Aöf Dersleri Özetleri - Çıkmış Sorular - Sınav Soruları

AÖF Ders Özetleri Uygulamasına Hoş Geldiniz,Uygulamadan tam anlamıyla faydalanmak için üye olunuz.

Vize İslam Hukukuna Giriş Vize Ders Özeti


admin

Administrator
Yönetici
Admin
#1
İSLAM HUKUKUNA GİRİŞ ÜNİTE-1



İslam Hukukunun Mahiyeti ve Temel Özellikleri



Toplumsal düzen: İnsanların birbirleriyle ilişki kurmalarını sağlayan yapıya denir.
Toplumsal düzen: kuralları: toplumsal yaşamı düzenleyen bu kurallara denilmektedir.
Toplumsal düzen kuralları: çeşitli ölçütler dikkate alınarak din, ahlâk, hukuk, örf-âdet ve görgü kuralları biçiminde beş kısma tasnif edilerek incelenmektedir.

Hukuk: belli bir ülkede kişilerin birbirleriyle, toplumla ve devletle ilişkilerini düzenleyen, devlet gücüne dayalı, maddi zorlamaya kadar varan yaptırım araçları ile desteklenen kurallar bütünü biçimine denir.



FIKIH KAVRAMI

Fıkıh Kelimesinin Etimolojik ve Semantik Analizi

Fıkıh, esas itibariyle anlamakla ilgili bir kelimedir. Aynı zamanda fıkıh, bir şeyi bilmek anlamına gelmektedir. Esasen fıkıh kelimesi fıtnat (zeka) kelimesiyle açıklanmaktadır ki, bu, onun yalnızca derin ve ince kavrayışa değil, aynı zamanda bir kimsenin kavrayış yeteneğindeki üstünlüğe dair bir vurgu da içerdiğini göstermektedir. İslâm’ın belli nitelikteki kurallarını belirtmek amacıyla fıkıh kelimesinin seçilmesi, onun etimolojik anlamıyla doğrudan ilgilidir. Fıkıh, “bilinenden (ilm-i şâhid) bilinmeyene (ilm-i gâib) ulaşmak” biçiminde tanımlanmakta ve bunun, zihinsel bir çaba olarak, salt bilme (ilm) eyleminden daha özel olduğu ifade edilmektedir semantik ilgi, derin kavrayış sahibi kimse anlamına gelen fakîh kelimesinin, zaman içinde helâl ve haramı birbirinden ayırt edebilme yeteneğine sahip (âlim) kimse için kullanılmaya başlanmasında da mevcuttur.

Fıkıh Kavramının Tarihsel Gelişimi
Âyette kelimeye dinde derin kavrayış sahibi olma (dinde tefakkuh) anlamı yüklenmiştir.
Fıkıh kelimesi, ister aklî bir faaliyete, isterse nakle dayalı olsun, her tür dinî bilgiyi içerecek genişlikte bir anlama sahiptir.

Hicrî I. yüzyılın sonlarına doğru hadis tedvin sürecinin başlaması, fıkıh ve ilim kelimelerinin anlamları üzerinde bir değişim meydana getirmiştir.

Kişinin haklarını ve sorumluluklarını bilmesi” (ma‘rifetu’n-nefs mâ lehâ ve mâ aleyhâ) biçimindeki fıkıh tanımı, itikad alanı da dâhil, dinî bilginin her türünü içine alacak genişliktedir.
Ebû Hanîfe’nin itikadî konuları ele aldığı eserinin el-Fıkhu’l-Ekber adıyla anılması, fıkhın kavramlaşma sürecine ilişkin diğer bir aşamayı temsil etmektedir.Ebû Hanîfe’nin el-Fıkhu’l-Ebsât başlıklı bir diğer eserinde “Dinde fıkıh, ahkâmda fıkıhtan daha üstündür”.
Dinde fıkıh tabiriyle itikadî meselelerde; ahkâmda fıkıh tabiriyle ise amelî meselelerde bir kimsenin derin kavrayış ve bilgi sahibi olması kastedilmektedir.
Nitekim tasavvuf teorisinin önde gelen kurucularından Hasen el-Basrî’nin “Gerçek fakîh, dünyayı hakir görüp ahirete yönelen, dini konusunda idrâk ve firâset sahibi, Rabbine kullukta devamlı, müttakî, Müslümanların namuslarına göz dikmeyen ve mallarına el uzatmayan (afîf), toplumu iyiliğe yönlendiren kimsedir” biçimindeki sözünden fıkhı, ahlâkî bir olgunluk ya da dinin ahlâkî kavranışı olarak tanımladığı anlaşılmaktadır.
El-Pezdevî fıkhı tanımlarken, bilimsel faaliyet neticesinde ulaşılan hükümlerle amel etmeyi ayrı bir unsur olarak belirtmektedir

Fıkhın Terim Anlamı
Hükümler, elde ediliş kaynağına göre kendi içinde aklî, hissî ve şer’î hükümler biçiminde üç kısma ayrılmaktadır.

  • Aklî; başka bir kaynağa gerek olmaksızın yalnızca akıl yoluyla elde edilebilen, ‘iki birden büyüktür’ gibi hükümler
  • Hissî; duyu organları vasıtasıyla ulaşılan, ‘ateş yakıcıdır’ gibi hükümler
  • Şer’î hükümler; dini kaynaklarından çeşitli yöntemlere başvurularak elde edilen “namaz farzdır” gibi hükümlerdir. Şer’î hükümler de düzenledikleri konular bakımından kendi içinde üç kısma ayrılmaktadır.
  • 1-İtikâdiyyât, dinin inanç yönüne ilişkin meseleler demektir.
  • 2-Vicdâniyyât, insanın zühd, rıza, sabır, huşu gibi içsel (bâtınî) tutumları anlamına gelmektedir.
3-Ameliyyât ise, kişilerin dışsal (zâhirî) davranışları ile etkileri hemen ardından dışa yansıyan içsel davranışlarını ifade etmektedir. Kast, hata, rıza gibi içsel davranışlar dış organlar vasıtasıyla eyleme dönüştüklerinde, amel kavramı kapsamında değerlendirilir.
Tafsîlî (cüz'î )delil: her bir davranışla ilgili hükmün dayandığı özel delil anlamındadır. Bir hükme delil olan tek bir âyet ya da hadis, tafsîli delil niteliğindedir. Mesela “namazı kılın” âyeti, namaz kılmanın farz olduğunu gösteren tafsîlî bir delildir.
İcmâlî (küllî) delil: belli bir davranışın hükmüne dair özel delil değil, bir bütün olarak fıkhın kaynakları ya da hükümlerin kendileri yoluyla elde edildiği yöntem kuralları kastedilir. Kitâb, Sünnet, icmâ ya da kıyastan her biri, bir icmâlî delildir.

Fıkıh ve Şeriat İlişkisi Şeriat: uzayıp gitme, açık ve görünür olma anlamlarına gelen şer’ kökünden türemiş bir isimdir. Şeriat, kelime olarak, insanların ya da hayvanların su içmek için gittikleri yol anlamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de ise, insan yaşamını yönlendirmeyi amaçlayan din esaslı hükümler bütünü anlamında kullanılmaktadır. Şeriat, bir terim olarak, klasik kaynaklarda kapsam bakımından biri geniş diğeri de dar olmak üzere iki farklı anlamda kullanılmaktadır.
1- Geniş anlamda şeriat tabiriyle, ‘ilahî irade tarafından öngörülen dinî hükümler bütünü’ kastedilmektedir.
2- Dar anlamda kullanıldığında ise, yalnızca değişime açık hükümler bütünü anlamında kullanılmaktadır. Ebû Hanîfe peygamberlerin getirdikleri dinin tek, şeriatların ise çok ve çeşitli olduğunu söylemektedir. Şeriat kavramı şer’-i münezzel ve şer’-i müevvel kısımlarına ayrılmıştır.
Şer’-i münezzel, bir hükümler bütünü olarak şeriatın nass yoluyla bildirilen kısmını,
Şer’-i müevvel ise, ictihadla elde edilen kısmını teşkil etmektedir.

Fıkhın Temel İslam Bilimleri Arasındaki Yeri
Temel İslam bilimleri tabiriyle, klasik İslam düşüncesinde şer’î (dinî) ilimler olarak tasnif edilen kelâm, tefsir, hadis, fıkıh usûlü ve fıkıh alanlarını kastediyoruz. Temel İslam bilimleri bir bütünün parçaları niteliğinde olup, aralarında vazgeçilemez irtibatlar mevcuttur. Kelâm, klasik dönemde, diğer temel İslam bilimlerine nisbetle, küllî ilim olarak nitelendirilmiştir.Kelâm ve fıkıh, diğer temel İslam bilimlerinden farklı olarak hüküm koyucu (normatif) karaktere sahip iki bilimdir. Kelâm itikadî hükümleri, fıkıh ise amelî hükümleri belirlemektedir.
Fıkhın kelâmla temel ilişkisi, fıkıh usûlü üzerindendir. Bir fakîh, bir mesele ile ilgili hükme, ancak fıkıh usûlünde belirlenmiş olan delil ve yöntem kurallarına uyarak ulaşabilir.
Kur’ân-ı Kerîm (Kitâb), şer’î amelî hükümlerin elde edilmesinde başvurulması gereken ilk kaynaktır. Bu durum, fıkhın tefsirle ilişkisini açıklamaktadır.
Tefsirin temel işlevi, Kur’ân ifadelerinin gerçek anlamlarını, herhangi bir yargıda bulunmaksızın tespite çalışmaktır. Sünnet, fıkhın bir diğer temel kaynağıdır. Sünnet’i temsil eden söz, fiil ve takrirlerin (hadisler) Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını araştırmak, hadis biliminin aslî işlevidir.

İSLAM HUKUKU KAVRAMI
Amel: başka canlıların davranışları ile eşyanın hareketini içine almamakta, yalnızca beşerî davranış anlamına gelmektedir.
Sübjektif ahlâk kuralları: kişilerin sırf kendilerini ilgilendiren ve ödev niteliği taşıyan davranışlarını düzenler. Mesela bir kimsenin, başkalarının hakkını ihlâl etmemek koşuluyla, kendisini yaralaması ya da intihar etmesi, fıkhî bakımdan haram sayılmakta, sübjektif ahlâk kurallarınca da kınanmaktadır.
Objektif ahlâk kuralları: sırf vecibe yükleyen ve hak talebine imkân vermeyen beşerî ilişkileri düzenleyen kurallar olarak anılmaktadır. Mesela bir kimsenin diğer insanlara yalan söylemesi gibi. Hukuka gelince, o tümüyle toplumsal bir yapıdır. Sadece insanlar arasında ilişki kuran davranışları düzenler.
Emredici kurallar: bir davranışın yapılmasını ya da yapılmamasını kesin olarak talep eden (vâcib veya haram kılan) kurallar.
Tavsiye edici kurallar: yapılmasını ya da yapılmamasını kesin olmayan biçimde talep eden (mendûb veya mekrûh kılan) kurallar
Tecvîz edici kurallar: bir davranış konusunda kişilere yetki ve izin veren (mübah kılan) kurallar
Hukuk kuralları ise, emredici ve tecvîz edici biçimde iki kategori teşkil etmektedir. Tavsiye edici kuralların, hukuk kuralları kapsamında yer alması düşünülemez.

