı arzuladığı nesne için harcamaktan haz duyar; ama ikisi de paraya önem vermektedirler;

(d) Maceracı: Maceracı, herhangi bir geçmişin belirlemediği ve herhangi bir geleceğin beklemediği, tamamen bugünün hâkimiyeti altında olan kişidir

(e) Soylu: Soylu olanla olmayan arasındaki fark soylulara başkalarının yapmalarına izin verilmeyen şeyleri yapma izninin verilmesi ve başkalarının yapmalarına izin verilen şeyleri yapma izninin verilmemesidir

Paranın Felsefesi: Para, hem nesnelerle insanlar arasına mesafe koymaya hem de bu mesafeyi aşmaya yarayan bir araçtır.

-Para ekonomisi, nesnel kültürün güçlenmesine, buna karşılık öznel kültürün zayıflaması ve bireyin nesnel kültürün kölesi olmasına neden olur.

-Para ekonomisi, bireylerde her şeyin satılık olduğu hissini uyandırır. -Para ekonomisi, bütün değerleri parasal ifadelere indirgeyerek her şeyi göreli ve kıyaslanabilir kılar.

Büyük Kentler ve Birey : Simmel büyük kentlerin birey üzerindeki etkisi üzerine incelemeleriyle Kent Sosyolojisinin gelişimine katkıda bulunmuştur Birey metropol hayatı içinde kendini ifade etmek zorundadır; ancak metropollerde bireyler arasındaki temaslar bireyin kendini yeterince ifade etmesi için çok kısadır. Bu kısa temas sırasında birey kendini ifade edebilmek için “çarpıcı ölçüde karakteristik” görünme telaşına düşer, bu nedenle etrafındakilerin dikkatini çekebilmek için kasıtlı bir şekilde “farklı” davranmaya başlar, “yapmacık tavırlar ve ani değişkenlikler gibi metropole özgü aşırılıklara yönelir”











ÜNİTE 07 : Klasik Sosyolojiye Katkı II: Vilfredo Pareto(1848-1923) ve Seçkinler Teorisi

Genel Sosyoloji Dersleri adlı eseri. ‘elit’ terimini ilk dile getiren kişi Pareto’nun amacı “J. Willard Gibbs’in Termodinamik’inde formülleştirdiği, genelleştirilmiş fiziko-kimyasal sisteme benzeyen bir sosyoloji sistemi kurmaktı”. Bu anlayışta sistemi oluşturan parçalar, karşılıklı olarak birbirine bağlı olduğundan parçaların birindeki değişme karşılıklı olarak diğerleri üzerinde de bir değişime yol açar.



-“Pareto’nun sosyolojisi, iradecilik ile determinizmin tuhaf bir karışımından oluşmakta; insan doğasını sabit görüp, aynı zamanda, mantıksal olmayan toplumsal eylemin ürünü bir toplum kavramı öne atan, kötümser ve kaderci bir anlayışın lehine olarak, toplum teorisindeki hümanist geleneğin (özellikle Vico’nun) reddini temsil etmektedir”.

-Pareto en çok Marksizme karşıt görüşleriyle tanınır.

Pareto’nun Bilim Anlayışı: Mantıklı Olan Ve Olmayan Davranışlar

Pareto sosyolojisi tortular, türemler, ekonomik çıkarlar, insanlar arasındaki eşitsizlikten kaynaklanan toplumsal heterojenlik (veya benzeşmezlik) ve de (seçkinler dolaşımı kuramını da içeren) toplumsal hareketlilik olmak üzere beş temel konudan oluşur

-Pareto’ya göre bir davranışın amacı ile o amaca ulaşmak için seçilen araçlar arasındaki ilişki, hem gerçekte (nesnel olarak) hem de bilinçte (öznel olarak) doğru olarak hesaplanmış ise o davranış mantıklı bir davranıştır.

Araç-amaç ilişkisi doğru hesaplanmamış bir davranış ise mantıklı olmayan bir davranıştır.

-Swingewood, Pareto sosyolojisinin iki temel ilke çerçevesinde kurulduğunu, bunlardan ilkinin tümevarım yöntemine ve deneye-gözleme dayanan bu mantıksal deneysel bilim anlayışı olduğunu belirtir ve ayrıca bu noktada “Pareto’nun pozitivizmi eleştirdiği halde, doğa bilimini sosyolojinin temeli sayma konusunda Weber’den ayrıldığına da dikkat” çeker. Swingewood’a göre Pareto sosyolojisinin ikinci ilkesi de toplumu bir sistem olarak görmesi ve bir bütün olarak analiz edilmesi gerektiğini savunması, ancak nesnel toplumsal yapılar ve kurumlardan ziyade mantıksal olmayan eylemlerin bir sentezi olarak analiz edilmesi gerektiğini vurgulamasıdır.

-Pareto’ya göre mantıksal-deneysel bilim anlayışının birinci özelliği tek amacının gerçeklik olmasıdır.

-Pareto’nun mantıksal-deneysel bilim anlayışının temel özelliği yararı değil, gerçeği amaçlamasıdır ve ona göre gerçek her zaman yararlı olmadığı gibi yararlı olan bir şey de her zaman gerçek olmayabilir.

-Parato’nun mantıksal-deneysel bilim anlayışının ikinci özelliği de deney-dışı ya da deney-üstü bütün kavramların ve kuramların kesinlikle dışlanmaları gerektiğini savunmasıdır. Dinsel, felsefi ve varlıkla ilgili bütün kavramların, örneğin ilerleme, gerçek sosyalizm, gerçek eşitlik gibi deneyi aşan, dışlanmalıdırlar.

-Pareto insan davranışlarının temelinde mantıksal olmayan iki temel unsurdan söz eder: (ı) tortu/kalıntı adını verdiği ve değişmez dediği eğilimler ile (ıı) türem/türev adını verdiği, insanların davranışlarını haklı kılmak için her durumda buldukları ve değişken dediği nedenler.

Tortular ve Türemler: Pareto sosyolojisinin bu en önemli iki konseptinden biri Tortular, diğeri ise Türemler/Türevler dir.

Tortular/Kalıntılar: Kalıntılar, insan doğasında ya da davranışlarının temelinde bulunan ve dolayısıyla toplumun işleyişini ve devamlılığını sağlayan içgüdülerin dışavurumlarıdır. Pareto, kalıntıları altı kategori halinde sınıflar:

A) Uyuşma (veya bileşim) içgüdüsü: Bireylerin mantıklı bir neden olmaksızın olaylarla eşyalar veya düşüncelerle nesneler arasında ilişkiler kurma eğilimi şeklinde ortaya çıkar. bu tortularla hareket eden insanlar, deney, keşif ve ortak yararlarla yola çıkma yeteneğine sahip olan Machiavelli’nin “tilkiler”i gibidir; ancak ilkelere ve istikrarı sağlayan muhafazakar erdemlere sadakatten yoksundur”.

B) Kümelerin sürekliliği: Bu tortu gerçek dayanağı ortadan kalkmış ilişkilerin ve olguların sürdüğünü varsayarak ona bağlılığını sürdürme eğilimidir. tutuculuk ve eskiye bağımlılık gibi olgular. “Machiavelli’nin Aslanları” gibidir.

Türemler: Pareto sosyolojisinde türemler, insan davranışlarının sözlü nitelikte çeşitli ve değişken olan araçlardır ve türemleri belirleyen de kalıntılar ya da tortulardır. Pareto türemleri “ideoloji ya da doğrulama kuramı adı verilen şeylerin” karşılığı olarak görür. insanların kendi davranışlarını doğrulamak, meşrulaştırmak ve inandırıcı kılmak için kullandıkları rasyonelleştirmeler, ideolojiler ve entelektüel bahanelerdir.

-Tortular insanların davranışlarının ardında yatan temel içgüdüler ve dürtülerdir. Türemler ise insanların davranışlarını rasyonel davranışlarmış gibi göstermede kullandıkları düşünsel meşrulaştırmalar veya ideolojilerdir.