İslam Hukukunun Kaynağı Meselesi ve Diğer Hukuk Düzenleri ile İlişkisi
Bir kısım araştırmacılara göre fıkhın tamamı değil, fakat İslam hukuku olarak nitelenen kısmı Roma hukukuna dayanmaktadır.
Bazı araştırmacılar ise, İslam hukukunun hiçbir hukuk düzeninden etkilenmesinin söz konusu olmadığını, aksine, İslam hukukunun, sonraki dönemlerde, özellikle Endülüs yoluyla, önce Roma hukukunu ve Batı uluslararası hukukunu ardından da İngiliz ve Fransız, hatta İsrail hukuklarını etkilediğini ileri sürmüşlerdir.
Üçüncü bir grup araştırmacı ise, İslam hukukunun kaynağı itibariyle vahye dayalı ve özgün olduğu, hiçbir hukuk düzeninden etkilenerek açığa çıkmadığı; ilke, kavram ve kurumlarının başka bir hukuk düzeninden alınmadığı fikrini savunmuştur.

İslam Hukukunun İlahî Hukuk Düzenleri ile İlişkisi
İslam hukuku da vahiy kaynaklı olması nedeniyle ilahî bir hukuk düzenidir.
İslam hukukunun diğer ilahî hukuk düzenleri ile kaynak birliği bulunmaktadır. Kaynak da, tarih boyunca peygamberler aracılığıyla gönderilen vahiydir.

İslam Hukukunun Roma Hukuku İle İlişkisi
İslam hukuku ile Roma hukuku arasındaki ilişki hususunda birbirine karşıt iki görüş açığa çıkmıştır. Onlardan ilki, Roma hukukunun İslam hukukunu etkilediğini, hatta İslam hukukunun varlığını Roma hukukuna borçlu olduğunu iddia etmektedir. Bu görüşün dayandığı gerekçeleri ve onlara verilen bilimsel cevapları beş madde halinde özetlememiz mümkündür:
1. Hz. Peygamber yaptığı seyahatlerde Suriye’de uygulanan Doğu Roma (Bizans) hukukunu öğrenmiş ve Roma hukuku da bu yolla İslam hukukunu etkilemiştir.
2. Beyrut ve İskenderiye’de Roma hukuku eğitimi veren okullar ve bu hukuku uygulayan mahkemeler mevcuttu. İleri sürülen iddiaların hiçbiri tarihsel bakımdan doğru ve geçerli değildir.
3. İslam hukukçuları fetihlerle birlikte Roma hukukunun uygulandığı bölgelere dağıldılar ve oralarda yerleştiler. Roma hukuku fethedilen bölgelerin örf-âdeti yoluyla İslam hukukunu etkilemiştir. Kaynaklarda İslam hukukçularından herhangi birinin Roma hukuku kuralları hakkında bir şey bildiğine dair hiçbir kayıt bulunmamaktadır.
4. Câhiliye hukukunun Roma hukukundan etkilendiğine dair hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır.
5. Roma ve İslam hukuklarındaki bir kısım ilke ve kurumların benzerliği, bir hukuk iktibasının olduğunu göstermektedir.
Roma hukukundaki bir kısım ilke ve kurumların benzerlerine İslam hukukunda rastlanması, İslam hukukunun oradan alındığı ya da etkilendiği iddiasını kanıtlamaz. İslam hukukunun Roma hukuku ile ilişkisinde savunulan ikinci görüşe gelince, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, o, ilk görüşün tam tersi olup, İslam hukukunun Roma hukukunu etkilediğini ileri sürmektedir.

İslam Hukukunun Câhiliye Hukuku ile İlişkisi
İslam, Câhiliye hukukuna yönelik üç temel tutum benimsemiştir.
1- câhiliye örf-âdet hukuku içinde İslam’ın ilkeleri ile tamamen uyumlu olan kural ve kurumları aynen benimseyip devam ettirmesi biçimindedir. Buna ibkâ, yani kural ve kurumların olduğu gibi bırakılması denilmektedir.
2- İslam’ın Câhiliye hukukuna ilişkin ikinci bir tutumu, bazı kural ve kurumların düzeltilerek kabul edilmesi biçimindedir. Buna da ıslâh denilmektedir.
3- İslam’ın temel ilkeleri ile uyumlu olmayan Câhiliye hukukuna ait kimi kural ve kurumların tümüyle yürürlükten kaldırılması biçimindedir. Kural ve kurumların geçersiz sayılıp, tümüyle yürürlükten kaldırılması işlemine ilgâ denilmektedir.

İSLAM HUKUKUNUN TEMEL ÖZELLİKLERİ
1. İlahî iradeye dayalı olması: İslam hukukunun kaynağı ilahî iradeyi temsil eden Kitâb ve Sünnet’tir.
2. Yaptırımın ikili karakterde olması: Âhirette, dünyadaki davranışların mükâfât ya da azap olarak karşılığının görüleceğine inanmak, bir din olarak İslam’ın temel iman esasları arasında bulunmaktadır.
3. Bilimsel doktrin niteliğinde teşekkül etmesi: İslam hukuk kuralları devletsel yetkiye dayalı bir yasama faaliyeti yoluyla konulmadığı gibi, örf-âdet hukuku biçiminde de açığa çıkmamıştır.
4. Meseleci (kazuistik) yöntemle oluşturulması: İslam hukuku başlangıçta İslam hukukçularının önlerine gelen meselelerden her birini ayrı ayrı incelemek suretiyle geliştirdikleri hukukî çözümlerin bir araya toplanmasıyla oluşmuştur.

ÜNİTE-2

İSLAM HUKUKUNUN OLUŞUM SÜRECİ VE DÖNEMLENDİRİLMESİ

Dönemler belirlenirken kimi yazarlar siyasi iktidarı esas alarak Hz. Peygamber-Emeviler-Abbasiler şeklinde bir sınıflandırma yapmışlardır. Kimileri fıkhı canlı bir organizmaya benzeterek doğuş, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık dönemlerinden söz etmişlerdir. Üçüncü bir yaklaşım olarak hukukun oluşumunda etki eden kadrodan hareketle Hz. Peygamber-sahabe-tabiûn-müctehid imamlar şeklinde bir çizgi takip etmek mümkündür.

Hz. Peygamber Dönemi Hz. Peygamber döneminde İslam hukukunun durumunu ele alırken Mekke ve Medine safhalarının özelliklerini göz önüne almak gerekmektedir. Mekke dönemindeki tebliğ sürecinin insanları inanç ve ahlak bakımından belli bir düzeye getirerek, daha sonra emredilecek somut ve ayrıntılı hükümleri kabul edebilecek bir motivasyon sağlama gayesi taşıdığı anlaşılmaktadır. Medine döneminde ibadet konuları ile ilgili ayrıntılı hükümlerin yanı sıra evlenme, boşanma, velayet, miras, ticari hayat, akitler ve borç ilişkileri, haksız fiiller, cezalar, muhakeme (yargılama) usulü, savaş ve barışla ilgili kurallar vb. sosyal hayatın hemen her alanını düzenleyen kurallar vaz edilmiştir. Bu süreç Hz. Peygamber’in vefatına kadar sürmüştür.

Bu Dönemde Hukukun Kaynakları Hz. Peygamber döneminde İslam hukukunun temel kaynağı vahiydir. Hz. Peygamber döneminde İslam hukukunun iki kaynağından bahsetmek mümkündür: Kitâb ve Sünnet. Kitâb ve Sünnet’in her ikisini ifade etmek için nas terimi de kullanılmaktadır. İslam Hukuku’nun kaynaklarını ifade etmek için kullanılan diğer temel terim ise ictihaddır.

Bu Dönemin Temel Özellikleri Üç temel özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. 1- Tedrice Riayet: Mükellefiyetlerin aşama aşama belirli bir hazırlık ve alıştırma süreciyle yürürlük kazanmasıdır. Hz. Peygamber döneminde, mükelleflerin belli bir motivasyon aşamasından sonra bazı yükümlülüklerle muhatap kılınması anlamında tedrice riayet prensibinin, bir hukuk politikası olarak gözetildiğini ifade etmek mümkündür. 2- Kolaylık İlkesi: Hz. Peygamber döneminde hükümlerin vaz edilişi sırasında toplumun temel ihtiyaç ve faydalarının gözetilmesi, hukuki yapılanmanın bariz bir özelliği olarak dikkat çekmektedir. İkrah, hastalık, yolculuk, hata, unutma vb. hususların mükellefiyetlerin hafifletilmesinde bir etken olarak dikkate alınması da kolaylık ilkesi çerçevesinde değerlendirilebilir. 3- Toplumun Maslahatının Gözetilmesi: Hz. Peygamber döneminde hükümlerin vaz edilişi sırasında toplumun temel ihtiyaç ve faydalarının gözetilmesi, hukuki yapılanmanın bariz bir özelliği olarak dikkat çekmektedir. Evlilikte denkliğin (kefâet) gözetilmesi, miras ve velâyet ilişkilerinde asabelik faktörünün dikkate alınması, ölüm ve cismani zarar tazminatlarının ödenmesinde âkıle uygulamasının sürdürülmesi bu tutumun örnekleri içerisinde yer almaktadır.

Sahabe Dönemi İslam hukukunun oluşum süreci açısından sahabe döneminden bah- settiğimizde, dört halife dönemini ve kısmen Emevi idaresini kapsayan bir zaman dilimi söz konusudur. Sahabe döneminde İslam hukukunun üç kaynağından bahsedebiliyoruz: Kitâb, Sünnet ve ictihad.

Önde gelen sahabilerin bir araya toplanılarak atılacak adımlar ve alınacak kararlar konusunda onların görüşlerinin alınması “şûrâ”dır. İctihaddan farklı olarak danışma esasına dayanır Fakih sahabilerin hepsi toplanmışsa veya şura kararı açıklandıktan sonra bir muhalefet söz konusu olmamışsa, bu şekilde ulaşılan sonuçlar, daha sonraki döneme sahabenin icmâı şeklinde yansımıştır. Kimi yazarlar, sahabe döneminde gerçekleşen şura faaliyetini icmâ şeklinde niteleyerek bu dönemde hukukun dört kaynağı olduğunu ileri sürmektedir.

Sahabe Dönemindeki İctihad Faaliyetinin Özellikleri 1. İctihad geniş bir şekilde uygulanmış ve teşvik edilmiştir. 2. Sahabe ictihad sonucu ulaşılan hükümleri, nassların açık hükümleriyle bağlayıcılık açısından aynı derecede tutmamış, bu hususu ısrarla vurgulamıştır. 3. Bu dönemde, belli illet ve hikmetlere dayandığı düşünülen nasların, zamanın ve şartların etkisi sonucu illetlerinde bir değişme yaşandığı kanısıyla, gâî (amaçsal) yoruma tabi tutuldukları görülmek 4. Sahabe dönemi hukukçuları nas bulunmayan konularda çözüme ulaşmak için ictihad etmişlerdir. Nas bulunmayan konularda bazen Hz. Peygamber dönemindeki bir olayla benzerlik kurmuşlar, bazen de fayda ve maslahat açısından konuya yaklaşarak uygun gördükleri çözümü benimsemişlerdir. Yaptıkları ictihad faaliyeti genel olarak re’y adı altında ifade edilmiştir.

Sahabenin İhtilaf Sebepleri Görüş ayrılıklarının sebeplerini başlıca üç grupta toplamak mümkündür: 1. Kur’ân ve Sünnet nasları delalet açısından, her zaman aynı kesinliğe sahip değildir. Dil imkânları çerçevesinde farklı anlama ihtimalleri mevcuttur. 2. Sahabilerin sünnet konusundaki birikimi aynı seviyede değildi. Hz. Peygamber’in kiminin muttali olduğu uygulamaları hakkında kiminin bilgisi bulunmuyordu. 3. Her sahabinin zihin yapısının ve hukuki melekesinin farklı olması, ister istemez ictihadi konularda görüş ayrılığını da beraberinde getiriyordu. Bu hususta sosyal çevre farkı da etkili olmaktadır. Nitekim İbn Ömer’in Medine’de karşılaştığı problemler, ihtiyaçlar ve sosyal çevre, İbn Mesud’un Kûfe’de karşı karşıya olduklarıyla aynı değildi.

Sahabe Döneminin Temel Özellikleri Kur’an ve Sünnet nasları hukuki açıdan yorumlanmış, sonraki dönemlere intikal edecek bir birikim meydana getirilmiştir. Dönemin diğer önemli özelliği de siyasi gruplaşmanın hukuki anlayış üzerindeki tezahürleridir. Dört halife devrinin sonlarında yaşanan siyasi karışıklıkların akabinde başlıca üç fırka ortaya çıkmıştır. 1- Hariciler, siyasi açıdan muhalif oldukları sahabilerin rivayet ya da fetvalarına değer vermemiş. 2-Şîa’nın eğilimi ise, yalnızca ehl-i beyt ve onların taraftarı olan sahabilerin rivayetlerini kabul etmek şeklinde ortaya çıkmıştır. 3- Ehl-i sünnet ve’l-cemaat, rivayetin kabulü için siyasi görüş farklarını bir kriter olarak benimsememiş; rivayet tekniği ve karakter açısından güvenilir kabul ettiği ravilerin aktardıkları haberleri hukuki materyal olarak kullanmış, bu hususta sahabiler arasında ayrım yapmamıştır.

Tabiûn Dönemi Tabiûn dönemi sahabeden sonraki neslin, diğer bir ifade ile Hz. Peygamber’den sonraki ikinci kuşağın dönemini ifade etmektedir. Emeviler’in iktidarda olduğu zaman dilimine tekabül ettiği için, kimi yazarlarca “Emeviler Dönemi” olarak da adlandırılmıştır.Tabiûn dönemi fıkıh hareketleri içerisinde “mevâlî” adı verilen, Arap kökenli olmayan alimler önemli bir rol oynamıştır.

Tabiûn nesline mensup öğrencileri: Medine’de Said b. Müseyyib, Mekke’de Atâ ve İkrime Kûfe’de Alkame b. Kays, İbrahim en-Nehaî ve Said b. Cübeyr ilk akla gelen isimler içerisinde yer almaktadır.

Tabiûn Döneminde Hukukun Kaynakları İslam Hukuku’nun kaynaklarını şöyle sıralamak mümkündür: Kitâb, Sünnet, sahabenin şûrâ /istişare temelli kararları (sahabe icmâı), sahabenin ihtilafları ve genel olarak ictihad (re’y).

Tabiûn Döneminin Temel Özellikleri Tabiûn döneminde İslam hukukunun tarihi gelişimi açısından dikkat çeken en önemli özellik, hukuk alanında ekolleşmlerin ortaya çıkması, “Hicaz ve Irak Ekolleri” ya da “Hadis ve Re’y Ekolleri” adıyla anılan akımların tarih sahnesinde yerini almasıdır.

Hukuk Ekolleri: Hicaz-Irak ya da Hadis-Re’y Ekolleri Kimi yazarlar tabiûn döneminin başlangıcında çevre ve hoca farkına bağlı olarak Hicaz ve Irak Ekolleri’nin oluştuğunu; Tabiûn döneminin sonlarında ise metodolojik ihtilaflara bağlı olarak Hicaz Ekolü içerisinden Hadis Ekolü, Irak Ekolü içerisinden ise Re’y Ekolü’nün çıktığını ileri sürmektedir. Çoğu yazar ise, Hicaz ve Hadis Ekolleri ile Irak ve Re’y Ekolleri arasında bir yakınlık hatta aynılık görmektedirler. Ancak coğrafi mekan farkının çok kapsayıcı bir kriter olmamasından dolayı Hadis Ekolü ile özdeşleştirilen Hicaz’da Rebîa b. Ebî Abdirrahman (Rebîatü’r-re’y) gibi re’yci fıkıhçıların, rey’ciliğin beşiği olan Irak’ta ise Şa’bî gibi hadis ehli fıkıhçıların bulunduğu dikkatten kaçmamaktadır. Hicaz müctehidlerinin çoğunu hadis ehli, Irak müctehidlerinin çoğunu re’y ehli içerisinde değerlendirmek mümkündür. Hadis taraftarlığının Hicaz bölgesinde, re’y taraftarlığının da Irak bölgesinde yoğunlaşmasını açıklayabilmek için şu gerekçeler ileri sürülmüştür: 1. Hicaz bölgesinde hadisler ve sahabe fetvalarından oluşan külliyetli miktarda nakle dayalı fıkıh materyali bulunuyordu. 2. Siyasal karışıklıklar sonucu ortaya çıkan kamplaşmanın Irak’ta yoğun bir etkisi vardı. Kimi gruplar kendi ideolojileri doğrultusunda hadis uydurmaktan çekinmiyordu. 3. Birçok medeniyete beşiklik etmiş, farklı etnik kökenlere ve kültürel çevrelere mensup insanların barındığı Irak coğrafyasında sosyal çevre ve gündelik yaşam, Hicaz’da rastlanmadığı ölçüde karmaşık bir yapı arzediyordu.

Müctehid İmamlar Dönemi Müctehid imamlar dönemi ile hicri ikinci asrın başlarından itibaren, dördüncü asrın ortalarına kadar uzanan zaman dilimi kastedilmektedir. Bu dönem için “fıkhın altın çağı”, “tedvin dönemi” gibi nitelemeler de kullanılmaktadır. Müctehid imamlar döneminde fıkıh çalışmalarının yoğunluğunun ve itibarının artmasını, buna bağlı olarak sistemleş- tirme ve ekolleşmenin gerçekleşmesini açıklamak amacıyla bazı faktörler üzerinde durulmuştur: 1. Bu dönem, Abbasilerin iktidarda olduğu zaman dilimine denk gelmektedir. Emevileri iş başından uzaklaştırarak iktidara gelen Abbasiler, toplum üzerinde meşruiyet kazanmak ve etkinliklerini artırmak amacıyla dini konulara ve ilim adamlarına ilgi göstermiş, bu alandaki çalışmaları teşvik etmiştir. Söz konusu tutumun hukuki çalışmaları motive edici bir etkisi olmuştur. 2. İslam ülkesinin sınırlarının bir taraftan İspanya’ya, öte yandan Çin’e kadar dayanması, sosyal ve kültürel hareketliliği önemli ölçüde artırmıştır. 3. Bu dönem hukukçuları, hukuk alanında sistemleşmeye imkân verecek bir gelenek ve alt yapıya dayanma şansına sahip olmuşlardır. İslam hukukunun tedvini ve sistemleştirilmesi noktasında sağlam bir zemin hazırlamıştır. 4. Müctehid imamlar döneminde döneme adlarını veren, hukuki konularda üstün yeteneklere sahip kabiliyetli hukukçular yetişmiş, bunların etrafında “mezhep” adıyla anılan hukuki yapılanmalar gerçekleşmiştir.

Müctehid İmamlar Döneminde Hukukun Kaynakları Bu dönemde de Kitâb ve Sünnet hukukun temel kaynaklarını teşkil etmiştir. Bunun yanında sahabenin ittifak halinde oldukları ictihadları (sahabe icmâı), sahabenin bireysel ictihadları, hukukun kaynakları içerisinde yer almaktadır. Re’y ictihadı ise sistemleştirilerek kıyas, istihsan, ıstıslah (maslahat) gibi kısımlar halinde incelenmiş, her bir bölümün kaynak değeri ayrıca ele alınmıştır.

Müctehid İmamlar Döneminin Temel Özellikleri Bu dönemin en bariz özelliği Mezhep adı verilen bir yapılanmadır. İçinden çıktığı ekolün özelliklerini yansıtmakla beraber, kurucu kabul edilen hukukçunun görüşleri çerçevesinde şekillenmekteydi. Hanefi ekolünde sistemleştirme amacıyla farazi fıkıh meselelerine yer verilmiştir. Fıkhın tedvin edilmesi bu dönemin diğer bir önemli özelliğidir. Bilindiği üzere sahabe döneminde Kur’ân bir metin haline getirilmiş ve çoğaltılmıştır. Sahabe neslinden itibaren bireysel anlamda hadis ve fıkıh malzemesini yazıya geçirenler olduğuna dair nakiller vardır. fıkıh usûlü disiplininin tedvinine de bu dönemde başlanmasıdır. Şâfiî’nin er-Risâle adlı eseri halen bu literatürün bize ulaşan ilk örneği ya da habercisi olarak kabul görmektedir.

Mezhep Merkezli Dönem İslam hukuk tarihi ile ilgili literatürde bu dönemin hicri IV. asrın ortalarından itibaren başlayıp, kanunlaştırma hareketleri ve yenileşme arayışlarının yaşandığı on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar sürdüğü ifade edilmektedir. Hukuki faaliyetin mezhep yapılanması içerisinde sürdüğü bu dönem kimi yazarlarca taklid dönemi olarak adlandırılmaktadır. Bu dönemi de kendi içerisinde ikiye ayıranlar vardır: Hicri IV. asrın ortalarından Bağdad’ın Moğollar tarafından ele geçirilmesine (1258) kadar olan dönem ve Bağdad’ın düşüşünden Mecelle’nin hazırlanışına (1869) kadar olan dönem. Bu yazarlara göre ilk dönemde mezhep doktrinini, dayandığı deliller ve metodolojik esaslar çerçevesinde izah eden eserler kaleme alınmış olmakla beraber, ikinci dönem fıkhi faaliyetin tamamen metin-şerh-hâşiye çizgisinde seyrettiği bir duraklama ve gerileme dönemidir. Bu dönemin İslam hukuk tarihi açısından en bariz vasfı, hukuki faaliyetlerin artık mezhep yapılanmaları çerçevesinde sürdürüleceğinin tüm toplum tarafından benimsenmiş olmasıdır. İctihad kapısının kapandığı düşüncesinin ortaya çıktığı dönem olarak, birçok araştırmacı hicri IV. asrı göstermektedir. Müctehid imamlar döneminin akabinde mezhep yapılanmasının yaygınlaşmasını ve yerleşmesini sağlayan faktörleri şöyle sıralamak mümkündür. 1. Hukukta istikrar ihtiyacı önemli ölçüde kendini hissettiriyordu. Bu hususun ilk olarak Emeviler döneminde, Ömer b. Abdülaziz zamanında gündeme getirildiği görülmektedir. 2. Kurucu hukukçuların öğrencilerinin hocalarının görüşlerini sistemleştirme ve yaymadaki gayretleri de ekolleşmeyi hızlandırmıştır. 3. Yetişkin talebelerin hocalarının görüşlerini yayma faaliyetleri çerçevesinde tedvin hareketinin rolü önem taşımaktadır.