Yönetici Seçkinler (Elit) Kuramı: Pareto insana özgü beceri, kabiliyet ve benzeri niteliklerin insanlar arasında doğal olarak eşitsiz dağıldığını, bu nedenle insanların fiziksel, entelektüel ve ahlaki açıdan eşit olmadıklarını ve neticede toplumda bu eşitsizlikten kaynaklanan bir heterojenlik olduğunu savunur. İnsanlar arasında gerçek anlamda bir eşitlikten hiçbir zaman söz edilemez; bu bakımdan eşitlik bir türemden ibarettir. bir toplumda gücün kişisel niteliklere değil, fakat ekonomik kontrole sahip olanların elinde toplandığını savunan Marx’ın analizine karşıttır.

Elit grubun gücü sadece kişisel özeliklerden değil, örgütsüz ve dağınık olan halk kitleleri karşısında örgütlü ve birleşik olmasından da kaynaklanır. Pareto, birincisi toplumsal seçkinlerin tümünü kapsayacak kadar geniş ikincisi ise, sadece yönetici seçkinleri kapsayacak kadar dar anlamda iki seçkin tanımı yapar. Geniş anlamda kullandığı seçkin kavramı etkinlik alanında başarılı olmuş ve mesleki hiyerarşide üst düzeye erişmiş, dahası “yaşam yarışında iyi not almayı” başarmış az sayıda bireyi kapsar

-Pareto’nun kullandığı dar anlamdaki seçkin kavramı ise, iktidarda bir rol oynayan ve siyasal yetkiye sahip az sayıda bir azınlıktan oluşur Ayrıca toplumların söz konusu bu seçkinlerin, özellikle yönetici seçkinlerin doğası ile belirginleştiğini savunmaktadır.

- Alt sınıfı yeteneksiz ve örgütsüz ve de yönetimi sorumluluklarını yerine getirme konusunda denetleme ve kontrol etme konusunda her zaman sessiz ve duyarsız kalan bir sınıf olarak tanımlar.

-“Pareto’nun hümanizme ve kollektivist demokrasiye duyduğu düşmanlığın kaynağı, tarihsel gelişmenin, pasif kitleler üzerinde tahakküm kuracak vasıflarla donatılmış olan ‘aktif azınlıkların’ eseri olduğu inancıydı”.

Pareto, siyasal seçkinlerin yönetim araçlarını da güç ve hile olarak tanımlar.

Pareto sosyolojisinde siyasal seçkinler, halkı yönetme şekillerine göre iki temel gruba ayrılır. Bunlar; (ı) güç kullanarak yöneten aslanlar ile (ıı) gizlice, kurnazca ikna ederek yöneten tilkiler. Askeri diktatörlükleri aslanlar, Avrupa demokrasilerini tilkilere örnek verir.

Pareto, tilkiler adını verdiği bu seçkinleri demokratik denilen rejimlerin bir niteliği olarak görür.

Mosca da Pareto gibi demokrasinin imkansız olduğunu ve mümkün olan tek yönetim biçiminin elit yönetim olduğuna inanır.

Pareto’ya göre, bütün seçkinler iktidara geldikten belirli bir süre sonra yozlaşmaya ve onları seçkin statüsüne yükselten nitelikleri yitirmeye başlarlar. Pareto için bu süreç tarihsel açıdan doğal ve kaçınılmazdır

-Özetle bütün seçkinler hem sayı olarak hem de güçlerini elde ettikleri kalıntılardaki azalma neticesinde gerilemeye ve yerlerini başka yönetici seçkinlere bırakmaya mahkûmdurlar. Öte yandan yer değiştirme esnasında ortaya çıkan mücadele, çok defa iktidardaki seçkin grupla geniş halk kitleleri arasındaymış gibi gösterilse de Pareto için bu her zaman seçkin gruplar arasındaki bir iktidar mücadelesinden ibarettir.

-Pareto sosyolojisinde toplum, genel biçimi itibarıyla bir seçkinler dolaşımı görünümündedir ve seçkinler dolaşımı tarihsel süreci anlamada bir anahtar kavram niteliğindedir

-Tarihteki en büyük değişmeler, Pareto’nun seçkinler dolaşımı olarak tanımladığı, bir elit grubun yerini başka bir elit grup aldığı zaman meydana gelir.