Mezhep Merkezli Dönemin Temel Özellikleri 1. Mezhep merkezli dönemde yazılan eserler genelde, İslam hukukunun mezhebin görüşleri çerçevesinde ele alınması, ulaşılan hükümlerin temellendirilmesi gayesine yöneliktir. Bu eserlerde mezhebin kurucu hukukçularının ictihad ve yorumları sistemleştirilmiş, bunlardan bir takım genel kurallar çıkarılmış, bu kurallar ışığında da birçok yeni mesele hükme bağlanmıştır (tahrîc). Hükümlerin ayrıntılı olarak ele alındığı, metodolojik temellendirmelere yer verilen hacimli kitapların yanında, mezhebin doktrinini özetleme gayesi güden metin ya da muhtasar adıyla anılan el kitapları da dönemin ürünüdür. 2. Bu dönemde, karşı karşıya kalınan somut meselelerle ilgili üretilen çözümleri bir araya getiren fetâvâ, nevâzil ya da vâkıât türü eserler önemli bir yekün tutmaktadır. 3. Dönemin bir diğer özelliği olarak, hukuki alanda kendisini gösteren örfî hukuk ve kanunname geleneği dikkat çekmektedir. Özellikle Osmanlı uygulamasında hukuk sisteminin, fıkıh doktrinine dayalı şer’î hukuk ile hükümdarın iradesiyle pozitif hukuk kuralı niteliğini kazanan örfî hukuk üzerine oturduğu görülmektedir. Örfi hukuk çerçevesinde ortaya konan kânunnâmeler içerisinde Fatih’in idari düzenlemeleri içeren kanunnâmesi ile, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde düzenlenen ceza hukuku içerikli kânunnâmeler ilk akla gelen örneklerdir. Osmanlı örfî hukukuna benzer bir fonksiyonu Maliki hukuk geleneği içerisinde ortaya çıkan, Kuzey Batı Afrika’da görülen amel-i Fâsî’nin icra ettiği görülmektedir.

KANUNLAŞTIRMA HAREKETLERİ VE YENİ DÖNEM İslam hukuk tarihi literatüründe bu dönemin Mecelle’nin hazırlanışı ile başladığı ve günümüzde de sürdüğü ifade edilmektedir. Bu döneme “canlanma” ve “uyanış” dönemi adı da verilmektedir.

Bu yaklaşımın gerekçesi, kanunlaştırma hareketleri ile birlikte hukuki faaliyetin bir mezhebin görüşleri ile sınırlı olamayacağı, İlgili bakış açısına göre kanunlaştırma esnasında dört mezhepten, hatta görüşleri İslam hukuk literatüründe kaydedilmiş bütün müctehidlerin yaklaşımlarından istifade edilmesi hukuki düşüncede canlanmayı ve yenileşmeyi temsil etmektedir. * Kısa adıyla Mecelle olarak bilinen Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye 1869-1876 yılları arasında hazırlanmış, 1851 maddelik bir kanundur. Esas itibarıyla eşya, borçlar ve yargılama hukukuyla ilgili kısımları kapsamaktadır. İslam hukukunda kanunlaştırma hareketinin ilk örneğidir. Hanefi mezhebine bağlı kalarak hazırlanmıştır. Daha önceleri de bir mezhebin görüşlerini toplayan derleme niteliğinde eserler oluşturulmuştur. Bunlar içerisinde el-Fetâve’l- Hindiyye adlı eserde olduğu gibi, dönemin siyasi iktidarının isteği doğrultusunda hazırlananlar; Mülteka’l-ebhur’da olduğu gibi, mahkemelerde el kitabı olarak kullanılıp bir anlamda yarı resmi niteliği haiz olanlar bulunmaktadır. Kaynakları ve muhtevası itibarıyla İslam hukukuna dayanan Mecelle, form itibarıyla Batı kanunlarını örnek almıştır. Nitekim Mecelle’nin hazırlanışını, şeklen de olsa, hukukta Batılılaşmanın başlangıcı olarak niteleyenler mevcuttur. * Mecelle’nin akabinde İslam hukukuna dayalı ikinci bir kanun olarak 1917 yılında yürürlüğe giren Hukuk-ı Aile Kararnamesi verilebilir. Bu kanunun dikkat çekici özelliği, hazırlanışı esnasında Hanefi mezhebi dışındaki diğer mezheplerin, hatta görüşleri kurumsal anlamda mezhepleşememiş müctehidlerin ictihadlarından da yararlanılmış olmasıdır.

ÜNİTE-3

İslam Hukuk Ekolleri

İslam Hukukçularının İhtilaf Sebepleri İslam hukukuçularının ihtilafının temel sebebini, farklı anlayışlara açık bir alanın bulunması ve hukukçuların bu alanın doldurulmasına yönelik farklı metodolojilere sahip olmaları teşkil etmektedir. Bununla birlikte, bu olgunun farklı noktalardaki beliriş tarzlarını şöyle sıralamak mümkündür: 1. Nasların metinlerinin farklı şekilde anlaşılması, hükümde görüş ayrılıklarına yol açmıştır. Burada ağırlıklı olarak dilin yapısı ve özellikleri devreye girmektedir. 2. Sünnetle ilgili malzemenin tespiti de birtakım ihtilaflara yol açmıştır. İslam hukukçularının sünnet konusundaki birikimlerinin farklı olması, ictihad konusunda farklılıklara neden olmuştur. 3. İslam hukukçularının Medine uygulaması, sahabe kavli, kıyas, istihsan, maslahat, sedd-i zerâî vb. tali delil ve yöntemlerin kaynak değeri konusunda farklı düşünmeleri de ictihad farklılıklarına neden oluyordu. 4. İslam hukukçularının farklı hukuki nosyonlara sahip olmaları, kimi nassların illetleri ve kimi hükümlerin amaçları hakkında farklı sonuçlara varmalarına sebep oluyor, bu da ister istemez ictihad farklılığını gerektiriyordu. Bir örnek vermek gerekirse henüz bekleme süresini (iddet) doldurmamış bir hanımla evlenen ve zifafı gerçekleştiren kişinin durumu hakkında Hz. Ömer ve Hz. Ali farklı hükümler vermiştir. 5. İslam hukukçularının bulundukları sosyal çevrelerin farklı olması ictihad farklılıklarını da beraberinde getirmiştir. Literatürde bu durumu ifade etmek için, “şartların ve çevrenin farkından kaynaklanan ihtilaf” (İhtilafü’z-zamân) ve “delil ve yöntem farklılığından kaynaklanan ihtilaf” (İhtilafü’l-burhân) ayrımı yapılmıştır. 6. İslam hukukçularının ihtilafları bağlamında anılması yerinde olan diğer bir faktör de siyasi yönelim farklılıklarının fıkhi eğilimler üzerindeki etkisidir.

İslam Hukuk Ekollerinin Sınıflandırılması Yaşayan Sünni Hukuk Ekolleri;Bu başlık altında dört mezhep adıyla da bilinen Hanefi, Maliki, Şâfiî ve Hanbeli ekolleri üzerinde durulacaktır.

Hanefî Ekolü Kurucusu Hanefi ekolü Kufe’nin önde gelen hukukçusu, re’y ekolüyle adı özdeşleşmiş bir müctehid olan Ebu Hanife Numan b. Sabit etrafında şekillenmiştir. Kufe’de yılında doğmuş, Bağdad’da yılında vefat etmiştir. Ebu Hanife’nin atalarının Kâbil, Enbâr, Nesâ ya da Tirmiz’e dayandığına dair rivayetler vardır. Ebu Hanife’nin ilim hayatının başlangıcında kelami meselelere ilgi duyduğu bilinmektedir.

Daha sonra ilgisi fıkha yönelmiş Kufe’nin önde gelen fakihlerinden Hammâd b. Ebî Süleyman’ın derslerine devam etmiş, hocasının vefatı üzerine ilim halkasının başına geçmiştir. Ebu Hanife’nin ilmi silsilesi Hammâd- İbrahim en-Nehaî - Esved ve Alkame aracılığıyla Abdullah b. Mesud ve Hz. Ali’ye dayanmaktadır. Ebu Hanife’nin başvurduğu kaynakların Kitâb, Sünnet, en genel anlamıyla Sahabe kavli ve ictihad olduğunu söyleyebiliriz. İctihad, kıyas ve istihsanı kapsamaktadır. Ebu Hanife’nin hukuki meselelerde kullandığı kaynakları Kitâb, Sünnet, icmâ, genel anlamıyla sahabe kavli, kıyas ve istihsan olarak sıralayabiliriz. Ebu Hanife’nin hukuk anlayışı ile ilgili dikkate değer bir başka yön ise “hiyel” meselesidir. Hiyel, sözlük anlamı olarak çözüm ve çare demek olan “hîle” kelimesinin çoğuludur. Ona atfedilen eserlerden günümüze intikal edenleri el-Fıkhu’l-ekber, el-Fıkhu’l-ebsat, el-Vasıyye, el-Âlim ve’l-müteallim, Risâle ilâ Osman el- Bettî gibi daha ziyade akaid içerikli risaleler ile kendisinden rivayet edilen hadisleri içeren Musnedü Ebî Hanîfe adlı derlemeden ibarettir.

Öğrencileri ve Literatür Önde gelen dört öğrencisi Ebu Yusuf Yakub b. İbrahim (ö. 182/798), Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî (ö. 189/805), Züfer b. Hüzeyl (ö. 158/774) ve Hasen b. Ziyad (ö. 204/819) Literatürde Ebu Hanife ve Ebu Yusuf için “şeyhayn”, Ebu Yusuf ve Muhammed için “imameyn” ya da “sahibeyn”, Ebu Hanife ve Muhammed için ise “tarafeyn” ifadeleri kullanılmaktadır. *Ebu Yusuf’un bize kadar intikal eden eserleri başlıca Kitabü’l-âsâr, Kitâbü’l-harâc, İhtilâfu Ebî Hanife ve İbn Ebî Leylâ, er-Red alâ siyeri’l- Evzâî’den oluşmaktadır.

Şeybânî’nin Hanefi doktrinin aktarılmasına yönelik önemli eserleri başlıca iki grupta toplanabilir: 1. “Zahirü’r-rivâye” ya da “Mesâilü’l-usûl” adıyla anılan eserler, el-Asl ya da el-Mebsût, el-Câmiü’l-kebîr, el-Câmiu’s-sağîr, es-Siyerü’l-kebîr, es- Siyerü’s-sağîr ve ez-Ziyâdât olmak üzere altı tanedir. 2. “Nâdiru’r-rivaye” ya da “Mesâilü’n-nevâdir” adıyla anılan eserler, Keysâniyyât, Harûniyyât, Cürcâniyyât, Rakkiyyât ve Ziyâdâtü’z- ziyâdât adlı eserlerdir. *İmam Muhammed’in bu zikredilenler dışında el-Âsâr, el-Hucce alâ ehli’l- Medine adlı eserleri de önemli eserlerdir. *Sonraki kuşaklarda yetişen Hanefi alimler içerisinde Tahâvî ve Kerhi’nin el-Muhtasar adlı eserleri oldukça ilgi görmüştür. *Serahsi’nin el-Mebsût’unun yanında Kâsânî’nin Bedâiu’s- sanâî ve Merğînânî’nin el-Hidâye adlı eserleri mezhebin doktrinini delilleriyle birlikte ele alan önemli çalışmalardır. *Hanefi hukukçular arasında “dört metin” (mütûn-ı erbaa)adıyla anılan şu eserler de muteber kabul edilmiştir: 1. Abdullah el-Mavsılî , el-Muhtâr ve şerhi olan el-İhtiyâr. 2. Tacüşşerîa Mahmud b. Sadruşşerîa el-Mahbûbî , el-Vikâye. 3. İbnu’s-Sââtî , Mecmau’l-bahreyn. 4. Hafızüddin en-Nesefî , Kenzü’d-dekâik. Bu esere yazılan şerhler içerisinde Zeylaî’nin Tebyînü’l-hakâik ve İbn Nüceym’in el-Bahrü’r-râîk adlı eserleri ilgiyle karşılanmıştır. *Geç dönem Hanefi hukukçuların eserleri arasında ayrıca Molla Hüsrev’in Dürerü’l-hükkâm, İbrahim Halebî’nin Mülteka’l- ebhur, Haskefî’nin ed-Dürrü’l-muhtâr adlı eserleri ile bu son eserin haşiyesi olan İbn Abidin’in Reddü’l-muhtâr adlı çalışması yaygın bir biçimde rağbet görmüştür.

Yayıldığı Coğrafya Türkiye, Balkanlar, Kafkasya, Azerbaycan, Kırım, Kazan, Orta Asya, Afganistan, Pakistan, Hindistan ve Çin’de yaşayan Müslümanların çoğu Hanefi mezhebine mensuptur. Irak ve Suriye’de önemli sayıda Hanefi varken, Mısır ve Kuzey Afrika’da Hanefi mezhebi halk arasında pek yaygınlık kazanamamıştır.

Malikî Ekolü Kurucusu Maliki ekolü, İmam Malik adıyla tanınan Malik b. Enes el-Esbahî etrafında şekillenmiştir. İmam Malik Medine’de doğmuş, yılında yine Medine’de vefat etmiştir. Fıkıhta başlıca hocası Rebîatü’r-re’y (Re’yci Rebîa) adıyla tanınan Rebîa b. Ebî Abdirrahman’dır. Hadis konusunda Nâfî, İbn Şihab ez-Zührî, Ebu’z- Zinâd ve Yahya b. Said el-Ensârî gibi hocalardan yararlanmıştır. Hocaları içerisinde on üç yıl boyunca derslerine devam ettiği Abdurrahman b. Hürmüz’ün ayrı bir yeri vardır. İmam Malik ictihadlarında önce Kitâb ve Sünnet’e dayanırdı. Ancak ahad haber ile Medine ameli arasında bir çatışma olduğunda Medine ameline öncelikli verirdi. İmam Malik’in Muvattâ adlı eseri İslam hukuk tarihi açısından oldukça önemlidir. İmam Malik, Muvattâ’da Hicazlıların rivayet ettikleri hadisleri, sahabe ve tabiûn görüşlerini, Medine’de uygulanan hukuki teamülleri bir araya toplayarak fıkıh konularına göre düzenlemiştir.Bu eserin güvenilir ravilerinden birisi Hanefi hukukçu Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî’dir. Malikiler arasında daha çok tutulan diğer bir ravi ise Yahya b. Yahya el-Leysî olmuştur.

Öğrencileri ve Literatür Öğrencileri arasında Abdurrahman b. el-Kasım, Abdullah b. Vehb , Eşheb b. Abdilaziz , Abdullah b. Abdilhakem, Asbağ b. Ferec ve Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem anılabilir.

Yayıldığı Coğrafya Maliki mezhebi önce Hicaz bölgesinde yayılmış, daha sonra Kuzey Afrika ülkeleri ve Endülüs’te yaygınlaşmıştır. Günümüzde Kuzey Afrika ülkeleri, Moritanya ve Nijerya’daki Müslüman halkın çoğunluğu Maliki mezhebine mensuptur. Mısır, Sudan, Bahreyn ve Kuveyt’te de bulunmaktadır.

Şafiî Ekolü Kurucusu Gazze’de doğan, yılında Mısır’da vefat eden İmam Muhammed b. İdris eş-Şâfiîdir. Aslen Kureyşli olan Şâfiî ilim hayatına Mekke’de Müslim b. Halid’den aldığı derslerle başlamıştır. Daha sonra Medine’ye giden Şâfiî, İmam Malik’in derslerine devam etmiş ve ondan Muvattâ’yı okumuştur. Irak’a yaptığı seyahatler esnasında İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî ile tanışmış ve ondan da istifade etmiştir. Irak’taki görüşleri için “mezheb-i kadîm” (eski mezhep), Mısır’da ki görüşleri için mezheb-i Cedid(yeni mezhep)ifadesi kullanılmaktadır. Kitâb ve Sünnet’e başvururdu. Ahad haber bile olsa kendi deyimiyle “sabit” olan sünnete karşı çıkmazdı. Ahad haberlerin Medinelilerin ameline ya da Kur’ân’a ve meşhur sünnete aykırı olmaması gibi muhtevaya yönelik şartlar aramaz, isnadın güvenilirliğini yeterli görürdü. Buna karşın prensip olarak mürsel hadisleri kabul etmezdi. Kitâb ve sünnette bulunmayan konularda, sahabenin ittifak ettiği görüşlere, daha sonra da sahabenin ihtilaf halindeki görüşlerine başvururdu. Son müracat ettiği delil ise kıyastır. Şâfiî, Hanefilerin kullandığı istihsanı ise açık bir dille ve sert bir şekilde reddetmiştir. Bunun yanında mürsel maslahat ve Medinelilerin ameli gibi delillere başvuru kaynakları içerisinde yer vermediği görülmektedir. Meşhur er-Risâle adlı eserini Irak’ta yazmış, ancak daha sonra Mısır’da yeniden düzenlemiştir. Fıkıh usulü alanında günümüze kadar ulaşan ilk eser olma özelliğini koruyan er-Risâle, Şâfiî’nin de fıkıh usulünün müdevvini olarak kabul edilmesini sağlamıştır. Şâfiî’nin İslam hukukunun bütün bölümleri ile ilgili görüşlerini toplayan, muhaliflerin görüşlerine ve ilgili tartışmalara da yer vererek mukayeseli bir hukuk kitabı niteliğinde olan eseri ise el-Ümm adını taşımaktadır. Şâfiî’nin hukuki yaklaşımlarını bulabildiğimiz ve günümüze kadar gelen diğer bir eseri de İhtilâfü’l-hadis’tir.

Öğrencileri ve Literatür Irak’taki mezheb-i kadimini nakleden öğrencileri arasında Zaferani ve Kerâbisi dikkat çekmektedir. Mısır’daki öğrencileri içerisinde Harmele b. Yahya, Buvaytî , İsmail el-Müzeni ve el-Ümm’ü rivayet eden Rebî b. Süleyman el-Murâdî önde gelen isimlerdendir. Müzeni, Şâfiî’nin fıkhi görüşlerini el-Muhtasar adlı bir el kitabında derlemiş ve bu eser el-Ümm ile birlikte basılmıştır. Sonraki dönemde Şâfiî fıkhında etkili olan alimler içerisinde el-Mühezzeb yazarı Ebu İshak eş-Şirâzi, el-Veciz adlı furu metnini kaleme alan meşhur Gazali, el-Veciz’i Fethu’l-azîz adıyla şerh eden Rafii, el-Mecmu, Ravdatü’t-tâlibin ve Minhacü’t-talibin adlı eserlerin müellifi olan Nevevî sayılabilir. Özellikle Nevevi’nin Minhâc’ı geç dönemlerde bir çok Şâfiî alim tarafından şerh edilmiştir.

Yayıldığı Coğrafya Şâfiî mezhebi günümüzde Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan, İran, Hindistan, Filipinler, Seylan (Sri Lanka), Malezya ve Endonezya gibi ülkelerde yayılmıştır. Ülkemizde de Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde önemli sayıda Şâfiî mezhebi mensubu bulunmaktadır.

Hanbelî Ekolü Bu ekolün temsilcisi yılında Bağdat’ta doğan ve yılında aynı yerde vefat eden İmam Ahmed b. Hanbel eş-Şeybânîdir. Şâfiî’nin Bağdat’da olduğu dönemde ondan fıkıh okumuştur. Ahmed b. Hanbel’in baskın olan yönü hadisçiliktir. Nitekim kırk bin kadar hadis ihtiva eden el-Müsned adlı eseri, temel kaynaklar arasında yer almaktadır. Bunun yanında hadis konusunda kaleme aldığı Kitabü’l-ilel ve marifeti’r-rical adlı çalışması da önemlidir. Hadisçi yönünün ağır basması sebebiyle kimi müellifler Ahmed b. Hanbel’i hukukçu olarak kabul etmemişlerdir. Nitekim İbn Kuteybe, Taberi, İbn Abdilberr ve Makdisi gibi müellifler onu hadisçiler arasında değerlendirip bir hukukçu olarak görmemişlerdir.

Öğrencileri ve Literatür Öğrencilerinin başında oğulları Salih ve Abdullah gelmektedir. Bunların yanında Ebu Bekr el-Esrem Ahmed b. Hani , Ahmed b. Muhammed el-Mervezi ve Abdülmelik b. Mihran el-Meymûnî zikredilebilir. Ancak Ahmed b. Hanbel’in fıkhi görüşlerini el- Camî adlı müstakil bir eserde toplayarak tedvin eden, bir sonraki kuşaktan Ebu Bekr el-Hallâl olmuştur. Bunun yanında meşhur el-Muhtasar yazarı Ebu’l-Kasım Ömer b. el-Huseyn el-Hırakî de anılmalıdır. Hıraki’nin el-Muhtasar’ı üzerine İbn Kudame tarafından kaleme alınan el-Muğnî hem Hanbelî ekolünün hem de mukayeseli İslam hukuku literatürünün en beğenilen eserlerindendir. Sonraki dönemlerin meşhur Hanbelî hukukçuları arasında eş-Şerhu’l-kebir yazarı İbn Kudame el- Makdisi yer almaktadır.