-Ona göre tarih aristokrasilerin sürekli ve dönüşümlü olarak birbirini izlediği bir tarihtir. Tarih ristokrasiler mezarlığıdır.

- Pareto’nun çalışmalarında, sürekli olarak kendini tekrarlayan döngüsel bir tarih anlayışı vardır. Onun için “ilerleme ve evrim inancı son derece saçmadır.

-Tarihte hiç bir şey yeni değildir; tarih sadece insan budalalığının kaydıdır.

- Swingewood bu noktada Pareto’nun toplum kuramının sosyolojik olmaktan çok “her şeyi kapsayıcı spekülatif bir tarih felsefesi” olduğunu vurgular.

-Oligarşi “bir toplumun ya da örgütün tepedeki yöneticiler tarafından kontrol altında tutulmasıdır.

-Türkçeye oligarşinin tunç (ya da demir) yasası olarak çevrilen kuram Alman sosyolog ve iktisatçı Robert Michels tarafından geliştirilmiştir. Robert Michels Siyasal Partiler adlı ünlü çalışmasında “sosyalist ve sosyal demokrat partiler, işçi sendikaları ve kooperatifler gibi nitelikleri gereği demokratik bir yapı ve işleyişe sahip olmaları gereken örgütlerde, niçin kaçınılmaz biçimde azınlık ve tek lider yönetimine dönüştüğünü açıklamaya çalışmıştır”.



ÜNİTE 08 : Batı Avrupa Marksizmi: Georg Lukacs ve Antonio Gramsci

- Marksizm, Marx’ın temel metinlerine yaslanan ve Marx’ın fikirlerini takip eden düşünürlerin oluşturduğu felsefi bir akımdır. Teorik ve politik alanda Marksist olarak etkinlik gösterenlerin düşüncelerinin tümünü kapsamaktadır.

Marksizmin perspektifleri, sınıf savaşımı veya devrim gibi radikal girişimler yerine gitgide daha çok iktidar mücadelesine ve sivil toplumun kültürel ve siyasal olarak geliştirilmesine odaklanmıştır.

Batı Avrupa Marksizmini Ortaya Çıkaran Tarihsel Koşullar

Batı Marksizmi, genel olarak 1920’lerde ortaya çıkan, 1960’larda en büyük etkiye sahip olan Korsch, Lukacs, Gramsci ve Frankfurt Okulunun bazı üyelerinin metinlerinde kaynağını bulan bir düşünceler demeti olarak doğmuşur.

-Proletarya; işçi sınıfı anlamına gelmektedir.

Batı Marksizmi, ilk teorik tezlerini Sovyet Marksizmine meydan okuyan eleştirileriyle ortaya koymuştur. Batı Marksizminin önde gelen teorisyenleri Lukács, Korsch ve Gramsci’dir. Bu düşünürler, ‘kültür, sınıf bilinci, ideoloji ve hegemonya kategorilerine özel dikkat göstererek Marx’ı ve Marksizmi yeniden yorumladılar.

Sovyet Marksizmi: 1930’lu yıllardan sonra Stalin’in hakim olduğu dönemi kapsamaktadır.

-Batı Marksistleri olarak sayabileceğimiz Gramsci ve Lukács aslında kendilerini Ortodoks (Geleneksel) Marksizm içinde görmelerine rağmen, çalışmaları Ortodoks Marksizmi eleştiren Frankfurt Okulu ve Post-Marksizm kuramı için zengin bir esin kaynağı olmuştur.

-Batı Marksizmi Birinci Dünya savaşı sonrası orta ve Batı Avrupa da sosyalizmin yenilgiye uğradığı tarihi koşullar içerisinde ortaya çıkmış ve sahip olduğu felsefi zenginliğini bu koşullarda kazanmıştır.

-Kitlesel devrimci hareketleri siyasetin gündeminden uzaklaştıran Batı Marksizmi, Marksizm için anahtar kavramlar olan ekonomi - politik ve devrim stratejisi gibi sorunları bir kenara bırakmıştır

-Avrupa komünizmi, Marksizmin sınıf egemenliği ve protelarya diktatörlüğü kavramsallaştırmalarının terk edilerek, sınıf politikası yerine, kitle demokrasisine ağırlık verilmesini gerekli gören bir teorik konumlanış olarak 1970’lerin sonlarında ağırlık kazanmış ve Postmarksist anlayışa da esin kaynağı olmuştur.