Yayıldığı Coğrafya Önce Bağdat’da, daha sonra Irak’ın dışına taşarak Hicaz, Suriye ve Mısır gibi ülkelerde taraftar bulmuştur. On sekizinci yüzyılda Arabistan’ın Necd bölgesinde Muhammed b. Abdilvehhâb önderliğinde başlayan “Vehhâbî Hareketi” neticesinde Hanbelî ekolü etkinliğini artırmıştır. Günümüzde Suudi Arabistan’nın resmi mezhebi olan Hanbelîliğin, Kuveyt ve körfez ülkelerinde de mensupları bulunmaktadır.

Yaşamayan Sünni Hukuk Ekolleri

Evzâî Ekolü Ebu Amr Abdurrahman B. Amr el-Evzâî’ye nispet edilmektedir. Evzâî Şam’da bir rivayete göre Ba’lebek’te- doğmuş, Beyrut’ta vefat etmiştir. Günümüze kadar intikal eden bir eseri yoktur. Ebu Yusuf’un er-Red alâ siyeri’l-Evzâî adlı eseri bağlamında savaş hukukuyla ilgili bazı görüşleri nakledilmiştir. Evzâî’nin mezhebi Suriye ve Endülüs bölgelerinde yaygın iken yerini Şâfiî ve Maliki mezheplerine bırakmış, zamanla tarih sahnesinden çekilmiştir.

Sevrî Ekolü Ebu Abdullah Süfyan b. Said es-Sevri, Kufe’li olup hadis taraftarları arasında yer alan bir müctehiddir. Re’ye karşı olduğu için Ebu Hanife ile arasının pek de iyi olmadığı ileri sürülmektedir. Mezhebinin hicri beşinci asrın sonlarına kadar Horasan bölgesinde yaşadığı ifade edilmektedir. Günümüze kadar gelen bir eseri yoktur.

Leys Ekolü El-Leys b. Sa’d Medine’de kendisini yetiştirdikten sonra Mısır’a gitmiş ve Mısırlıların hukukçusu olmuştur. Şâfiî, Leys’in Malik’ten daha güçlü bir hukukçu olduğunu, ancak öğrencilerinin onun görüşlerini yayamadıklarını ifade etmiştir.

Taberî Ekolü İbn Cerir et-Taberî’ye nispet edilmektedir. Mezhebi Bağdat çevresinde yayılmış ise de hicri beşinci asrın ortalarında tarih sahnesinden çekilmiştir. İhtilâfü’l-fukahâ adlı eserinin günümüze ulaşan kısmı basılmıştır.

Zahirî Ekolü Kurucusu Ebu Süleyman Davud b. Ali el-Isbehânî ez-Zâhirîdir. Önceleri Şâfiî mezhebine mensup olan Davud ez-Zahirî daha sonra müstakil bir fıkıh anlayışı geliştirmiştir. Prensip olarak Kur’an ve Sünnet nasslarının zahirini, yani lafızlarını esas almıştır. Kıyas ve istihsan gibi rey çeşitlerini tamamen reddetmiştir. Davud ez-Zahiri’ye göre başvuru kaynakları Kitâb, Sünnet ve icmâdır. İcmâyı da sahabe icmâı ile sınırlı tutmuştur. Zahiri ekolünün en önemli savuncusu, ikinci imamı, ünlü Endülüslü bilgin İbn Hazm olmuştur. İbn Hazm, el-İhkâm ve en- Nübez adlı eserleriyle metodoloji alanında mezhebinin görüşlerini müdafaa etmiştir. el-Muhallâ adlı ansiklopedik eserinde ise Zahiri ekolünün doktrinini savunmakla birlikte, İslam hukuk literatüründeki bütün görüşleri de derlemeye çalışmıştır.

Diğer Hukuk Ekolleri

Şiî çevrede gelişen: Zeydî Ekolü Bu ekolün mensupları imam olarak Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Zeynelabidin’in oğlu Zeyd b. Ali’yi kabul etmektedirler. Ali’nin ağabeyi Muhammed Bakır’ın imam olduğunu savunanlar da bulunmaktadır. Fıkıhta başvurduğu kaynaklar Kitâb, Sünnet, icmâ, kıyas, istihsan, mürsel maslahat ve akıl şeklinde sıralanmaktadır. Zeydiler’in Şii grupları içerisinde Sünnilere en yakın olan grup olduğu kabul edilmektedir. Mamafih mest üzerine meshi ve ehl-i kitap hanımlarla evlenmeyi caiz görmemek, gayri müslimin kestiği hayvanın yenmeyeceğini benimsemek gibi Sünnilerle uyuşmayan ictihadları da vardır. Zeyd b. Ali’ye nispet edilen el-Mecmû adlı hadis ve fıkıh içerikli kitap günümüze kadar gelmiştir. Zeydi fıkhında önemli yeri olan alimler Kasım b.İbrahim er-Ressî ve torunu el-Hadî b. Yahya bulunmaktadır.Zeydiler günümüzde yoğun olarak Yemen’de yaşamaktadırlar. Zeydilik Yemen’in resmi mezhebidir.

Caferî Ekolü Şiilerin en kalabalık grubunu teşkil eden Caferiler, “imamiyye” ve “isnâaşeriyye” adıyla da anılmaktadır. Ekol, altıncı imam Cafer es-Sadık’a nispet edilmektedir. Caferilerin hukuki konularda başvuru kaynakları Kitâb, Sünnet, icmâ ve akıldır. Caferilere göre icmâ masum imamlardan birinin görüşü üzerinde gerçekleşen ittifaktır. İctihad kapısının daima açık olduğunu savunan Caferiler, kıyası bir başvuru kaynağı olarak görmemektedirler. Caferilerin en eski kaynakları İmam Musa Kazım’ın el-Halal ve’l-Haram’ı ile oğlu Ali Rıza’nın Fıkhu’r-Rıdâ’sıdır. Kummî’nin Beşâirü’d-derecât’ı da ilk eserlerdendir. İran’ın resmi mezhebi olan Caferiliğin Irak, Suriye, Lübnan, Azerbaycan, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Mısır ve bazı Kuzey Afrika ülkelerinde de mensupları bulunmaktadır. Ülkemizde, özellikle bazı doğu illerinde bu mezhebe bağlı olanlar vardır.

İsmailî Ekolü Bu ekole bağlı olan Şiiler Cafer es-Sadık’tan sonra büyük oğlu İsmail’in imam olduğunu savunmaktadır. Batıniyye adıyla da anılan bu ekolün hukuki görüşlerini, Kadı Ebu Hanife en-Numan derlemiştir. Temel kaynaklarını Kadı Ebu Hanife en-Numan’ın yazdığı Deâimü’l-İslâm, Tevîlü deâimi’l-İslâm ve Kitâbü’l-iktisâr teşkil etmektedir. Hasan b. Nuh b. Yusuf el-Hindî’nin el-Ezhâr ve mecmeu’l-envâr’ı da İsmaili kaynaklar arasındadır. Günümüzde İsmaililer Doğu ve Batı İsmailileri olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Pakistan, Hindistan ve Bengladeş’de yaşayan Doğu İsmaililerinin liderliğini Ağa Han ailesi yapmaktadır. Batı İsmailileri ise Güney Arabistan, Basra Körfezi civarı, Doğu Afrika ve Suriye’nin Hama ve Lazkiye dağlık bölgelerinde yaşamaktadır.

Haricî çevrede gelişen İbâzî Ekolü Abdullah b. İbâz’a nispet edilmektedir. İbâzîler, Kitâb, Sünnet, kendi imamlarının ictihadları ve mürsel maslahatı hukuki konularda başvuru kaynağı olarak görmektedirler. İbâziler günümüzde Umman, Güney Arabistan, Madakaskar, Zengibar, Libya, Cerbe Adası ve Cezayir gibi ülkelerde yaşamaktadır.

ÜNİTE-4

İslam Hukukunun Kaynakları İslam hukukunun kaynakları ifadesini, bu hukukun dayandığı deliller ile İslam hukukçularının bu delilleri kullanma yöntemlerini içeren genel bir ifade olarak değerlendirmek mümkündür. İslam hukukunun kaynakları konusunu deliller ve yöntemler olmak üzere iki kısma ayırarak incelemek uygun olur.

Klasik dönemde kimi usulcülerin delilleri, “asl” (delil) ve “ma’kûl-ı asl” (asıl delilden akıl yoluyla anlaşılan) şeklinde bir sınıflandırmaya tabi tutmaları İslam hukukunun kaynaklarının ikili mahiyetini yansıtır. Delil ve yöntem ayırımının mantığı şudur: Delil, oluşumunda beşer katkısı olmayan ve insani eylemlerin hükümlerini içinde barındırdığı düşünülen şeydir. Bazı özellikleri sebebiyle icmâ’ da delil kapsamına alınmış ve üçüncü delil olarak zikredilmiştir.Yöntem ise, bu delillerden hüküm çıkarmak için başvurulan çeşitli yolları ifade eder. Bu yolların başlıcaları, kıyas, istihsan, ıstıslah ve sedd-i zerî‘adır.

DELİLLER Delil, genel olarak, üzerinde doğru düşünmekle doğrulanabilir veya yanlışlanabilir özellik taşıyan bir sonuca ulaşılabilen şey şeklinde tanımlanır.

Aslî Deliller 1-Kitab (Kur’ân-ı Kerîm) İslam hukukunun en temel kaynağı Yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. *Kitab (Kur’ân), “Hz. Muhammed’e Arapça olarak indirilmiş, mushafın iki kapağı arasında tevatüren nakledilmiş Tanrı kelamı” şeklinde tanımlanır. *Tevatür, yalan üzerinde birleşmesi aklen imkansız olan bir sayıdaki topluluğun yine kendileri gibi bir topluluktan nakilde bulunması anlamına gelir ve Kur’ân nesilden nesile bu şekilde nakledilmiştir. Kur’ân'ın Arapça oluşuyla ilgili olarak iki önemli problem gündeme gelmiştir. Bunlardan biri Arapçadan başka bir dille namazda kıraatin caiz olup olmadığı tartışması, diğeri de Arapça bilmenin ictihad şartlarından biri olmasıdır.

&&Arapçadan Başka Bir Dille Namazda Kıraat Olur mu? Ebu Hanife’ye, namazda Arapça dışında bir dille kıraat edilebileceğine, dair bir görüş nisbet edilmiştir. Hanefi usulcülerin Kur’ân’ın “nazm ve mana” olduğuna dair vurguları, Ebû Hanîfe’nin o görüşten döndüğü rivayetini güçlendiren bir hu- sus olarak değerlendirilir. Diğer mezheplere göre namazda Arapçanın dışında bir dille okumak asla caiz görülmez.

&&Kur’ân Tercümesinden Hüküm Çıkarılabilir mi? Tercümenin bir metnin anlamını olduğu gibi yansıtması genel olarak mümkün görülmez. Çünkü tercümede iki yönden hata söz konusudur. Bunlardan biri anlama hatası, ikincisi başka dile aktarma sırasındaki hata. İki yönden hata ihtimali bulunan bir metinde Allah’ın hükmünü aramak en azından işin ciddiyetiyle bağdaşmaz. *Fahreddin Razi gibi kimi usulcüler Arap dilini öğrenmenin farz-ı kifâye olduğunu ileri sürmüşlerdir. İnsanla ilişkili olarak düşünüldüğünde Kur’an’ın bütün muhtevasını inanç, ahlak ve amel/davranış (ibadet ve hukuk) olmak üzere üç ana grupta toplamak mümkündür. Kur’an’ın inanç alanındaki ayetleri kelam ilminde, ahlak alanındaki ayetleri tasavvuf ilminde ibadet ve hukuka ilişkin ayetleri de fıkıh ilminde sistematize edilmiştir. Kur’an’da yer alan 6 bin küsur ayetten fıkıh alanıyla doğrudan ilgili olan ayet sayısı 500 civarındadır. Kur’an’da en ayrıntılı biçimde yer alan hukuk konusu belki de aile hukukudur. Evlenme ve boşanma ile ilgili hükümler, evlenilmesi yasak olan kadınlar, boşanma prosedürü, miras paylaşımının şekline dair birçok ayet vardır. Korunması amaçlanan beş temel değer şunlardır: 1) Canın korunması, 2) Aklın korunması, 3) Dinin korunması, 4) Neslin korunması 5) Malın korunması. Kur’an’da genel anlamlı sözcükler (âmm) ve özel anlamlı sözcükler (hâs), emir-nehiy, hakikat-mecaz, sarih-kinaye, açık anlamlı-kapalı anlamlı sözcükler bulunmaktadır.

2-Sünnet Sünnet fıkıh usulünde Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleri olarak tanımlanır ve rivayet açısından mütevatir, meşhur ve ahad olmak üzere üç kısma ayrılır. Mütevatir sünnet, yalan üzerinde birleşmeleri düşünülemeyen bir sayıdaki topluluğun naklettikleri sünnettir. Meşhur sünnet ilk tabakada ahad iken sonraki tabakalarda mütevatirin niteliğine sahip olmuş sünnettir. Meşhur sünnet, mütevatir gibi kesin bilgi ifade etmemekle birlikte Hz. Peygamber’e aidiyeti konusunda çok güçlü bir kanaat (ilm-i tuma’nîne) ifade eder. Ahad sünnet ise, bütün tabakalarda tevatür sayısına ulaşmayan kişilerce nakledilen sünnettir. Ahad haberler (tekili: haber-i vâhid), bilgi değil, belli düzeyde “zan” ifade eder. Sünnet’in Kur’an’dan bağımsız bir hüküm kaynağı olarak görülmesi onun vahiyden bağımsız olduğu anlamını içermez. Kur’an’ın “vahy-i metlüv” (tilavet edilen, okunan vahiy) olarak, Sünnet’in ise “vahy-i gayr-i metlüv” (tilavet edilmeyen, okunmayan vahiy) olarak isimlendirilmesi Sünnet’in de vahiy kapsamında değerlendirildiğini gösterir.

3-İcmâ İcmâ Fikrinin Doğuşu Sünnet yanında, sahabe icmâının bağlayıcı kabul edilmesinin, “Kim doğru yol belli olduktan sonra peygambere karşı gelir ve müminlerin yolunun dışında bir yola girerse... onu ateşe sokarız” (Nisâ 4/115) ayetiyle temellendirilmiş olması mümkündür. Gazzâlî sonraları bu ayetin icmâ ile doğrudan ilgili olmadığını iddia edecekse de, Şâfiî’nin icmâın gerekçesi olarak özellikle bu âyeti kullanmıştır.

İcmâın Terim Anlamı icmâ, “Muhammed (s.a) ümmetinden olan müctehidlerin O’nun ölümünden sonraki herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde görüş birliği etmeleri” biçiminde tanımlanır. İcmâ (sarih icmâ), esas itibariyle, birçok müçtehidin şer‘î bir meselenin hükmüne dair tek tek açıkladıkları görüşlerinin aynı noktada buluşması yoluyla meydana gelir. sükûtî icmâ: Müctehidlerin bir görüşten haberdar oldukları halde, aynı yönde kanaat belirtmemekle birlikte inkar veya itiraz beyanında da bulunmayıp susmaları suretiyle oluşan bir icmâ'ya denir. * Ebû Bekr Bâkıllânî gibi kimi usulcüler, ümmetin tamamının katılımını şart koşarken, çoğunluk bunun şart olmadığını, sadece ümmetin müctehidlerinin katılımıyla icmâın gerçekleşeceğini savunmuşlardır. * İbnü’l-Hâcib gibi icmâın şer‘î hükümler yanında başka konular üzerinde de gerçekleşebileceğini savunan az sayıda usulcü de vardır. * Hanefî usulcü Sadruşşerîa İcmâın sadece şer‘î hüküm üzerinde olabileceğini savunur.Ve şöyle der; “Hükümler, dînî ve dindışı (gayri dini) olmak üzere ikiye ayrılır. Hint yağının müshil olması din dışı bir konu olup bu gibi konulardaki görüş birliği icmâ sayılmaz. Birinin bunu inkar etmesi küfür sayılmaz, sadece cehalet sayılır. Dinî hükümler ise kendi içerisinde şer‘î ve gayri şer‘î olmak üzere ikiye ayrılır. Şer‘î hüküm, Şâri‘in hitabı olmaksızın bilinemiyecek şeylerdir. Bilinmesi Şâri‘in hitabına bağlı olmayan konular ya his (duyular) ya da akıl yoluyla bilinir ve her ikisi de bilgi ifade eder”. *İcmâın rüknü, yani mahiyetini oluşturan öz, “ittifak”, yani görüşlerin bir noktada buluşmasıdır. *İcmâın gerçekleşmesine ilişkin olarak kimi usulcüler tarafından öne sürülen fakat yaygın kabul görmeyen iki şart daha vardır. Birincisi ınkırâzu'l-asr, diğeri de sahabe ihtilafının bulunmamasıdır. Inkırâzu'l-asr, icmâa katılan müctehidlerin hepsinin ölmesi anlamına gelir. Hanefilere göre icmâın gerçekleşmesi için ınkırâzu’l-asr şart değildir. *İcmâ ehliyeti konusunda müçtehidlerde aranan en genel şart, fısk ve bid’at ehli olmamaktır. Fısk, töhmet doğurur ve adaleti düşürür. Bid’atçi ise bu bid’atin propagandasını yaptığı için genel anlamda ümmet kapsamına dahil değildir. Avâm, yani müctehid olmayan sıradan kişiler, Kur’an’ın nakli ve dinden olduğu rey ve ictihada gerek duyulmaksızın bilinen temel konularda icmâ ehli sayılsalar da, rey ve ictihadı gerektiren konularda dikkate alınmazlar.

İcmâın Hükmü Üzerinde icmâ edilen konunun hükmünün yakinen sabit olup, inkarının küfrü gerektirmesidir. Ancak bu hüküm icmâın bütün mertebeleri için geçerli değildir.

İcmâın Mertebeleri (Merâtibu'l-İcmâ) 1) Sahabe icmâı, 2) Sonrakilerin, sahabenin ihtilafı bulunmayan bir konudaki icmâı, 3) Sonrakilerin, sahabîlerin ihtilaf ettiği bir konuda mevcut görüşlerden biri üzerinde icmâı. 4) Gerçekleştikten sonra içlerinden birinin vazgeçtiği icmâ.(son ikisi tartışmalıdır)

İcmâın Dayanağı (Senedu'l-İcmâ) Kimi usulcüler, icmâın ancak kat’i bir delil üzerinde olabileceğini savunurken, Hanefiler, haber-i vâhid ve kıyas gibi zannîi deliller üzerinde de icmâ olabileceğini ve icmâın bu zanni delilleri kat’ileştireceğini savunmuşlardır. İcmâın gerçekleşmesi yanında, bir de nakledilmesi vardır. İcmâın nakli de tıpkı Sünnetin naklinde olduğu gibi, mütevatir veya meşhur ya da âhad yolla olabilmektedir.

İcmâın Deliller Hiyerarşisindeki Yeri İcmâ, deliller hiyerarşisinde genel olarak Kitab ve Sünnetten sonra üçüncü sırada yer alsa da usulcüler, bu sıralamanın şeref sıralaması olduğunu, kuvvet açısından yapılacak sıralamada icmâın birinci sırada yer alacağını açıkça ifade etmişlerdir.

İcmâın İşlevi 1. Muhafaza: İbadet ve ibadet içerikli konularda Hz. Peygamberden intikal eden ve sahabede somutlaşan mevcut anlayış ve uygulamaları korumak ve sürdürmek. İcmâın bu fonksiyonu, sahabe icmâı tarafından yerine getirilmiştir. Nazzam ve Şia hariç tutulacak olursa, sahabe icmâına karşı çıkan kimse yoktur.

2. Bağlayıcılık: Özellikle hukuk alanına ilişkin olmak üzere, yeni karşılan problemlerde ortak ve bağlayıcı karar alabilmek. 3. Kamu otoritesini sınırlamak: Her iki işlevi itibariyle de icmâın, aynı zamanda mevcut anlayış ve uygulamayı, yöneticelerin değiştirme girişimlerine karşı korumak suretiyle bir anlamda onların otoritelerini sınırladığı da söylenebilir. 4. Bazı usûl konularının meşruiyetini sağlamak: Usulcülerin, icmâa özellikle sahabe icmâına yükledikleri fonksiyonlardan birisi de, kıyasın hüccet oluşu, haber-i vâhid ile amel gibi usulî konuların meşruiyetini ispatlamak ve temellendirmektir.

4)Istıshâb Beraber bulunma, beraberliğin devam etmesi gibi anlamlara gelir. Terim olarak ıstıshâb, mevcut olan bir şeyin aynı şekilde devam etmesi, diğer bir ifadeyle, daha önce varlığı bilinen bir durumun, aksine delil bulunmadıkça, varlığını koruduğuna hükmedilmesi şeklinde tanımlanır. Usulcülerin “Bekâu mâ kâne alâ mâ kân” sözleri bunu ifade eder. Istıshâb anlamını vermek üzere literatürde ‘asıl’, ‘en-nefyu'l-aslî (aslî yokluk)’, ‘ibâha-i asliyye’, ‘berâet-i asliyye’ gibi deyimler de kullanılır. Gazzâlî bu anlamı ifade etmek için ‘akıl’ terimini de kullanmış ve bu aklı ‘asli nefy’ olarak açıklamıştır. Hanefilere göre ise ıstıshâb bir hüccet olmayıp, yalnızca, delili ile sabit olmuş bir hükümde sonradan kuşku (şek) doğması durumunda kullanılabilir. Hanefilerin “ıstıshâb defi‘ hususunda hüccettir” sözlerinin anlamı budur. Istıshâbla irtibatlı olarak düşünülen iki temel ilke vardır. Bunlardan birisi “Eşyada aslolan ibahadır” ilkesi, diğeri de “Berâet-i zimmet asıldır” ilkesi. *Eşyada aslolan ibahadır ilkesi eşyada aslolan mubahlıktır. *Beraet-i zimmet asıldır” ilkesi ise, aksi yönde bir delil bulunmadıkça herkesin suçsuz ve borçsuz kabul edilmesi anlamındadır.