Batı Avrupa Marksizminin Temel Savları

Gramsci ve Lukacs’ın da içinde oldukları Hegelci Marksizm, tarihin öznelerin ürünü olduğunu, özlerin tarihi yaparken aynı zamanda kendilerini de yarattıkları düşüncesini benimsemiştir.

-Hegelci Marksizm bir Hegelcilik değil, Marx’ın Hegel üzerinden yeniden yorumlanmasıdır.

-Batı Marksizmi aslında Marx’ın hümanist ve tarihselci yorumudur.

-Hem Lukács hem de Gramsci, Buharin’in Tarihsel Materyalizm adlı yapıtını benzer nedenlerle, yani Marksizmi bilimsel bir toplumbilime indirgediği için eleştirdiler. Onların gözünde Marksizm, genel bir bilim değil, bir toplum teorisiydi.



Batı Marksizminin Kuramsal Özellikleri:

• Marksizmin teorik, felsefi ve kültürel boyutlarına daha fazla odaklanma söz konusu olmuştur.

• Teorinin üretim merkezi mücadele ve eylem alanlarından, üniversitelere kaymıştır.

• Felsefe ve yöntem tartışmaları ön plana çıkmıştır.

• Siyaset ve ekonomiden çok kültürel alana yönelme söz konusu olmuştur.

• Sovyet Marksizminin diğer devletlere müdahaleci ve zor kullanan Stalinci anlayışı eleştirilmiştir.

• Marksizm içindeki ekonomizm ve yapısalcı anlayışı eleştirilmiş yerine özne, tarih ve eleştiriyi merkeze alan bir anlayış getirilmiştir.

• Kültür, sınıf bilinci, ideoloji ve hegemonya kategorilerine özel dikkat gösterilerek Marx ve Marksizm yeniden yorumlanmıştır.

• Marksizm bir hümanizm ve bir kültür teorisi olarak tanımlanarak, insanlığın kurtuluşunun salt ekonomik yasaların analiziyle değil, toplumun içsel-kültürel gelişmesi bağlamında gerçekleşeceği savunulmuştur.

• Marksizmin Avrupa’daki yenilgilerinden ders çıkarmak için, burjuvazinin ve kapitalizmin gelişmesi ve ayakta kalmasını sağlayan kültürel ve siyasal araçlarının analizi yapılmıştır.

-Batı Marksizmi Ortodoks Marksizmden Engels’i değil de, genç Hegelci Marx’ı temele almak ve materyalizmden çok diyalektik konusuna yönelmek bakımından farklılık gösterir.

-Batı Marksizmi kendisini Marx, Lenin, Luxemburg ve Troçki’nin temellerini attığı klasik Marksist öğretiden ve Stalin’in yönetiminde gerçekleşen resmi “Doğu bloku” deneyimlerinden ayrıştırmak istemiştir.

-Marksizmin, Hegelci kuramı sahiplenen bir versiyonu olan Batı Marksizmi, tarihi kaçınılmaz özgürlüklere doğru hareket eden bir süreç biçiminde kavradı.

GEORG LUKÁCS (1885- 1971) : Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eseri Hegelci Marksizmin başyapıtı sayılmaktadır. Lukacs, genel olarak, Hegelci anlamda bir Marksizm değerlendirmesi ve Hegel üzerinden Marksizmin yeniden geliştirilmesi çabası içindedir. Lukacs, Marksizmi toplumsal yasaları keşfeden bir bilimsel doktrin olmasından ziyade, insani özgürleşmeyi hedef alan bir praksis felsefesi olarak kurgulamak istemiştir. Lukacs’ın tüm düşünsel gelişim aşamalarında özne’ye ve pratik’e yapılan vurgu görülmektedir.

-Tarih ve Sınıf Bilinci eserinde, Marx’ın yapıtlarında işlediği bütünlük kategorisine merkezi rolü yeniden kazandırmış ve kapitalizmin devrimci eleştirisinde yabancılaşma kavramına vurgu yapılmıştır. Tarih ve Sınıf Bilinci kitabında Marksizmi bütünlük, dolayım, sınıf bilinci, şeyleşme, devrimci özne, özne-nesne özdeşliği gibi kavram ve kategoriler etrafında şekillendirmeye çalıştığı söylenebilir.

-Lukacs’ta Marksizm adeta gerçekliği muntazaman ve bir bütün olarak görme meselesidir.

-Hegel’e göre “eylemleri aracılığıyla toplumu yaratan tarihin özdeş-nesnesi toplumu anlama yeteneğine sahip tek kişidir.” Hegel bu özdeş özne-nesneyi Mutlak Tin olarak kavramlaştırırken, Lukacs buraya işçi sınıfını koymaktadır

-Lukacs’a göre proletarya tarihin hem öznesi hem de nesnesidir.

-Lukacs, “sınıf bilinci” teorisi ile ün yapmıştır.

-Lukacs’a göre, özne, kendisini tarihin bir ürünü olarak görürken tarihi de kendi eylemi olarak görmelidir.

Lukacs, sınıf bilincini ikiye ayırmaktadır. (1) Psikolojik Bilinç : Lukacs, psikolojik bilinci işçilerin yanlış olan, bütünü kavrayamayan, ampirik ve gündelik bilincini ifade etmek için kullanmaktadır.

(2) Atfedilen (Aşılanmış) Bilinç.: İşçi sınıfının toplumsal bütünle ilişkisinin gerekli bilincine sahip olup, kendi tarihsel, durumuna uygun ve akılcı tepki geliştirmesini ise “atfedilen bilinç” olarak ifade etmektedir. Buna göre, işçi sınıfının psikolojik bilinçten atfedilen bilince geçmesi beklenmektedir.

-Lukacs’ta sınıf olma ekonomik düzeye değil atfedilmiş bilince dayalı bir tanımlamaya sahiptir.

-Lukacs’a göre sınıf bilinci, sınıfın tarihsel durumunun bilinçli hale gelmiş anlamı” demektir.

ŞEYLEŞME KURAMI : Lukacs, şeyleşme kavramını insani ilişkilerin, insanın denetiminden çıkması durumunu tanımlamak için kullanmıştır. Şeyleşme kavramını, bu sürecin kapitalist toplumlarda ortaya çıktığını söyleyerek yabancılaşmayla bağlantılı bir biçimde kullanan Lukács, bununla insani olan her şeyin, insani değerini yitirerek, maddeleşmesini anlatmak istemiştir. Toplumsal ilişkilerin şeyleşmesi Marx’ın meta-fetişizmi dediği şeyin sonucudur.

- Lukács’ın şeyleşme teorisi Frankfurt Okulu’nun en gözde temalarından biri olacaktır.

Lukács, şeyleşme sürecinin (1) nesnel ve (2) öznel iki boyutu olduğuna işaret etmektedir. Metaların dünyası ve metaların pazardaki hareketleri şeyleşmenin nesnel boyutudur. Yani; Kapitalist pazarın yasaları bu sürecin nesnel yönünü oluşturur. Bu sürece, insanın kendi emeğine yabancılaşmasının eklenmesiyle, şeyleşmenin öznel boyutu ortaya çıkmış olur. insan da bu sürecin bir parçası olarak metalaştığında şeyleşmenin öznel boyutunu oluşturur.

-İşçi sınıfı şeyleşmeden kurtulabilecek tek sınıftır. “Şeyleşme” kapitalist sınıfın dayattığı bir süreç iken, “şeyleşme”nin aşılmasına yönelik bir bakış açısına sahip olan tek toplumsal sınıfın proletarya olduğunu belirtilmektedir.

-Tarih ve Sınıf Bilinci’nin ana tezi, yabancılaşmaya son verilerek üretim araçlarındaki özel mülkiyetin yıkılmasına dönük ihtiyaçtır Lukacs’ın yazılarında, idealist ve aşırı iradeci bir yaklaşımın oluştuğu ileri sürülmüştür.



ANTONIO GRAMSCI (1891-1937) : Hapishane Defterleri” adlı eseri.

-Gramsci Marksizmi, tarihi dönüştürecek bir eylem felsefesi olarak kabul eder. Gramsci’ye göre gerçeklik daima tarihseldir, aktif insan öznelerin elinden çıkmıştır.

-Gramsci, Marksizm içinde sınıf mücadelesini ön plana çıkarmaktadır.

-Gramsci, bilinçli olarak kendini değiştirirken toplumu da değiştiren, tarih yapan insan özneden bahsetmektedir.

-Marksizm ya da Gramsci’nin deyişiyle praksis felsefesi, kendisini eğitmeye ve sömürüyle sınıf tahakkümünden kurtarmaya çalışan tabi durumdaki işçi sınıfının kolektif iradesini ifade etmektedir.

- Kaderciliği eleştirmiş, sürekli olarak işçi sınıfının eyleme geçmesini vurgulamıştır

-Gramsci’nin iktidar analizinin çatı kavramını oluşturan hegemonya, fiziki güç ya da zorlamayla; entellektüel, moral ve kültürel ikna ya da rızayı birleştiren sosyal ve politik bir kontrol tarzını ifade etmektedir . Hegemonya baskı ve zorlamaya değil, kitleleri iknaya dayalı bir süreçtir.

-Gramsci, iktidarı kurmanın temel öğesi olarak gördüğü kültürel hegemonya kavramını devrim kavramından daha etkili ve sonuç alıcı olarak görmektedir.

Geleneksel ve Organik Aydınlar: Gramsci aydınlar üzerine yaptığı çalışmada aydınları iki açıdan ele almaktadır: (1)Toplumsal yapıyla bütünleşmeleri açısından, (2) Tuttukları yer ile siyaset ve tarihte oynadıkları rolle tarih sürecinde yer almaları açısından; ki bu anlamda, yükselmekte olan bir sınıfa organik olarak bağlı olabilirler.

-Aydınları her yeni ilerici sınıfın yeni toplumsal düzeni örgütlemek için ihtiyaç duyduğu organik aydınlar(ki Gramsci’nin kendisi de öyledir); ve daha önceki bir tarihsel döneme ait bir geleneğe sahip bulunan geleneksel aydınlar olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Entelektüelleri çok genel olarak “geniş anlamıyla örgütleyici işlevi olan” herkesi kapsayacak bir biçimde tanımlamıştır.

-Organik aydın kategorisi yalnızca ideolog ve felsefecileri değil, bunların yanı sıra siyasal eylemcileri, sanayi teknisyenlerini, siyasal iktisatçıları, hukuk uzmanlarını ve daha başkalarını da kapsar. “daima ikna eden” bir kimsedir.

-Gramsci herkesin felsefe yapabileceğini söyleyerek Elitizme karşı çıkmıştır.

Gramsci, sağduyu, gelenekler, folklor ve felsefe arasında varsayılan duvarları sorgulamıştır.

Geleneksel aydın ise, organik aydının karşıtı olarak, toplumsal yaşamdan kopuk, büyük ölçüde bağımsız olduğuna inanan aydınlardan oluşmaktadır. Bu tür aydınlar (rahipler, idealist felsefeciler, Oxford’lu akademisyenler vd.) Gramsci’ye göre, bir önceki tarih döneminden arta kalmışlardır. Geleneksel aydın ile organik aydın arasındaki fark; gerçeklikten kopmuş aydın ile belirli bir sınıfa özgü çıkarların aktif hizmetinde olan aydın şeklinde tarif edilebilir.

Hegemonya : Aslında Gramsciyi, 20. yüzyıl Marksist kuramında kritik figür haline getiren, “hegemonya” kavramsallaştırmasıdır. Gramsci için hegemonya, egemenliğin, zora başvurmadan, siyasal meşruluk yoluyla uygulanmasını ifade eder. Hegemonya, yönetilenlerin rızalarının kazanılması anlamına gelmektedir.

-Gramsci hegemonya ve tahakküm arasında ayrım yapmaktadır. Hegemonya, toplumsal sınıflar arasındaki denge ve rızayla ilişkili bir kavramken, tahakküm, baskı ve devletle ilişkilidir. Hegemonya, bireye ve devlete aracılık eden özel kurumlar ile sivil toplumun içinde yer alabilir. Ancak, tahakkümün kaynağında devlet aygıtı vardır ve kamusal kurumlar aracılığıyla uygulanan baskıdır.

-Sivil toplum kavramı, 1970’lerde Avrupa komünizminin ve postmarksizmin kuramcılarının sınıf politikasına yönelik olarak geliştirdikleri yaklaşımların başlıca eksenlerindendir.

- Devleti, güç artı rıza olarak tanımlamaktadır.

-Hegemonya bir sınıfın kendi çıkarını savunmaktan, diğer bütün sınıfları birleştirme ve yönlendirme konumuna geçiren politik, entelektüel ve ahlaki önderliktir.

-Gramsci hegemonya kavramını, işçi sınıfının burjuva devletini yıkmak ve işçilerin devletinin toplumsal tabanı olarak hizmet etmesini sağlamak için yaratması gereken ittifaklar sistemine işaret etmek için kullanmıştır.

-Bazı yazarlar Gramsci’nin rızayı çok vurgulamasının devletin baskıcı yanının görmezden gelinmesine yol açtığını savunmakta ve bu nedenle onu eleştirmektedirler.

-Gramsci hiçbir yönetici sınıfın ekonomik kontrolle, hatta salt siyasal güce dayanarak hegemonya kuramayacağını öne sürer.

Sivil Toplum ve Devlet: Gramsci ise sivil toplumu, yalnızca bireysel ihtiyaçların değil, özgürlük ve kendini düzenleme potansiyeli barındıran örgütlenmelerin alanı olarak görmektedir.

- Sivil toplumu Marx’ın aksine alt yapısal alan değil, üst yapıya koymuştur. İki tane üst yapısal düzeyi öngörmektedir, biri sivil toplum yani “özel” diye adlandırılan organizmalar bütünü, diğeri, siyasal toplum yani “devlet” tir. Egemen grup bu araçlar vasıtası ile hegemonyasını kurar. Gramsci, Marx’ın görüşlerine zıt bir biçimde sivil toplumun “maddi ilişkilerin tümünü” değil, ideolojik-kültürel ilişkilerin tümünü içerdiğini belirtmektedir.

-Gramsci’nin özellikle üzerinde durduğu sosyalizme geçiş, sivil toplumda meydana gelecek olan fikirlerin dönüşümüyle sağlanabilecektir. Gramsci’ye göre devlet, yöneten sınıfın yalnızca hakimiyetini koruduğu bir yapı değil, aynı zamanda yönetilenlerin rızasını kazandığı bir kurumdur. Bütüncül devlet, politik ve sivil toplumun toplamından oluşur.

-Sonuç olarak, Marksistler sivil toplumu ekonomik alan ile kısıtlarken, Gramsci dünya görüşlerini, felsefe ve dinleri, manevi faaliyetleri de sivil toplum içinde değerlendirmektedir. Sivil toplum ve politik toplum, Gramsci’nin deyimiyle “tarihsel bloğun” üst yapısı, devlette birleşir.

-Gramsci sivil toplumu, mücadelenin alanı olarak görür.

Tarihsel Blok: Gramsci’ye göre hegemonyanın kurulması ve işleyebilmesi için, maddi güçler, kurumlar ve ideolojiler arasında uyum sağlanması gerekir. Gramsci bu durumu “tarihsel blok” olarak adlandırır. Tarihsel blok, yapılar (ekonomik faktörler) ile üstyapıları (ideoloji) bir araya getirir ve bunlar arasındaki karşılıklı bağımlılığı açıklamak için kullanılır.

-Organik aydınlar yapı ile üstyapı arasında bağların kenetlenmesine yardım ederek tarihsel blokun inşasında anahtar rol oynarlar.

-“Tarihsel blok”, bir toplumsal güçler şeklinde birleşmiş çeşitli müttefiklerle bir araya gelmiş hakim bir sınıfın hegemonyasına dayanır.