5) Mülhak Deliller Bağımsız delil olmaktan çok, Kur’an veya Sünnet’in veya her ikisinin bir uzantısı mahiyetinde olan önceki şeriatler, sahabî sözü ve Medine halkının uygulaması’dır.

A)Önceki Şeriatler (Şer’u Men Kablenâ) Kur’an’da ve Sünnet’te bazen eski şeriatlerdaki bazı uygulamalara atıf yapılır. Bu atıf, aynı hükmün Müslümanlar için de geçerli olduğunu bildirme şeklinde olabileceği gibi, onlara emredilen veya yasaklanan bir şeyin Müslümanlar için söz konusu olmadığını bildirme şeklinde de olabilir.

Ancak bilmek gerekir ki, hükmün sübutu eski şeriatlerin bir gereği olarak değil, Kur’an’ın yeni bir buyruğu sebebiyledir. Mesela “Ey iman edenler oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılınmıştır” ayetinde önceki şeriatlerde de orucun emredildiği belirtilmekte ve bu Müslümanlara da emredilmektedir. İkinci atıf ise önceki şeriatlerdeki hükmün kaldırıldığını gösterir. Meselâ yahudilere haram kılındığı bildirilen yiyeceklere ilişkin hükmün (En’âm 6/146), bir önceki âyetin delâletiyle müslümanlar hakkında geçerli olmadığı anlaşılmaktadır. Genel olarak Hanefî ve Maliki usulcüler, red ve inkar edilmeksizin Kur’an veya Sünnet’te eski şeriatlera ait olduğu bildirilerek yer alan hükümlerin Müslümanlar hakkında da bağlayıcı olduğunu kabul ederler.

B) Sahâbî Sözü Sahabî sözleri sonrakiler açısından dört şekilde ortaya çıkabilir: 1) Sahabîlerin görüş birliği (icmâ), 2) sahabîlerin görüş ayrılığı (ihtilaf), 3) bir sahabînin, sahabe arasında biliniyor olmasına rağmen bir muhalefetle karşılaşmamış sözü (sükûtî icmâ) ve 4) bir sahabînin sahabe döneminde yaygınlık kazanmayıp, sonraki dönemlerde yaygınlık kazanan sözü.

Sahabî sözünün hüccet olup olmadığı konusundaki görüşler iki grupta toparlanabilir. Birinci görüşe göre, sahabî sözü ister kıyasa uygun isterse aykırı olsun mutlak olarak hüccettir. İmam Malik bu görüşte olduğu gibi, Şâfii ve Ahmed b. Hanbel’den bu yönde bir görüş nakledilmektedir. Önde gelen Hanefi usulcülerden Ebû Bekr Razi Cessâs, Ebû Zeyd Debûsî, Serahsî ve Pezdevî bu görüştedir. *Sahabî sözlerinin tamamını değil, sadece kıyasa aykırı olanlarını hüccet sayan güçlü bir eğilim daha vardır. Sahabî sözünün kural olarak hüccet olmadığını savunan Kerhî de dahil olmak üzere bütün Hanefiler bu görüştedir. İkinci görüşe göre ise sahabî sözü kural olarak hüccet değildir. İçlerinde Ebu’l-Huseyn Basrî, Gazzâlî, İbnü’l-Hâcib ve Âmidî’nin bulunduğu çoğu kelamcı usulcünün tercihi bu yöndedir. Bu görüş sahiplerinin tutunduğu akli gerekçelerden biri, ‘sahabenin masum olmaması’dır. Sahabî sözünün hüccet olup olmadığı tartışmasının pratik sonuçları şu şekilde sıralanabilir. 1. Sahabî sözü hüccet kabul edildiği takdirde, kıyasa takdim edilmesi, yani sahabî sözü varken kıyasa başvurulmaması gerekir. 2. Sahabî sözü hüccet kabul edildiği takdirde bununla Kur’ân’ın umûmî ifadeleri tahsis edilebilir.

C)Medine Ehlinin Ameli Ahkam âyetlerinin büyük çoğunluğu Medine döneminde inmiş ve şer‘i hükümlerin tamamına yakını Medine’de belirlenmiştir. Medine halkı bu süreci Hz. Peygamberle birlikte yaşamıştır. İşte İmam Malik bu durumu dikkate alarak, Medine ehlinin uygulamasına bir değer atfetmiş ve onu hüccet olarak görmüştür. Kimileri Medine ehlinin amelinin huccet olmamakla birlikte “tercihe şayan” olduğunu; Kuzey Afrika Malikileri, Medine ehlinin ictihadının huccet olmakla birlikte ona karşı çıkmanın haram olmadığını; kimileri Medine ehlinin amelinin, ezan, kamet, sa‘ ve müd gibi tekrarlana gelen nakillere mahsus olduğunu; kimileri bütün nakillere şamil olduğunu; kimileri Medinelilerin rivayetinin diğerlerinin rivayetine takdim edileceğini; kimileri Medine ehlinin amelinin ictihad ve istidlal ile bilinmeyen konularda huccet olduğunu (Karafi); kimileri Medine ehlinin amelinin, ancak haberle bilinebilecek konularda huccet olduğunu (Ebu Bekir Ebherî) öne sürmüşlerdir.

YÖNTEMLER

1) Kıyas Sözlükte mukayese etmek, benzetmek, örneğine göre yapmak gibi anlamlara gelir. Kıyasın dört rüknü vardır. *asıl, *fer‘, *aslın hükmü *ortak illet @Mansus illet: Asıldaki hükmün konuluş gerekçesi açıkça belirtilmiş olmasına denir. @Müstenbat illet: asılda açıkça yer almayan ve fakih tarafından bulunup çıkarılacak olan illete denir. @Münasip vasıf: bir yarar sağlayan veya bir mefsedeti/zararı gideren vasıfa denir. Kıyasın meşru bir yöntem olduğu Sünnî ve Mutezilî usulcülerin geneli tarafından kabul edilir. Zahiriler ve Şia kıyası şiddetle redderler.

2)İstihsan İstihsan, sözlükte, güzel bulmak anlamına gelir.Hanefi usulcü ve fakih Serahsi istihsanın değişik tanımlarına işaret etmektedir. Bunlar, a) Kıyasın bırakılıp insanlara en uygun olanı almak, b) Özel ve genel herkesin karşı karşıya kalıp mübtela olduğu hususlarda hükümlerde kolaylığı talep etmek, c) Genişliği almak, sıkıntılı olanı terk etmek, d) Müsamahayı almak, rahatlık taşıyanı istemektir. Serahsi bu tanımlardan sonra, istihsanın gerçekte, bir kıyas olduğunu, celi (açık) fakat ‘eser’i (tesir) zayıf olana ‘kıyas’; hafî (gizli), fakat eseri kuvvetli olana ise ‘istihsan’ yani ‘güzel bulunmuş kıyas (el-kıyasu'l-mustahsen)’ denildiğini belirtir. Ana kuraldan ayrılmayı meşru kılan sebepler şunlardır: 1) Kurala aykırı olan bir nassın bulunması. Unutarak yiyip içmekle ilgili hadis buna örnektir. 2) İcmâın bulunması 3) Zaruretin bulunması. Bu sebeplere göre değerlendirdiğimizde karşımıza üç tür istihsan çıkar: a) Nass sebebiyle istihsan, b) icmâ veya teâmül sebebiyle istihsan c) zaruret sebebiyle istihsan. Kapalı kıyas sebebiyle yapılan istihsan da istihsanın dördüncü türü olur.

3)Istıslâh (Mesâlih-i Mürseleyi Dikkate Alma) Maslahat, asıl itibariyle, yararı sağlama (celb-i menfaat) veya zararı gidermeden (def-i mazarrat) ibarettir. Şer‘in amacını koruma’ anlamını kastettiğini belirtir. Şer‘in insanlara ilişkin olarak amacı, onların din, can, akıl, nesil ve mallarını korumak olmak üzere beş noktada toplanabilir. İşte bu beş temelin korunmasını içeren her şey maslahat, bu beş temeli ortadan kaldıran her şey de mefsedet olup, bu mefsedetin giderilmesi maslahattır.

Maslahatın Türleri Mahiyeti ve gücü açısından maslahatlar; 1. Zarûriyyât: Din ve dünya işlerinin varlığı için zorunlu olan ve bunlar olmadığı takdirde fesat ve kargaşanın doğacağı maslahatlardır. Beş aslın yani din, can, akıl, nesil ve malın korunması, 2. Hâciyyât: Kolaylık sağladığı için ihtiyaç duyulan, bulunmadığı takdirde genelde sıkıntı ve güçlüklere yol açan maslahatlardır. Denk biriyle ve eşdeğer mehirle evlendirmek şartıyla veliye küçükleri evlendirme yetkisinin tanınması bu türden bir maslahattır. 3. Tahsîniyyât: Bir zaruret veya ihtiyaca ilişkin olmamakla birlikte güzelleştirme, süsleme, kolaylaştırma, gündelik ilişkilerde, âdet ve muamelelerde en güzel yöntemlerin uygulanması kabilinden olan konular ise tahsiniyyat mertebesinde yer alır. Mesela temizlik ile ilgili hükümler, avret yerlerinin örtülmesi, necis olan şeylerin satımının yasaklanması, cihad esnasında kadınların, çocukların ve din adamlarının öldürülmemesi bu türden maslahatlardır. Şâri’in dikkate alıp almaması (Şer‘in itibar edip etmemesi)açısından ise maslahatlar;
1. Muteber maslahatlar: Şâri‘in dikkate aldığı ve o doğrultuda hüküm düzenlediği maslahatlardır. Mesela ‘Sarhoş edici her içecek veya yiyecek, şaraba kıyasla haramdır.
2. Mülğâ maslahatlar: Şâri‘in dikkate almadığı, geçersiz saydığı maslahatlardır. Mesela şarap elde edilmesin diye bağcılığın yasaklanması bu türden, geçersiz bir maslahattır.
3. Mürsel maslahatlar: Geçerli ya da geçersiz kılındığına ilişkin muayyen bir nassın bulunmadığı maslahatlardır.Maslahat-ı mürseleye göre hüküm vermenin caiz olup olmadığı usulcüler arasında tartışmalıdır. Daha çok İmam Malik ve Malikiler ile son dönemlerde Hanbelîlerin maslahat-ı mürseleye göre amel ettikleri, diğer ekollerin ve usulcülerin buna sıcak bakmadıkları yaygın bir kanaattir. Buna örnek olarak, mushafın yazılması, Ebu Bekr’in Ömer’i veliahd tayin etmesi, Ömer’in hilafeti bir şuraya devretmesi, divanlar oluşturması, para basması gibi hususlar gösterilmiştir.
4)Sedd-i Zerâi‘Kötülüğe giden yolun kapatılması demektir. Daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde işletilen bir yöntemdir.
 
Son düzenleme: