Aöf Dersleri Özetleri - Çıkmış Sorular - Sınav Soruları

AÖF Ders Özetleri Uygulamasına Hoş Geldiniz,Uygulamadan tam anlamıyla faydalanmak için üye olunuz.

Vize inkılap tarihi 1 vize özeti


#1
SİYASİ DÜZENLEMELER
SALTANATIN KALDIRILMASI
***Bu süreçte Mondros mütarekesi sonrası imzalanacak barış konferansında İstanbul hükümeti ile TBMM’nin beraber katılmasını isteyen ısrarcı olan Sadrazam Tevfik Paşadır.
***Erzurum milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ise şu sözleri söylemiş ve mecliste saltanatın kaldırılmasını savunmuştur: Türk milleti mukaddes davası için, değil İstanbul’dan cihandan bile fedakarlığın binde birini ancak görebilmiştir. İstanbul yönetimini de “hiç olmazsa üzerimize kuvvet gönderip kuvvetimizi (azaltmaya) sây etmeseydiler(çalışmasaydılar)” sözleriyle suçlamaktaydı. İstanbul Hükûmeti’nin Halifelik makamına papalık, patriklik gibi ruhaniyet atfettiklerini dile getirmiştir.
***Sinop milletvekili Dr. Rıza Nur Bey, Türk milletinin aslında 23 Nisan 1920’de kararını verdiğini, hâkimiyetin millete ait olduğunu, dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıldığını, yerine dinç ve millî bir Türkiye devleti doğduğunu ifade etmiştir.
***Doğu Cephesinin komutanı ve kahramanı Kazım Karabekir’ de İstiklal Harbi’nde düşmanın işini kolaylaştıranların(İstanbul hükümeti) bu gün de barış işini karıştırmak istediklerini ifade etmiştir.
***Mersin milletvekili Selahaddin Bey, bu konuda İstanbul hükümetine karşı olduğunun göstergesi olan fikirleri belirtmiş. Daha sonra sırasıyla Rauf Bey, Ali Fuat Paşa, Ali Fethi Bey gibi şahsiyetlerin söz almasından sonra İsmet Paşa’nın gerek İslam alemi gerekse ülke genelinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin, Türk milletinin gerçek temsilcisi olduğu kanaatinin umumi olduğunu belirtmiştir.
***Kasım 1922 tarihli oturumda ise Rıza Nur Bey’in teklifindeki altıncı madde; Hüseyin Avni Bey’in “tadil name” teklifini tartışmıştır.
***Mustafa Kemal Paşa’ya göre “Bütün Türkiye halkı bütün kuvvetiyle hilafet makamının dayanağı olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdani ve dini bir vazife olarak taahhüt ve tekeffül” etmekteydi.
***Burdur Milletvekili İsmail Suphi (Soysallıoğlu) ve İcra Vekilleri Heyeti Reisi Rauf Bey karar gününün(İstanbul’da ki şahsi hakimiyetinin kaldırıldığı gün) bayram olmasını teklif etmişlerdi.
***Saltanatın kaldırılması kararından sonra üzerinde sadece halife unvanı kalan Vahdettin’in kaçış gününe kadar İstanbul’da yaşananlar hakkında pek net tespitler yoktur. Vahdetinin kaçışı üzerine Abdülmecit Efendi en çok oyu alarak (148 oy) halife seçilmiştir.
Adım Adım Yeni Sisteme Geçiş
İkinci dönem Meclisin üyelerinin tamamına yakını Müdafaa-i Hukuk listesinden çıkmış olmakla birlikte ülkede bir takım işler gerçekleştirebilmek için halifelik - padişahlık gibi yaptıkları halk tarafından meşru kabul edilecek, sorgulanmayacak büyük makamların muhafazasını zorunlu gören milletvekili sayısı az değildi.

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
***Saltanatın kaldırılması ile hukuki zeminini kaybettiği, etkinliğinin “sözde” kaldığı yerli ve yabancı araştırmacılar tarafından kabul edilen, bu sebeple meclis içinde ve dışında tartışmalara konu olan hilafetin akıbeti cumhuriyetin ilanından sonra artık tamamen halife ve taraftarlarının davranışlarına bağımlı kalmıştır. Zira Mustafa Kemal Paşa, daha 1923 yılı başında “tarihi ve vicdani bir hatıra” olarak nitelediği müessesenin gerçek konumunun farkında olması hâlinde meselenin halledilmiş olacağının altını çizmişti.
***Gerçekten de cumhuriyetin ilanı üzerine gösterilen tepkiler ve muhaliflerin halifenin etrafında toplanmaları meselenin hallini hızlandırmaktan başka bir şeye yaramamıştır.
***Halife Abdülmecid Efendi’nin, saltanat dönemini andıracak, Cumhuriyet idaresine ters gelecek tavırlar takınmasında Türkiye Büyük Millet Meclisi adına İstanbul’da bulunan Refet Paşa ile olan samimi münasebetleri, Rauf Orbay ve Kazım Karabekir gibi şahsiyetlerin kendisini sık sık ziyaret etmelerinin katkısı yadsınamaz.
***İngilizlerin İnönü’ye gönderdiği ama daha İnönü’ye gitmeden İstanbul basınına sızan mektupla yeni devletin temel ilkesi olan tam bağımsızlığın hiçe sayılmasının yanı sıra yeni devlet içinde bir iktidar mücadelesinin odağı hâline hilafetin mevkiini takviye ederek muhafaza etmenin tavsiye edilmesi mevcut karmaşanın devamını istemekten başka bir şey değildi. Yeni devleti zaafa uğratacak bir iş birliği izlenimini kuvvetlendiren bu girişimin de Mustafa Kemal Paşa’nın meseleyi bir an evvel halletme kararında tesiri olmalıdır.
***Anlaşıldığı üzere halifeliğin devamına taraftar olanlar da artık sadece maneviyatla uğraşması gerektiğini kabul ve tasdik etmektedirler. Tarihçi, fikir adamı Yusuf Akçura da: “Hilafet, Türklerin elinde bulundukça, Türkiye devletinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin iktidarına kuvvetine dayandıkça herhalde bizim için faydalı olacak bir müessesedir. Fakat efendiler, bu şartlar böyle olmak lazım. Aksi taktirde bizim için ve bütün Alem-i İslam için faydalı olabilecek müessese, bizim için de bütün Alem-i İslam için de zararlı olabilir” diyerek dış müdahalenin yaratabileceği kargaşaya dikkat çekmekteydi.
***Meclis İstanbul basınında hilafet taraftarı ve cumhuriyeti tenkit edici yayınlarına karşı bir ihtar vermek üzere bir İstiklal Mahkemesinin İstanbul’a gönderilmesini 9 Aralık 1923 tarihli oturumunda kabul etti.
***Mustafa Kemal Paşa, yeni dönemde halledilmesi mecburiyet hâlini alan hilafet meselesi yanında eğitim yönetiminin birleştirilmesi ile Şeri’ye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılmasının da gerekli olduğuna karar vermişti. Mustafa Kemal Paşa’ya göre, Abdülmecid Efendi kendi konumunu bilmeli ve ona göre davranmalıdır, zira “Halife ve bütün cihan katî olarak bilmek lazımdır ki, mevcut ve mahfuz olan halife ve halife makamının hakikatte ne dinen ve ne de siyaseten hiçbir mana ve hikmet-i mevcudiyeti yoktur”.
***Bu arada İstanbul’a gönderilen İstiklal Mahkemesinde hepsi beraat eden gazeteciler 4-5 Şubat 1924 tarihlerinde İzmir’de Cumhurbaşkanı ile görüştüler. Bu bir nevi muhalif basın ile “barış” niteliğindeydi. Yargılanan gazetecilerden sadece Tevhid-i Efkar gazetesinin sahip ve başyazarı Velid (Ebuzziya) Bey’in alınmadığı toplantı da belli ölçüde bir fikir birliği oluştuğu anlaşılmaktadır. İkinci Ordu müfettişi olan Ali Fuat Paşa, Hilafet meselesinde “iki otoritenin aynı hudut içerisinde yaşayamayacağına göre derhal lağvı ve Osmanlı hanedanının Türkiye dışına çıkarılması gerektiğini” belirtmekteydi.
***Rektör ve dekanlardan oluşan heyeti İsmet Paşa, İzmir’e Mustafa Kemal Paşa’nın yanına götürmüştür. Burada yapılan görüşmelerde çeşitli konulardaki görüş alışverişi Cumhurbaşkanı’nın halifeliği kaldırmak hususunda “geç bile kalmışız” kanısına varmasıyla neticelenmiştir.
***1 Mart 1924 tarihli Meclisi açış konuşmasında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, üç hususun özellikle altını çizme ihtiyacı hissetmiştir: 1-Millet cumhuriyetin her türlü taarruzdan korunarak olumlu bir esasa tamamen bağlanmasını istemektedir. 2- Terbiye ve tedrisatın birleştirilmesi hususunda millet hemfikirdir. 3- İslamiyet’i asırlardan beri yapıldığı gibi siyaset vasıtası olmaktan çıkarmak ve yüceltmek çok lüzumludur.
***Vatan Gazetesi’nde Ahmet Emin Yalman’ın bir tespiti dikkat çekicidir: “Eski hanedan halife namıyla saltanat sürdükçe, kimse Cumhuriyetin bekasına itimat etmeyecektir. Hükûmetin yarını belli olmayan, yeni inkılaplar bekleyen bir memlekette kimse iktisadi faaliyetlere girişmeyecektir”.
***Nihayet 3 Mart 1924 tarihinde fier’iye ve Evkaf ile Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaletlerinin mevcudiyetinin uygun olmayacağı üzerinde durulmuştur. Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması ve bütün vakıfların millete aktarılıp öyle yönetilmesine karar verildi.
***Diğer taraftan kanun, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti’nin kaldırılarak, savaş ve barışta ordunun emir ve komutasını cumhurbaşkanına vekâleten yürütecek bir başkanlığın kurulmasını, reisin vazifesinde müstakil olmasını da karara bağlamaktaydı.
***Kendisini ılımlı liberal ve bununla beraber ebedi müthiş bir İslam birliği taraftarı olarak niteleyen ve tarihin bu azametini milletinde görmek istediğini belirten bağımsız milletvekili Zeki Bey, bu kanunla” millî geleneklerin ani surette sarsılmak ve yıkılmak” istendiğini iddia etmiştir. Buna mukabil Afyon Milletvekili İzzet Ulvi Bey, hilafetin imaretten hükûmetten ayrı bir şey olmadığını, eğer bu makam kalırsa bir gün mutlaka saltanata gideceğini, zira tarihte hükûmetsiz halife olmadığının altını çizmiştir.
***Tartışmalar sürecinin en açıklayıcı ve ikna edici konuşması Adliye Vekili Seyyid Bey’den gelmiştir. Halifeliğin kaldırılmasını İslam tarihinde hatta sosyal olaylar arasında büyük bir inkılap olarak tanımlayan Seyyid Bey, yapılan işin bilerek gerçekleştirilmesinin, kalplerde şüphe kalmamasının esas olduğunun altını çizmiştir. Hilafetin dinî olmaktan çok dünyevi ve siyasi bir mesele olduğunu, hilafetin hükûmet manasında, zamanın gereklerine tâbi ve doğrudan doğruya millet işi olduğunu, dolayısıyla dinin temel kaynağı Kuran’da hilafet müessesesi ile ilgili ayet olmadığını Arapça kaynak eserleri kullanarak ortaya koymuştur. Peygamber zamanından ve İslam tarihinden örnekler veren Seyyid Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükûmeti ile meşveretin, hilafetin asli manasında gerçekleştirildiğini, ayrıca bir halifeye şer’i bakımdan gerek olmadığına dikkat çekmiştir.
***Türkiye Büyük Millet Meclisinde halifeliğin kaldırılması sırasında yapılan tartışmalardaki kafa karışıklığını gideren müdahalelerin sahibi Adliye Vekili Mehmed Seyyid Bey, İzmir milletvekilidir.
***Halifeliğin kaldırılmasına gerek yurt dışında gerekse yurt içinde bir takım tepkiler olmuştur. Ancak bunlar uzun ömürlü olmamış kısa bir süre sonra gündemden düşmüştür. Halifeliğinin devamını sağlamak için bizzat Abdülmecid’in yayımladığı beyanname ve yaptığı dolaylı temaslar netice vermemiştir. Yeni halife adayları da görülmüş, 5 Mart’ta Hicaz Kralı Hüseyin halifeliğini ilan etmişse de Hindistan Müslümanları dahil kimseden destek bulamamıştır. Mısır Kralı Fuat ve Afgan Kral’ının, Fas Sultanının adaylıkları söz konusu olmuş ancak hiçbirisi genel kabul görmemiştir. Abdülmecid Efendi de 23 Ağustos 1944’te Paris’te vefat etmiştir. Bütün dünyayı büyük ölçüde sarsan İkinci Dünya Savaşı’ndan henüz çıkıldığı bu sıralarda ölümü herhangi bir yankı yapmamıştır. Ailesi vasiyeti dolayısıyla İstanbul’a defnedilmesini istemişse de sonuç alamamış, 1954 yılında Medine’ye gömülmüştür. Saltanattan sonra hilafetin de kaldırılması geleneksel toplum yapısına sahip Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırma mücadelesinin önünü açmıştır. Birbiri ardınca gerçekleştirilecek inkılaplara, toplumsal muhalefeti harekete geçirerek engel olmaya çalışacakların kullanabilecekleri en önemli koz ortadan kaldırılmış oluyordu. Bütün bu adımlarla birlikte millî, laik, demokratik ve çağdaş devleti kurmanın hukukî zemini tamamlanmıştır. Böylelikle Türk milletinin 23 Nisan 1920 tarihinde başladığı millî hâkimiyet mücadelesi tam anlamı ile kanunlaşmış, esasları belirlenmiştir. Türk milleti; eskimiş, işlevini yitirmiş müesseselerden kurtularak çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma mücadelesine tüm hızıyla girmiştir. Bu yolda aynı hızla ilerlemek millî hâkimiyet esasını destekleyecek devleti ve milleti ileri götürecek yeni düzenlemelerle mümkün olacaktır. Bu büyük atılımın temel şartı siyasi ve içtimai terbiyeyi geliştirmek ve vatan sevgisini canlı tutmaktır. Zira bu hususlarda eksiklik millî egemenliğin zaafına sebep olacaktır.

************************************************** ************Türkiye Cumhuriyeti’nde Temel Politikaların Ortaya Çıkışı (1923-1938 Dönemi)
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ŞEKİLLENMESİ (1923-1938 DÖNEMİ)
Osmanlı saltanat kaldırılmasıyla başlayan ve hilafetin kaldırılmasından sonra birbiri ardına yapılan temel hukuki, siyasi ve kültürel düzenlemeler ile yeni Türk devletinin şekli berraklaşmıştır.
Yeni Anayasa Rejimi: 1924 Anayasası
23 Nisan 1920 de yeni Türk devleti resmen kurulmuştur. (TBMM) Yeni Türk devletinin yapısının ana ilkeleri Teşkilat-ı Esasiye Kanunuyla ortaya konulmuştur. 20 Nisan 1924 anayasası 1960 a kadar yürürlükte kalmıştır.
İlk maddesi, Devletin vasfı olan cumhuriyetçiliğin değiştirilmeyeceğidir. Teklif dahi edilmeyeceğidir. Anayasa, millî egemenliği devletin ve sistemin temeli olarak kabul etmiştir. Yasama ve yürütme meclisin elinde olmuş.
Yargı millet adına bağımsız mahkemelere verilmiştir. Anayasa kanun karşısında eşitlik ilkesini öne çıkararak din, vicdan, söz, yayın, seyahat çalışma ve mülk edinme hürriyeti gibi klasik insan hukuku esaslarını garanti altına almaktadır.

1923-1938 DÖNEMİNİ ŞEKİLLENDİREN SOSYAL VE
EKONOMİK YAKLAŞIMLAR
Eğitim anlayışı:
Hükûmetin en mühim vazifesi olarak eğitimi gösteren Gazi Mustafa Kemal, milletin hâline, ihtiyacına, asrın gereklerine uygun bir eğitimin lüzumunu belirtmiştir. Yetişecek nesillere, her şeyden önce, “Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, millî geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmesi gerektiği öğretilmeliydi”. Temelde “mevcut cehaleti izale etmek” yani okuma, yazma, vatanı, milleti, dinî, dünyayı anlayacak kadar coğrafi, tarihi, dinî ve ahlâkî malûmat vermek ilk aşamayı teşkil edecekti. Bunun bir ileri aşaması memleketin muhtaç olduğu çeşitli hizmet ve sanat erbabını yetiştirmek ve yüksek tahsile aday hazırlamak için orta tahsilde ameli ve tatbiki eğitim verilmeliydi. Böylelikle millî kültürün yükseltilmesi gerçekleşecektir. Bütün bunların yanı sıra kadınlarımızın da aynı tahsil devrelerinden geçerek yetişmeleri bir esas olarak tespit edilmişti.
Türk ve İslam milletlerinin ilim, kültür, sanat ve teknoloji sahasındaki geri kalmışlığı ve neredeyse tamamının emperyalist güçlerin sömürgesi hâline gelmesindeki en önemli etkenin eğitim ve öğretimdeki yetersizlikten kaynaklandığını düşünen Mustafa Kemal, istiklal harbinin en sıkışık zamanları olan Kütahya Altıntaş Muharebeleri sırasında maarif kongresi toplayarak eğitime verdiği önemi göstermişti.
Eğitmen kursları: 1936 yılında Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan döneminde köy okullarına öğretmen yetiştirmek amacıyla açılan kurslardır. Askerliğini erbaş olarak yapan ve okuma yazma öğrenen köy çocukları sekiz aylık bir eğitimden sonra az nüfuslu köylere öğretmen olarak atanıyorlardı.
Vatandaş İçin Medeni Bilgiler Kitabı: Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan ve Cumhurbaşkanlığı umumi kâtibi Tevfik Bıyıklıoğlu’nun yardımlarıyla hazırlattığı, devlet, demokrasi ve vatandaşlık gibi temel hususlardaki görüşlerini yansıttığı, okullarda gençlere vatandaşlık bilgisi vermek üzere hazırlanan ders kitabı.
Osmanlı Devleti’nden devralınan en yüksek eğitim kurumu Darülfünundur. Millî Mücadele sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisine destek veren, Mustafa Kemal Paşa’ya ve İsmet Paşa’ya fahri doktora veren Darülfünun’un ülkede gerçekleştirilen siyasi ve sosyal değişim ve düzenlemelerde destek vermemesi, Adeta nötr kalması kurumu idari ve ilmî manada yetersizlikle eleştirenlerin yanına siyasileri de katmıştır.
Üniversite reformuna paralel olarak Ankara’da 1936’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Fakülte Atatürk’ün söz konusu alanlardaki büyük desteğiyle gelişen bilimsel araştırma ve yayınlar vasıtasıyla toplum bilincine büyük katkılar sağlamıştır. Bu fakülte 1930’lu yıllarda yine Ankara’da kurulan Ziraat, Tabii İlimler fakülteleriyle Ankara Üniversitesinin temelini oluşturacaktır.
Din anlayışı:
Atatürk, Cami ve mescitlerden halkı aydınlatıp yol gösterecek mesajlar verilmelidir. Bu mesaj “halkın anlayabileceği lisanla” ruh ve dimağa hitap olunmakla verilecek, böylece “ehl-i İslâm’ın vücudu canlanacak, dimağı şahlanacak, imanı kuvvetlenecek, kalbi cesaret” bulacaktır. Halkın anlayacağı dilden yapılan konuşmaların kötüye kullanımı mümkün olmayacak, binaenaleyh inkılaplara karşı dinî kullanarak muhalefet etmenin önü alınmış olacaktı.
Atatürk, ilim ve fenni herkes için istemektedir. Cumhuriyetin sonsuza kadar yaşamasını “Fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek ahlaklı” nesillerin yetiştirilmesine bağlı gören Atatürk, bu görevi verdiği öğretmenlere “ilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız” diyerek, bu hususta hiçbir kayıt ve şart tanımadığını vurgulamaktadır.
Askerî zaferi eğitim, iktisat ve kültürel yönden desteklemek gerekmektedir. Halkın her şeyden evvel temel ihtiyaçlarının giderilmesi işindeki iyileşmeye bakacağı gerçeği ile Atatürk, getirilen yeniliğin maddi ve fikri desteklerle ayakta tutulması gereğinin farkındadır. Bunun için ilk adımda eğitimin “maddi hayatta muvaffak olmayı temin eden” günlük hayatta geçerli ve kullanışlı olması”, savaşta cephede ön safta yer alan subayların eğitim ordusunda da görev yapması esas alınmıştı. Muhtemeldir ki vatandaş Cumhuriyet devri eğitiminden maddi hayatında yararlanırsa sistemi daha iyi değerlendirecek, ona sahip çıkacaktır. Modern dünyada hakikaten millete kurtuluş temin edecek tek şey iktisadi ve kültürel gelişmeyi sağlamak olarak görülmüştür.
İktisadi hayat anlayışı:
Ekonomik bağımsızlık olmadan savaş meydanlarında kazanılan zaferlerin eksik kalacağının bilinci ile bu sahada da bir Millî Mücadele başlatılmıştır. Bu mücadele de bir misak (yemin) çerçevesinde örgütlenmek istenmiştir: Misak-ı İktisadi.
Türkiye İktisat Kongresi: 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında askerî başarıların nasıl ekonomik bağımsızlıkla taçlandırılabileceğini görüşmek üzere çiftçi, tüccar, sanayici, işçi, amele, bürokrat, asker gibi toplumun her kesiminden 1135 delegenin katılımı ile yapılmıştır.
1. Türkiye halkı tahribat yapmaz imar eder.
2. Türkiye halkı vakit, servet ve ithalatta israf yapmaz, kullandığını kendi üretir.
3. Türkiye halkı hırsızlık, yalancılık ve tembelliğe düşmandır, faydalı yenilikleri severek kabul eder, mukaddesatına, vatanına karşı olanlardan nefret eder.
4. Türkler her yerde hayatını kazanacak şekilde yetişir, irfan ve marifet aşığıdır.
5. Taassuptan uzak dindarâne bir sağlamlık esastır. Kandili aynı zamanda kitap bayramı olarak bilir ve değerlendirir.
6. Türk serbest çalışmayı tercih eder, tekelciliğe karşıdır.
7. Türkiye halkı ormanlarını evladı gibi sever, orman yetiştirip madenlerini kendi işletir.
8. Sağlıklı bir çoğalma ilk tercih olmalıdır. Sağlığı korumak, spor yapmak, hayvanları sevmek, cinslerini geliştirmek ve çoğaltmak için çalışır.
9. Türk halkı yabancı sermaye düşmanı değildir. Kendi dili ve kanununu kullanmayan müesseselerle çalışmaz.
10. İlim ve sanat hayatını yenilik esası üzerine tesis eder.
11. Meslek ve sanat erbabı birlikler oluşturarak dayanışma yapar.
12. Türk aileleri çocuklarını misak-ı iktisada göre yetiştirir.
13. Türkiye halkı, millî hâkimiyet esasından vazgeçmez.
14. Türkiye dünyanın, barış, gelişmesi için temel bir unsurdur.


HALKA GİDİŞ VEYA ATATÜRK’ÜN YURT GEZİLERİ
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk yukarıda işaret edilen siyasi, idari, ekonomik ve sosyal değişim ve dönüşümü bir numaralı muhatabı olan halka anlatmak, benimsetmek ve yöneticileriyle birlikte yürümesini sağlamak için ülkenin her yanına geziler yapmıştır:
Atatürk yurt gezilerinde daima yapılan yenilikleri halka kendi aktarmaya özen göstermiştir.
16 Mart 1923’te Adana Türk Ocağında çiftçilere hitap ederken şahsına gösterilen samimi ilgi ve sevgiden dolayı minnettarlığını belirttikten sonra: “...Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki şeref hiçbir vakit bir adamın değil, bütün milletindir
Bu gezilerin çok yönlü işlevlerini:
• Devlet yöneticileri ile halkı kaynaştırarak devlet halk bütünleşmesini sağlamak,
• Halkın sıkıntılarını ve beklentilerini yerinde görmek, ilk ağızdan dinlemek,
• Halka, yöneticilerinin onunla bir ve beraber olduğunu göstermektir. Tespit edilecek meseleleri yürütme makamının dikkatine sunarak devletin sorun çözmesine katkı vermek.
• Geziler esnasında basın-yayın organlarına verilen demeçler vasıtasıyla hem iç hem dış kamuoyunu bilgilendirmek,
• Yapılmakta olan ve yapılacak işlerde asıl muhatabın halk olduğunu herkese göstermek şeklinde sıralayabiliriz.

1925 yılı Kastamonu gezisi- Şapka kanunu
1925 tarihli Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin kapatılması, türbedarlıklar ve bir takım unvanların yasaklanması,
1926’da Medeni Kanun’un kabulü,
1928 uluslararası rakamların kabulü
1928 tarihli Türk Harflerinin kabulü
1930 kadınların oy kullanmaları
1934 kadınlara milletvekili seçilme hakkının verilmesi,
1934 Soyadı Kanunu

SİYASİ İNKILAPLARA KARŞI İLK TEPKİLER
Türk millî mücadelesiyle düşmanın ülkeden çıkarılmasından sonra devlet yapısı ve anlayışında da son derece önemli değişme ve gelişmelerin yaşanmış olması, mücadele için birlikte yola çıkan kadrolar arasındaki görüş ayrılıklarını derinleştirmişti. Bu ayrılıkların hilafetin kaldırılmasından sonraki dönemde farklı partilerde siyasi mücadele sahnesine taşındığını görmekteyiz. Meclisteki siyasi ayrılıklar Mustafa Kemal Paşa’nın seçimlere katılmasını engelleyecek mahiyette kanun teklifleri vermeye kadar ilerlemiştir.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Kuruluşu
Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy gibi hem ordu müfettişi hem de milletvekili olan şahsiyetler ordu müfettişliğinden istifa ederek meclis çalışmalarına katıldılar. Bu da ordu ile siyasetin ayrılmasının son aşaması (tamamlanması)oldu böylece.
1 Kasım 1924 tarihi itibarıyla Genelkurmay başkanı Fevzi Paşa ile birlikte 1. 2. 3. 5. kolordu kumandanları milletvekilliğinden istifa ettiler. Ancak 3.Ordu müfettişi Cevat Çobanlı ile 7. Kolordu kumandanı Cafer Tayyar Paşa milletvekilliğinden istifa etmeyi kabul etmediler. Bu kumandanların askerî görevlerine son verildi.
Refet bey Meclis başkan vekilliklerinden birine kaydırıldığı için bakanlık görevinden istifa etti. Dahiliye vekili Recep Peker’in bu bakanlığa vekalet etmesi kararlaştırıldı.
Muhalefet 17 Kasım 1924 tarihinde Kazım Karabekir Paşa’nın başkanlığında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası olarak resmîleşti. Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar Paşalar, Rauf, Dr. Adnan Adıvar, Feridun Fikri, Halis Turgut Bey gibi tanınmış kişiler de kurucu olarak partide yer alıyorlardı. Amaçlarını iktidar olmak değil, iktidarı denetlemek olarak açıklayan, her türlü tahakküme karşı olduklarını belirten yeni parti yöneticileri, dinî inanç ve görüşlere saygılı olduklarının altını çiziyorlardı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, yerinden yönetim ilkesini destekleyen, liberal, demokratik ilkeleri öne çıkaran programıyla dikkat çekmiştir. Diğer yandan tek dereceli seçim, anayasa değişiklikleri için kamuoyu yoklaması, Cumhurbaşkanının tarafsızlığı gibi hususlarda beklentilerini ve mevcut uygulamaya eleştirilerini ortaya koymuşlardı. Ancak birbiri ardına gerçekleştirilen sosyal ve kültürel hayata dönük inkılaplardan rahatsızlık duyan, geleneksel anlayışa sahip toplum kesimlerinin bu partide yoğunlaşmalarına yol açmıştır.

Bu arada da Doğu Anadolu’da Şeyh Sait isyanı patlak vermiş. Gerekli illerde 1 aylık sıkıyönetim ilan edildi. (Bu ilanı yapan hükümet, Fethi Bey Hükümetidir.) Aynı gün hıyanet-i vataniye kanunun 1. Maddesi değiştirip şu ekleme yapıldı: “dinî siyasi amaçlar doğrultusunda kullanmak suretiyle cemiyetler kurmak yasaklanmış, bu gibi cemiyetleri kuranlar veya bu cemiyetlere girenler, dinî veya dince kutsal sayılan şeyleri kullanmak suretiyle hükûmet şeklini değiştirmek, bozmak ve devletin iç güvenliğini sarsarak halk arasında bozgunculuk çıkarmak isteyenler vatan haini sayılmışlardır.”
Tüm bu tedbirler yeterli görülmediğinden Fethi Bey Hükümeti İstifa etmiş yerine İsmet Paşa Hükümeti Geçmiştir. Bu hükümet Takriri Sükun kanunu çıkarmış, Ankara ve doğu istiklal mahkemeleri harekete geçirilmiş, Terakki Perver Cumhuriyet Fırkasının Diyarbakır temsilciliği kapatılmış. (isyanla gerekçesi olduğu için.) Ankara İstiklal Mahkemesinin ‘düşünce ve inançlara saygılı olmak prensibi kullanılarak dinin siyasete alet edildiği’ uyarısı üzerine hükûmet de 3 Haziran 1925’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kapatmıştır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının üst düzey yöneticileri 1926’da ortaya çıkan İzmir Suikastı ile ilişkili görülerek İstiklal Mahkemesinde yargılanmış ama hepsi beraat etmiş. Bu sırada Rauf Orbay Bey ise yurt dışında idi. O da onlara dahil idi ama.

Şeyh Sait İsyanı
1.Dünya savaşı yıllarında Rusların kışkırttığı, Doğu Anadolu da devlet otoritesine isyan eden, devlet otoritesine karşın Ruslara sığınan, hem dini hem etnik hassasiyeti istismar eden Şeyh Sait 19255 yılında, bu isyanı başlattı.
Bu isyan musul meselesiyle ilgilendiğimiz sırada ortaya çıktı.
İsyancılar, Hükûmetin bölge insanlarını katledeceği, yapılan düzenlemelerle dinin elden gittiği propagandası yapmışlardır. İsyancılar, kendilerinin Kürdistan’da hükûmet kuracaklarını, eski sistemi, hilafet ve saltanatı geri getireceklerini vaat etmişler, “mahvolmaya doğru götürülen İslâm’ın ihyasına Şeyh Sait’in Cenab-ı hak tarafından memur edildiği” iddialarıyla en hassas yerinden yakaladıkları saf halkı olaya dahil etmeye çalışmışlardır. İsyan kısa sürede yayılınca, hükümet başta Diyarbakır olmak üzere çevredeki il ve ilçelerde sıkıyönetim ilan etti, Bu arada hıyaneti vataniye kanununa ilave yapılmış: “dinî siyasete alet etmek suretiyle cemiyet kurmak yasaklanmış, bu cemiyetlere girenler, söz konusu amaçlar doğrultusunda çalışanlar, devletin şeklini değiştirmek, iç güvenliğini sarsıp bozmak gibi faaliyette bulunanlar vatan haini sayılmışlardır.”(ismet paşa hükümeti)
3. Ordu birlikleri bu isyanda aktif rol oynamış, ve isyancıları temizlemiş, 15 nisanda şeyh saiti ele geçirip isyana son vermiştir. İsyancıların yargılanmasını Doğu İstiklal Mahkemesi yapmış, 21 Mayıs-28 Haziran tarihleri arasındaki yargılamalardan sonra elebaşları da dahil olmak üzere 49 kişinin, dinî etnik kökenli bir devlet kurmak için kullanarak pek çok suçsuz vatandaşın ölümüne sebep oldukları yağma ve hırsızlık yaptıkları gerekçesiyle idamına karar verilmiştir. Bunlardan iki kişinin cezası hapse çevrilmiş diğerlerinin cezaları infaz edilmiştir.


İzmir Suikastı
Şeyh Sait İsyanından sonra meydana geldi. Atatürk’e bir suikast girişimidir. Gerek şahsi çekememezlik, kin ve haset gerekse siyasi fikir ayrılıkları dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa’ya karşı olanlar siyasi mücadele yoluyla çalışmalarına engel olamayınca işi suikasta kadar götürmüşlerdi. Hazırlık aşamasında bir vesile ile gelişmelerden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticilerinin haberdar olması girişimi erteletmiştir. Ancak çoğu Atatürk’ün Millî Mücadele dönemindeki yakın çalışma arkadaşları olan bu şahsiyetlerin olayı ciddiye almadıkları gerekçesiyle resmî makamları haberdar etmemeleri onların da olaya dahil oldukları şeklinde yorumlanacaktı.
Suikast yeri olarak, Atatürk’ün arabasının yavaşlayacağı yer olan kemeraltı seçilmiştir.
Bu suikastin 3 tetikçisi de Ziya Hurşit, Laz İsmail, Gürcü Yusuf ve Çopur Hilmi idi.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının ileri gelen yöneticileri bu olayda suçsuz bulunmuş sadece Rauf Bey gıyabında ceza almıştır.

Takrir-i Sükûn Kanunu ve Rejimi
Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması sırasında takriri sükun kanunu çıkarıldı. 1929 a kadar devam etti. Hükûmete rejim, ve inkılaplar aleyhinde her türlü karşı faaliyeti engelleme yetkisi veren bu kanun çerçevesinde sosyal yapı düzenlemelerinin hemen hepsi gerçekleştirilmiştir. Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, Şapka İnkılabı, Medeni Kanun, Hukuk alanındaki yenilikler, Harf İnkılabı bunlardan bazılarıdır.

Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı
Türkiye’deki siyasi durumun öngörülen çok partili demokratik ortama kavuşmasını sağlamak, millet işlerinin hükûmetin millet tarafından dolaylı kontrolü ile yürümesine imkân tanımak, mecliste bir muhalefet partisinin faaliyet göstermesinin halkın durumunun iyileştirilmesine katkı sağlayabileceğini düşüncesi, bu partinin kurulma sebepleridir.
Fethi Okyar, Ahmet Ağaoğlu gibi liberal anlayışlı siyasilerin yer alacağı bir parti hem hükûmetin kendine çeki düzen vermesini sağlar hem de demokrasi kültürünün yerleşmesine katkıda bulunabilirdi. Partinin Finansmanı ve Meclis içinden desteğini de sağlayan Atatürk bu projeye desteğini göstermek için kız kardeşi Makbule Hanım’ı ve yakın arkadaşı Nuri Conker’i de kurucular arasında görevlendirdi. Yeni partinin kurucularıyla laiklik ve cumhuriyetin devamlılığı konusunda hemfikir olduklarını vurgulayan mektuplaşmadan sonra 12 Ağustos 1930 tarihinde kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası, Türk siyasi hayatına canlılık katmasına karşın çok uzun ömürlü olamamıştır.
Atatürk’ün çok partili hayatın yerleşmesine verdiği önem dolayısıyla iki parti arasında hakem rolünü benimsemesi halkın desteğini belirgin şekilde yeni partiye yönlendirdi. Ancak onun demokratik kültürün yerleşmesi için çabalamasına karşılık ortaya kısır parti çekişmeleri çıktı. Yeni partinin hızla gelişmesine karşın Atatürk’ün tarafsızlığını koruması Cumhuriyet Halk Partisi ileri gelenlerini iktidarın ellerinden gitmekte olduğu konusunda endişelendirdi.
İki parti arasında “millî blok” sistemi kurarak çok partili hayatı bir ölçüde devam ettirmek isteyen Atatürk’ün Halk Fırkasına yardım etmek ihtiyacı hissettiğini gören Serbest Fırka yöneticileri 17 Kasım 1930’da partinin feshi kararını aldılar. Üç aylık Serbest Fırka deneyimi hem iktidar hem de muhalefetteki politikacıların eleştiriye tahammülü öğrenemediklerini göstermesi bakımından dikkat çekici bir tecrübe olarak demokrasi tarihimizdeki yerini almıştır.

Menemen - Kubilay Olayı
Manisa’da bir müddet faaliyet gösterdikten sonra 23 Aralık sabahı erkenden Menemen Çarşı Camiine gelerek mehdi olduğu iddiasıyla cami cemaatine propaganda yapan derviş Mehmet ve adamları şeriat ilan edeceklerini belirterek halkı kendilerine katılmaya zorlamışlardır. Kısmen merak ederek bekleşen, kısmen de silahla tehdit ederek etraflarına topladıkları kalabalığı yeterli gördüklerinde belediye meydanına çıkarak yeşil bayrak açıp “şeriat” ilan etmeye kalkışmışlardı.
Gelişmelerin duyulması üzerine ilk olarak Menemen’deki 43. Piyade Alayı kumandanlığında görevli öğretmen yedek subay Mustafa Fehmi (Kubilay) isyancılara engel olmaya çalışmıştır. Ancak yeterli askerî hazırlık yapmadan olay yerine gittiğinde yaptığı uyarıları dinlemeyen asilerin kurbanı olmuştur. Kubilay, Cumhuriyet inkılabının ilk şehidi olmuştur. Olayı Kubilay’ın şahsında cumhuriyete karşı girişilen bir suikast olarak gören devlet yönetimi Menemen ile Aydın ve Balıkesir’in merkez kazalarında sıkıyönetim ilan edilmiştir. II. Ordu kumandanı Fahrettin Altay’ın sıkıyönetim komutanlığına getirildi. Gerekli önlemler sonrası asıl suçluların infazı mecliste onandı. Hükûmetin, arkasında dinî, siyasî veya sosyal tahrikler ve iş birlikçiler olup olmadığı konusunda titiz incelemeler yaptığı bu olay halkın henüz kolaylıkla istismar edilebilecek durumda olduğunu gösterdiği gibi, eski rejim yanlılarının da hâlâ aktif olduğuna dikkat çekmiştir.

CUMHURİYETİN HALKA GİDİŞ MÜESSESELERİ: HALKEVLERİ
İnkılabın halka mal edilmesi, derinleştirilmesi ve halkın eğitilmesi için herkesin rahatlıkla çalışmalarına katılabileceği yaygın bir teşkilat olarak halkevleri kurulmuştur. Halkın eğitim seviyesini yükseltmeyi esas amaç edinen hükûmetin 11 Kasım 1928 tarihli kararı ile başlatılarak “Türk halkını okuyup yazmağa muktedir bir hâle getirmek, ana bilgiler kazandırmak” temel hedefi ile çalışmalar yapan Millet Mekteplerinden sonra ikinci büyük hamle olan halkevlerinin 1932 yılında başlayan müesseseleşmesi halkın siyasi, idari ve genel kültürüne önemli katkılarda bulunarak gelişmesine devam etmiştir. Ayrıca şu amaçla da halkevleri kurulmuş: Türkiye Cumhuriyeti ilk çağlardan beri birçok medeniyetin geliştiği bir coğrafya üzerindeydi. Anadolu’da eski medeniyetlerden kalma çok sayı da tarihî değere sahip eser vardı. Bunların korunması, meydana çıkarılması ve gelecek nesillere aktarılması için sistemli çalışan ülke sathına yayılmış bir teşkilatın gerekliliği hissedilmekteydi. Ayrıca sanatı geliştirmek, sanatkârı himaye altına almak, sağlıklı ve gürbüz nesiller yetiştirmek, köyle şehir arasındaki kültürel ve ekonomik farklılıkları gidermek, halkı hurafelerden kurtarıp onları modern bir zihniyetle yetiştirmek, yeni rejim için tehdit unsuru olabilecek bazı düşüncelerin gelişme olanağı bulduğu çeşitli sivil toplum örgütlerini kontrol altında tutmak gibi hususları da halkevlerinin kuruluş sebepleri arasında saymak mümkündür.

Dil, Edebiyat, Tarih Şubesi
Muhitin genel bilgisini yükseltmeye yarayacak konularda sohbetler ve konferanslar düzenlemek, Türk dilinin bugünkü yazı ve edebiyatta kullanılmayan fakat halk arasında yaşayan kelimeleri, terimleri ile eski millî masalları, atasözlerini, araştırıp toplamak, anane ve âdetleri incelemek, dergi çıkararak veya çıkarılmakta olan dergiler aracılığıyla yukarıda belirtilen çalışmaları yayımlamak, yeni yetişen gençler arasında yetenekli olanları desteklemek ve onların ilerlemeleri için gerekli çareleri aramak bu şubenin görevleri arasındadır

Güzel Sanatlar Şubesi
Musiki, resim heykeltıraşlık, mimarlık ve süsleme sanatları gibi alanlarda sanatçı ve amatörleri bir arada toplamak, genç yetenekleri korumak, halk için genel müzik akşamları düzenlemek, halkın musiki zevkini arttırmak ve yükseltmek, mümkün olan yerlerde güzel sanatlar kursu açmak, halkın millî marşları ve şarkıları öğrenmesine yardım etmek, millî bayramlarda bu marş ve türkülerin milletçe bir ağızdan söylenmesini temin etmek, köylerde ve aşiretlerde söylenen millî türkülerin nota ve sözleriyle millî oyunların ahenk ve tarzını tespit etmek Halkevi Güzel Sanatlar Şubesinin görevleri arasındadır.

Temsil Şubesi
Tiyatro sanatına heves ve yeteneği olan kadın ve erkek üyelerden bir temsil grubu oluşturmak, umumi idare heyetince tercih edilecek veya yeniden teklif ettirilecek piyesler temsil ettirmek Temsil Şubesinin görevleri arasında yer almaktadır.

Spor Şubesi
Bu şube Türk halkında spor ve beden hareketlerine sevgi ve ilgi uyandırıp bunları bir kütle hareketi, millî bir faaliyet hâline getirmeye katkı sağlamayı amaç edinmiştir.

Sosyal Yardım Şubesi
Çevrede yardıma muhtaç kimsesiz kadınlar, çocuklar, sakatlar, düşkün ihtiyar ve hastalarla ilgilenmek; mevcut hayır cemiyetlerinin faaliyetlerinde çalışmak; kreş, öğrenci yurtları, işçi tedavi yurtları gibi sosyal yardım kurumlarının çalışmalarını hızlandırmak; hapishanelerde bulunan muhtaçları gözetmek; fakir öğrencilerin elbise, yemek ve barınmalarıyla ilgilenmek; tedaviye muhtaç hastaların tedavilerini sağlamak; köylerden gelen fakirleri şehir ve kasabalarda barındırmak; hasta olanları n tedavilerini sağlamak ve işsizlerin iş bulmalarına aracılık etmek bu şubenin görevleri arasındadır

Halk Dershaneleri ve Kurslar Şubesi
Bu şube her türlü okuma yazma ve yetiştirme hareketlerinin ilerlemesini temin ve himaye eder; okuma yazma öğretmek, yabancı dil ve fen dersleri vermek, sanat öğretmek ve günlük hayat bilgilerini geliştirmek için kurslar açar; özel kurumların açtığı kurslara yardım eder.

Kütüphane ve Neşriyat Şubesi
Her halkevinin bulunduğu yerde bir kütüphane ve bir okuma odası açmak zorunluydu. Bu kütüphaneler CHP yayınlarıyla, bağışlarla, doğrudan satın alma suretiyle zenginleştirilecektir.

Müze ve Sergi Şubesi
Çevredeki tarihî eser ve abidelerin iyi korunması hususunda resmî makamları aydınlatır. Bulunduğu yerde resmî müze varsa onları zenginleştirmeye, yoksa bunların kurulmasına çalışır. Tarihî eserlerin ve üzerindeki yazıların fotoğraflarını alır. Tarihî kıymeti olan eski yazılar, ciltler, tezhipler, divanlar, minyatürler, çiniler, halılar ve nakışlar gibi millî kültür vesikalarıyla eski millî kıyafetler ve diğer millî etnografya vesikalarını toplamaya çalışmak suretiyle mahallî müzelerin zenginleşmesini sağlar.
Köycülük Şubesi
Halka doğru gidiş politikalarının en önemli aracı olan halkevlerinin en etkin olması beklenen şubesidir. Köylülerin sıhhî, medenî, kültürel gelişme ve ilerlemesine, köylü ile şehirli arasında karşılıklı sevgi ve bağlılık duygularının kuvvetlenmesine çalışmak, çevre köylere geziler düzenlemek, köylüyü okutmaya çalışmak, hasta köylülerin şehir sağlık merkezlerinde muayene ve tedavilerini sağlamak, harp malulü köylülerle şehit köylülerin aile ve yetimlerini koruma ve bunların kasabadaki resmî işlerini kolaylaştırmak bu şubelerin aslî görevleri arasındadır.

Türk İnkılabının Özgünlüğü
Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk millî mücadelesi, milletin bir bütün hâlinde bağımsız yaşama arzusuyla her şeyini ortaya koyarak verdiği bir mücadeledir. Mücadelenin başarıya ulaşmasıyla kurulan yeni devlet ve sistem de herhangi başka bir devlet veya sistemin taklidi değildir. Tamamen ülke şartlarını, tarih, kültür, toplum birikimlerini dikkate alarak düzenlen orijinal bir yapıdır. Nitekim Mustafa Kemal Paşa da daha Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurulduğu sıralarda ortaya konulan sistemin mevcut sistemler arasında nasıl bir yer alacağı, hangisine benzediği sorulduğunda gerçekleştirilen sistemin “kitaplarda mevcut olan hükûmetlerin mahiyet-i ilmiyesi itibarıyla hiçbirine benzemeyen bir hükûmettir. Fakat hakimiyet-i millîyeyi, irade-i millîyeyi yegane tecelli ettiren bir hükûmettir, bu mahiyette bir hükûmettir. İlmi, içtimai noktasından bizim hükûmetimizi ifade etmek lazım gelirse “halk hükûmeti” deriz diyordu.
Bundan dolayı bir milletin kendisi için mutluluk verici hedeflere ulaşmak için kullanacağı vasıtalar kendi ruhundan çıkmalıdır. Bütün devlet idarecileri için temel hareket noktası olacak derecede önemli bu tespitten sonra Atatürk, memleketlerin şartları gibi ihtiyaçlarının da farklı olacağı noktasından hareketle mücadelenin kendi şartlarında gelişmeye devam edeceğini ve bunun son derece normal olduğunu açıklamaktadır; “Hükûmetin yapısı toplumun karakteriyle uyumludur. Onun için farklılıklar ve çeşitlilik gösterir. Dünyada birbirlerine kanunları ile eşkâliyle (kurumlarıyla) tam benzeyen iki hükûmet gösteremezsiniz. Dolayısıyla biz kendi benliğimiz içinde ve kendi mizaç ve tabiatımızla terakki ediyoruz ve edeceğiz.”

Türk İnkılabına İdeoloji Gömleği Giydirme Çabası: Kadro
Hareketi
Kadro Dergisi, 1932 yılının Ocak ayında yayın hayatına atılan ve üç yıl boyunca, 36 sayı Türk Devriminin ideolojisini sistemleştirme işini üstlenen bir yayın organıdır. Şevket Süreyya (Aydemir), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Vedat Nedim (Tor), İsmail Hüsrev (Tökin), Burhan Asaf (Belge) tarafından çıkarılan bu dergi, ortaya koyduğu ekonomik, politik ve toplumsal görüşlerle ve sunduğu özgün çözümlerle, bir basın-yayın faaliyeti olmaktan öteye geçerek, bir entelektüel hareketin ve fikrin sözcüsü olmuştur.
Kadrocuların “İnkılabın idare ve menfaati, inkılâbı duyan ve yürüten azınlık, fakat şuurlu bir Avangardın, azınlık fakat ileri ve disiplinli bir öncü “Kadro”nun iradesinde temsil olunur” yaklaşımı ile halk için halka rağmen düşüncesini seslendirmeleri baskıcı bir zihniyetin temsilcileri olarak görülmelerine yol açmıştır. Grubun Yakup Kadri dışındaki üyelerinin fikri geçmişlerindeki Türkiye Komünist Fırkası bağlarının yarattığı ön yargılar kadar inkılabı topluma aktarmakla kendilerinin yetkili olduğunu düşünen parti üst yönetimi ile potansiyel bir çatışma ihtimali mevcuttu. Kadrocular, kapitalizmi ve sosyalizmi reddederken, üçüncü ve özgün bir yol olarak devletçi anlayışı öne sürüyorlardı. Ancak devletçiliğe biçtikleri rol Atatürk’ün ve CHF’nın takip ettiği devletçilik ilkesinden oldukça farklıydı. Türkiye’nin 1930’larda uyguladığı devletçilik, devlet eliyle millî sanayinin ve sermayedarların oluşumunu teşvik etmeyi hedefliyordu. Hedefe varıldığında Devlet, ekonomiye müdahaleyi bırakabilir veya gevşetebilirdi. Kadroculara göre devletçilik, başlı başına bir ideoloji hâlinde yürürlüğe konmalıydı. Devletçilik sürekli bir yönetim biçimi olarak tanımlanmakta ve amaçlanmaktadır. Buradan anlaşılacağı üzere Kadro’nun önerdiği devletçilik, sadece ekonomik alan ile sınırlı olmayan siyasal, toplumsal ve kültürel yaşama damgasını vuracak ve belirleyecek bir düzene işaret etmekteydi.

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA EKONOMİ
POLİTİKALARI
Ulusal Ekonomiye Geçiş Dönemi (1923-1929)
17 Şubat-4 Mart 1923 tarihlerinde İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nde alınan kararlara uygun olarak, hükûmet ilk ulusal ticaret bankamız olan Türkiye İş Bankası’nın 1924’te faaliyete geçmesini sağlamıştır. Ardından sanayi alanında kredi vermek üzere 1925 yılında Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur. Çiftçi kesiminin isteğine uyularak, yaklaşık devlet gelirlerinin %30’unu sağlayan Aşar Vergisi yürürlükten kaldırıldı. 1927 yılında “Teşvik-i Sanayi Kanunu” ile sınai yatırımlar özendirilmeye çalışılmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yani ulusal ekonomiye geçiş süreci içinde Hükûmet demiryolu yapımını öncellikle ele almıştı. Kamu kaynakları çok yetersiz olmakla birlikte yabancı şirketlerin millîleştirilmesi başlatılmıştı. Devlet dış ekonomik ilişkileri denetim altına almaktan uzaktı.
Devletçilik Dönemi (1930-1938)
T.C. Merkez Bankası’nın 1931 yılından itibaren faaliyete geçmesiyle ülkede kurulmakta olan “Yeni Ekonomik Düzen”in kendisini koruması kolaylaşmıştı. Böylece Osmanlı Bankası ve azınlıkların, ulusal ekonomik çıkarlara ters düşen karar ve uygulamaları son bulmuştu. 1933’te kurulan Sümerbank, Atatürk’ün köşe taşlarını koyduğu “Devletçilik” in temel ögesi ve sürükleyici kurumu olmuştur. Bugünkü anlamda bir ‘kalkınma bankası’ gibi kurulan ve çalışan Sümerbank, çağını aşan Türkiye’ye özgü bir banka modeliydi.
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı (1934-1938) uygulamaya konulduktan sonra “Devletçiliğin temel kurum ve kuruluşlarının tamamlanmasına devam edilmişti. Özellikle enerji ve madencilik konusundaki araştırmaları ve işletmeleri denetim altına almak ve bir merkezden yönetmek için 1935 yılında 20 milyon sermayeyle Etibank kuruldu. Devletçilik döneminde dış ticaret ikili antlaşmalara göre yürütülmüş, ithalat yasaklama ve kontenjanlarla denetim altında tutulmuştu. Dış ticaret dengesi sağlanınca dış borçlanma ihtiyacı doğmamış ve Türk lirasının değeri korunmuştur. Bu sonuç içerde enflasyonun dizginlenmesini kolaylaştırmıştı. Devletçilik modelinin ana öğesi ve hedefi ‘Devlet öncülüğünde planlı sanayileşme’ idi. “Birinci Sanayi Planı” 1934-1938 yıllarını kapsayacak biçimde hazırlanmış bir sektör planıydı. Plan üç temel ilkeye dayandırılmıştı: 1) Temel ham maddeleri yurt içinde üretilen veya üretilecek olan sınai tesislere, 2) Büyük sermaye ve ileri teknoloji gerektiren projelere, 3) Kuruluş kapasitelerinin iç tüketimi karşılayacak düzeyde tutulmasına öncelik verilmişti. Bu ilkelere uygun olarak altı temel sına (faaliyet alanında 20 fabrika kurulmuştu.
Atatürk’ün, döneminin öncüsü olarak geliştirdiği ve başarıyla uyguladığı planlı sanayileşme politikalarının olumlu sonuçları şöyle özetlenebilir: 10 milyondan 16 milyona çıkan nüfusun tamamı açlıktan kurtulmuş, yoksulluk göreceli olarak azalmıştır. Ununu, şekerini ve basmasını ithal eden ülke, dönem sonunda bu alanlarda kendi kendine yeterli hâle gelmiştir. GSMH 15 yıllık dönemde ortalama olarak %8 oranında büyümüştür. Dönemin ikinci yarısından itibaren dış ticaret sürekli fazla vererek, Türk lirasının ABD doları karşısında değer kazanmasına ve kurun beş yıl boyunca (1934-1938) 1 dolar = T1,26 düzeyinde kalmasını sağlamıştır. Merkez Bankasında 36 milyon liralık döviz ve 26 ton altın birikmiştir. Ülkede mevcut demiryollarının satın alınarak millîleştirilmesi, yenilerinin yapılması, ziraat (Bursa, Ankara, Giresun), şeker (Alpullu, Uşak, Turhal, Eskişehir) ve maden (Ergani, Karabük, Murgul, Divriği, Elazığ, Zonguldak, Keçiborlu) sanayisindeki gelişmelere paralel olarak dokuma sektöründe (Adana, Gaziantep, Kayseri, İstanbul, Bursa, Nazilli, Malatya, Konya Ereğlisi) açılan fabrikalar ile ülke ihtiyacının yerli üretimden karşılanmasında önemli mesafeler alınmıştır. Kayseri’de açılan uçak ve motor fabrikasında yabancı lisans ile başlayan çalışmalar havacılık sektöründeki ilk adımlar olarak değer kazanmıştır.
Ekonominin gelişmesini ve bütünleşmesini hızlandıran altyapının kurulmasında ve demiryolu ağının örülmesinde şaşırtıcı başarılı sonuçlar alınmıştır. Devletin öncülüğünde başlatılan sanayi yatırımları başarıya ulaşmış ve dönem sonunda ülke 17 sınai işletmeye kavuşmuştur. Öz kaynaklara dayanarak gerçekleştirilen bu tesisler, Türkiye’nin sanayileşme hareketine her bakımdan yön veren temel kuruluşlar niteliğinde olmuşlardır. Örneğin, bu kamu kuruluşlarında yetişen yöneticiler ve işçiler, sonraki yıllarda özel sektörün kurduğu ilk sına (işletmelerin başarıya ulaşmasında görev almışlardır. Başarıyla uygulanan anti-enflasyonist bütçe ve para politikasıyla iç fiyatlarda ve paranın değerinde istikrar sağlanmıştır. Bu sonuçla bozuk olan gelir dağılımının kötüleşmesi önlenmiştir. Ayrıca vergi sisteminde yapılan reformlarla yoksul kesimlerin yükü azalmıştır.
************************************************** ********
ATATÜRK İLKELERİ
Atatürk ilkeleri, 1931 de Cumhuriyet Halk Fırkasının parti tüzüğüne, 1937 de T.C.(Türkiye Cumhuriyeti) Anayasasına girmiştir. Bu ilkeler şunlardır:
Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik ve İnkılapçılık

CUMHURİYETÇİLİK
Batı dilinde
republic şeklinde yazılır. Kamuya ait anlamındadır. Arapçada cumhur şeklinde yazılır. Halk, ahali, büyük kalabalık anlamındadır. Dar anlamda cumhuriyet, devlet başkanının belli süre için halk tarafından dolaylı ya da doğrudan seçilmesi esasıdır. Geniş anlamda cumhuriyet, halk idaresi demek olan demokrasi ile eş anlamlıdır; ancak her cumhuriyet demokratik değildir. Ayrıca şöyle bir tanım da, cumhuriyet yönetenlerin, yönetme yetkilerini yönetilenlerden belli süreler için aldığı bir rejimdir.
Atatürk, cumhuriyeti şöyle açıklamaktadır. “Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun idare cumhuriyet idaresi demektir. Cumhuriyet rejimi demek demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. Cumhuriyet yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükûmet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükûmet, millet ve millet hükûmettir.”
Atatürk’ün cumhuriyet idaresinde korkuya yer olmadığını ve fikir özgürlüğünün esas olduğunu şu sözleriyle açıklamıştır: Cumhuriyet, düşünce serbestliği taraftarıdır. Cumhuriyet ahlâkî fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık, korkuya tehdide dayandığı için, korkak, alçak, sefil, rezil, insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibaretti.
Yakın tarihimizde; 1808’deki Sened-i İttifak, 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, 1876 Kanun-ı Esasi ve Meşrutiyet çalışmaları monarşiyi sınırlandıran, halkın yönetime katılımını artıran, demokrasi alanında önemli gelişmelerdir. Fakat bu gelişmelerin hiç birisi cumhuriyeti amaçlamamıştır. Cumhuriyeti amaçlayan ciddi yaklaşımlar Millî Mücadele yıllarında ortaya çıkmıştır. Örneğin, Amasya Tamimi’nde “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağı” ifade edilmiş; Erzurum Kongresi’nde “millî iradeyi hakim kılmak esastır” kararı alınmış; millî iradenin gerekliliği üzerinde “milletlerin kendi geleceklerini bizzat tayin ettiği bu tarihî devirde, merkezî hükûmetimizin de Millî iradeye tâbi olması zaruridir...” vurgusu yapılarak millet egemenliği esas kabul edilmiştir. Diğer bir örnek, Sivas kongresinin çıkardığı irade-i milliye gazetesini sonradan hakimiyet-i milliye olarak değiştirmiş.
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması millî egemenlik ve cumhuriyet yönünde önemli bir adımdır. Aslında o zamanki TBMM düzeni adı konulmamış cumhuriyet idi, milletvekili Abdurrahman Şeref Bey’in ifadesiyle doğan çocuğun(cumhuriyet) adıdır TBMM’nin o zamanki hali.
Cumhuriyet, devlet şekli olarak egemenliğin millete ait olmasını, hükûmet şekli olarak seçim ilkesini esas almıştır.Cumhuriyetin egemenlik düşüncesiyle yakın ilişkisi olduğunu Atatürk şu sözlerle belirtmiştir: “Egemenliğinden vazgeçmeye rıza gösteren bir milletin akıbeti elbette felakettir, elbette musibettir. Milletler kendi egemenliklerini ellerinde tutmak mecburiyetindedirler. Şimdiye kadar milletimizin başına gelen bütün felaketler kendi talih ve kaderini başka birisinin eline terk etmesinden kaynaklanmıştır. Bu kadar acı tecrübeler geçiren milletin egemenliğini bir kişiye vermesi kesinlikle mümkün olmayacaktır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ve milletin olacaktır.
29 Ekim 1923’te “Türkiye Devleti’nin hükûmet şekli cumhuriyettir” ifadesi anayasada yerini almıştır.(saltanat yönetimi terk edilmiş, halk yönetime katılmış)
1924, 1961 ve 1982 anayasalarında “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” şeklinde değiştirilerek cumhuriyet kavramına bir devlet şekli anlamı verilmiştir.
Atatürk döneminde çok partili hayata geçiş denemeleri oldu başarısızlıkla sonuçlandı. Sebebi, demokrasinin öğrenilmesi, refahın arttırılması, özgürlüklerin genişletilmesi, uluslaşma sürecinin tamamlanması ve eğitim seviyesinin yükseltilmesi gerekiyordu.

HALKÇILIK
Halkçılık, Millî Mücadele’yi yapan Türk milletinin zaferden sonra yönetime ortak edilmesi ve birlikte kalkınma çabasıdır. Halkçılık, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda halka dayanmak anlamına gelir. Halkçılık anlayışında halk ayrı ayrı sınıflardan oluşmaz. Halk bir bütündür. Halk arasında yalnızca mesleklere dayanan iş bölümü vardır. Halk arasında sınıf çatışması ve ayrışma söz konusu değildir. Halkın yönetimi eşitliğe ve hukuka dayanır. bireylerin veya zümrelerin ayrıcalıkları yoktur.
Atatürk, Millî Mücadele’nin başında Türk halkını, “Irken, dinen, kültür bakımından birbirine saygılı, özveri duygularıyla dolu, geleceği ve çıkarları ortak olan toplumsal bir heyet” olarak tarif etmiştir. Atatürk, genellikle
halk kelimesini, milletle eş anlamlı olarak kullanmıştır. Atatürk, başka bir konuşmasında ise “Bizim hükûmet şeklimiz tam bir demokrat hükûmettir. Ve lisanımızda bu hükûmet halk hükûmeti diye yad edilir” demekteydi.
Atatürk’ün halkçılık ilkesiyle amacı Türkiye’de siyasi demokrasiyi gerçekleştirmektir. Bu sebeple halkçılık ile demokrasiyi aynı anlamda kullanmıştır. Ona göre; “İrade ve hâkimiyet milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi prensibi millî hâkimiyet şekline dönüşmüştür. Demokrasi esasına müstenid hükûmetlerde hâkimiyet halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi hâkimiyetin millette olduğunu, başka yerde olamayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi prensibi, siyasi kuvvetin, hâkimiyetin, menşeine ve meşruiyetine temas etmektedir”.
Atatürk’ün halkçılık anlayışı halkın refahının arttırılmasına ve sosyal düzenin korunmasına dayanmakla birlikte sosyal gruplar arasında iş bölümü ve dayanışmayı da esas almaktadır. Sınıf mücadelesinin önlenmesi için adaletli bir gelir dağılımın sağlanması, bütün vatandaşların çıkarlarının dengeli bir şekilde gözetilmesi sosyal bir devletin sorumluluğu olarak görülmektedir. Halkçılıktan amaç özgürlükçü demokrasi olduğu kadar sosyal düzenin sağlanmasıdır. Başkalarının özgürlüklerine zarar vermeyen, devletin birliği ve bütünlüğüne ters düşmeyen halkın kalkınma ve gelişmesini sağlayan bir sistemi hedeflemiştir. Özetle Atatürk’ün halkçılık anlayışı, tabiidir, orijinaldir, millîdir, halk için halkla beraberdir, ilmîdir, bütün millet fertlerini kucaklar, güne ve geleceğe karşı sorumludur ve hedefi demokrasidir.

MİLLİYETÇİLİK
Türkçe de millet (Arapçada ki anlamıyla düşünürsek )topluluk anlamındadır. Osmanlıda 19. Yüzyıla kadar bu ifade Müslümanlar için kullanıldı. Bu yüzyıldan sonra gayrimüslimler içinde kullanıldı. Türkçe de millet kelimesinin karşılığı budundur. 1934 den itibaren ulus anlamında da kullanılmıştır.
Millet/ nation kavramı, Avrupa’da dinî çekişmeler sonucunda ortaya çıkmıştır.
Katolik kilisesine karşı ortaya çıkan yeni mezhepler milliyetçilik duygusunun da gelişmesini sağlamıştır.
Millet kavramı Fransız İhtilali ile dil ve soy birliğini kasteden bir kavram hâline gelmiştir.(birçok imparatorluğu yıkan anlayış olmuş tarihte.)
Fransız sosyolog Ernest Renan, milleti aynı tarihe sahip olan ve beraber yaşama arzusu gösteren insan topluluğudur şeklinde tarif etmiştir.
Milliyet, kısaca bir millete mensup olmak veya bir millete bağlı olmak demektir. Milliyetten doğma milliyetçilik ise bir sosyal politika prensibi veya fikir akımı olarak millet gerçeğinden hareket eder ve millî amacı temin gayesi ile bir ülkü etrafında toplanmayı ifade eder. Milliyetçilik milletten millete değişiklik gösterir. Her milliyetçilik akımının kendine özgü ilkeleri vardır.
Osmanlı Devletindeki gayrimüslim unsurlar bu akımdan ilk etkilenen topluluklardır. Her ne kadar Osmanlı Osmanlıcılık ve İslamcılık anlayışlarını çıkardıysa da bu akımın(milliyetçilik) etkisi karşısında tutunamadı.
Atatürk milliyetçiliği şöyle ifade etmektedir. “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk camiasıdır. Bu camianın fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa o camiaya dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur. Millî Mücadele’nin ideolojisi Türk Milliyetçiliği olmuştur”.
Türk Milliyetçiliğinin diğer bir önemli özelliği de yabancı ideolojilerden kendini soyutlamasıdır.
Atatürk, milliyetçilik anlayışını Medeni Bilgiler adlı kitapta şöyle anlatmıştır: Ortak bir tarih, beraber yaşama arzusu ve kültür birliğinden oluşan topluluklar millettir. Atatürk, milliyetçiliği bağımsızlıkla sıkı sıkıya bağlı görmüş ve bağımsızlığı milletin oluşmasında ki en önemli etken olarak görmüştür. Atatürk bu yaklaşımını Millî Mücadele başlarken “ ya istiklal ya ölüm” ifadesiyle güzel bir şekilde ifade etmiştir.
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı birleştirici ve bütünleştiricidir. Nitekim “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir soyun evlatları ve hep aynı cevherin damarlarıdır. Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçiyiz, cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluma dayanan cumhuriyette o kadar kuvvetli olur” Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk milleti denir” diyerek etnik temele dayanmayan, kapsayıcı, gayet açık ve pratik bir millet tanımı yapmıştır. Atatürk, milliyetçiliği, millî bütünlüğün en temel özelliği sayarak bütün farklılıkları hep aynı cevherin evlatları olarak ifade etmiştir. O’na göre milletin birliği ve bütünlüğü en büyük güç kaynağıdır.
Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, akılcı, çağdaş, uygar, ileriye dönük, demokratik, toparlayıcı, birleştirici, yüceltici, insancıl ve barışçıdır. Buna paralel olarak ırkçı lığa karşıdır. Atatürk Türk milletini etnik unsura ayırma çabalarını toplumsal düzeni bozmaya yönelik, bozguncu, alçak, vatansız, milliyetsiz ve beyinsizlerin saçmaları olarak gizli ve kirli emellerin oyunu olarak görmektedir. Türkler bir ırk ve etnik gurup olmaktan ziyade siyasi ve sosyolojik topluluktur. Türk milliyetçiliğinin başka milletlere düşmanlık beslemeyeceğini şu sözleriyle belirtmektedir: “Bizimle birlikte çalışan milletlere hürmet ve riayet ederiz, onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz her hâlde bencil ve mağrurane bir milliyetçilik değildir”. Bu doğrultuda yurtta ve dünyada barışı öngörmektedir. Atatürk dil, tarih ve millî kültürü devletin temeli saymaktadır. Millî birliğin sağlanmasında önemli olan bu konuları yalnızca sözleriyle değil, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumunu kurarak bilim adamlarının araştırmalar yapmasına imkân veren kurumlarla da desteklemiştir.

DEVLETÇİLİK
Devletçilik ilkesi esas itibarıyla ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda devletin üstlendiği görevleri ifade etmektedir. Atatürk ilkelerinden devletçilik; güçlü ve çağdaş bir devlet kurmayı hedefler. Askerî zaferlerin ekonomik zaferlerle taçlandırılmasını amaçlar. Ekonomik bağımsızlığı hedefler. Türkiye’de devletçiliğin bir ekonomik politika olarak benimsenmesinin ekonomik, siyasi ve sosyal sebepleri vardır. Atatürk’e göre siyasî bağımsızlığın yolu ekonomik kalkınmadan geçer. Türkiye’nin Batılı devletler tarafından eşit bir statüde kabul edilmesi kalkınma ve sanayileşme ile mümkündür. Bu ilkenin uygulanmasında en önemli sebep, özel sektörü teşvik edici tedbirler alınmış olmasına rağmen, istenilen düzeyde bir gelişme elde edilememiş olmasıdır. Girişimci sınıfın yetersizliği, teknik bilgisizlik, yabancı sermayenin olumsuz tutumu ve Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun bütün desteklerine rağmen yatırımların yeterli olmaması Atatürk’ün devletçilik ilkesinin olgunlaşmasını sağlamıştır. Yine 1929 dünyada ki ekonomik bunalımın hissettirdikleri de etkili olmuştur.
Aslında devletin görevleri güvenlik, adalet, savunma ve özgürlüğü korumadır. Eğitim, sağlık, tarım, ticaret ve sanayi gibi alanlar güçlü özel teşebbüsün faaliyet göstereceği alanlardır. Devlet bu gibi alanlarda yalnızca denetim ve sosyal politikalarıyla devreye girer. Maddi durumu yeterli olmayanlara veya ihtiyaç sahiplerine bu hizmetleri götürür.
Devletçilik, Türk ekonomisini geliştirmek, sosyal ve kültürel kalkınmayı sağlamak amacıyla uygulamaya konmuştur. Atatürk’ün devletçilik ilkesi, Türkiye’nin en kısa zamanda kalkınması, özellikle ekonomik alanda özel teşebbüsün yapamayacağı büyük yatırımları devletin yapmasını öngörür. Özel sektörü yok saymaz, hatta güçlendirmeye çalışır. Bu uygulama günümüzde karma ekonomi olarak adlandırılır.
Atatürk’ün devletçilik anlayışı komünizm ve sosyalizmdeki devletçilik anlayışından farklıdır. Prensipleri bizzat kendisi tarafından belirlenmiş, Türkiye’nin ihtiyaçlarına ve şartlarına uygun olarak geliştirilmiştir.
Devlet çıkardığı kanunlarla özel girişimciyi korumuş, kişileri üretim ve ticaret gibi işlere özendirmiştir. Buna göre devlet; bir yandan sanayiyi kurup geliştirirken diğer yandan özel teşebbüse yer vermiştir.
Devletçilik ilkesi alanında yapılan bazı faaliyetler şöyledir:
Devlet demiryollarının inşası, 1924’te İş Bankası kurulması, Aşar Vergisi’nin kaldırılması (1925), 1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılması, 1926’da Emlak ve Eytam Bankası ev kredisi dağıttı ve konut yardımlarına destek verdi. 1929’da yerli sanayi ve ticareti koruyan yeni gümrük tarifeleri uygulamaya konuldu. Sanayi ve Maadin Bankası kurularak; Hereke, Feshane, Bakırköy Mensucat, Bünyan, Isparta İplik fabrikaları, Maraş, Tosya Çeltik fabrikaları, Beykoz Deri ve Kundura, Uşak şeker, Malatya ve Aksaray elektrik ve Kütahya Çini fabrikalarına ortak olunmuştur. 1933’te kurulan Sümerbank on yedi yeni fabrika kurmuştur. 1934’de Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı yürürlüğe konarak kimya, sanayi, demir, kağıt ve selüloz, kükürt, süngercilik, pamuk ve mensucat sanayine öncelik verilmiştir. 1935 yılında madencilik alanında yatırım yapmak üzere Etibank kuruldu.

LAİKLİK
*“Laik” terimi Yunanca “Laikos” ve Latince “Laicus” sözcüğünden gelmektedir.
*Dinî olmayan kurum veya düşünce anlamındadır.
*Laiklik akli düşüncenin, dinî düşünceden ayrılmasıdır.
*Siyasi anlamda ise din ile devlet işlerinin birbirine karıştırılmamasıdır.
*Laiklik vatandaş için din ve vicdan hürriyetinin sağlanmasıdır.
*Laik anlayışta egemenlik ve hukukun kaynağı millettir. Laiklik din karşıtlığı değildir.
*Laik düzende hukuk ve eğitim akıl ve bilimi esas alır.
*Laik devletin dini olmamakla beraber, toplumun mevcut dinlerinden hiçbiri diğerine üstün tutulmaz.
*Laik düzen, din özgürlüğünün doğal sonucu olarak bütün dinleri kamu düzenini bozmadıkları sürece tanır. Laik düzende dinî ve dünyevi otoriteler ayrılmıştır. Laiklik cumhuriyetin ve demokratik rejimin önemli koşullarından biri olarak algılanmaktadır.
*Laiklik, batıda Katolik Kilise’nin merkezî ve baskıcı yapısına karşı ortaya çıkmıştır. Avrupa’da, Reform ve Rönesans’la birlikte başlayan Aydınlanma Çağı, dinî dogmaların bilim, siyaset, sanat ve felsefe üzerindeki baskısına karşı çıkılmasına yol açmıştır. Laiklik, Fransız İhtilali’yle Avrupa’ya yayılmıştır. Akılcılık, siyasî liberalizm gibi düşünce akımlardan beslenen laiklik, dinî baskıdan kurtulma amacının yanı sıra, sınıfsal bir anlamı ve işlevi de olmuştur.
*Devlet ile din arasındaki ilişkiler üç şekilde görülür. a-Dine bağlı devlet sistemi, b-Devlete bağlı din sistemi, c- Laik sistem.
***Atatürk, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin yıkılması üzerine başlattığı Millî Mücadele’de ve kurduğu cumhuriyet rejiminde Türk toplumu içinde dinî veya etnik açıdan mevcut olan çeşitli gruplar arasında huzuru sağlayabilmek için, devletin iç siyasetinin temelini şu iki noktada toplamıştır: Ülkede hukuk birliğini sağlamak üzere, yeni devleti laik hukuk temeline dayandırmak. Birleştirici nitelikte olan dil, tarih ve kültür birliğine dayanan millet anlayışını egemen kılmak. Laiklik, Türkiye’de millet kavramının bilinçli bir şekilde gelişmesine yol açmış, ümmet bilinci yerine “ulus” bilincinin gelişmesini sağlamıştır. Millî Mücadele’nin başından itibaren bu iki ana ilkenin gerçekleştirilmesi yolunda, siyasal ve sosyal koşullar elverdikçe önemli adımlar da atılmıştır.
***Atatürk’ün Türkiye’ye kazandırdığı laiklik ilkesi toplumun serbest düşünmesini sağlamış, toplumsal gelişmeyi hızlandırmıştır. Atatürk’ün laiklik ilkesi din karşıtı değildir. Atatürk bunu şu sözleriyle ifade etmiştir: “Bizim dinimiz en makul, en tabii bir dindir. Ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabi olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf hâlinde mevcudiyetini muhafaza hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dinî emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini din duygusunu, imanı öğrenmek için bir yere muhtaçtır orası da mekteptir”.
*Saltanat rejiminin kaldırılması ve mevcut anayasanın temel ilkeleri, şilen bir cumhuriyet idaresinin kurulduğunu gösteriyordu. Laikliğe geçişinde önemli bir adımı. 3 Mart 1924 tarihinde hilâfet makamını kaldırmış ve böylece laik devletin kurulması yolunda en önemli adımı atmıştır. Aynı gün kabul edilen bir başka kanunla şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmıştır. şeyhülislamlık makamı kaldırılarak, yerine din hizmetlerini yürütmek üzere Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Yine kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de eğitimin yönetimindeki çeşitli sorunlara yol açan ikilik kaldırılarak laik öğrenim sistemine geçilmiştir. 30 Kasım 1925’te Tekke, Zaviye ve Türbeleri kapatan kanun ve 1926’da da Türk Medenî Kanunu’nun kabulüyle laiklik alanında önemli adımlar atılmıştır.
*1928 yılında, 1924 Anayasası’nın 2. Maddesinin başında yer alan, “Türk Devletinin dini, İslam’dır” cümlesi kaldırılmıştır. Cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin metnindeki dinî ifadeler ve TBMM dinî hükümleri yerine getirir cümlesi kaldırılarak, Türkiye laik bir yapıya kavuşturuldu. 5 Şubat 1937’de Anayasa’nın 1. maddesine “Türk Devletinin laik olduğu” yolunda bir cümle eklenerek, bu tarihsel gelişimin son evresi de tamamlanmıştı.
Türkiye Cumhuriyetinin laiklik anlayışı hiçbir şekilde dine karşı olmayıp, dini asla reddetmez. İnkılaplar dine karşı değil, dini yozlaştıran safsata ve hurafelere karşı yapılmıştır.
Atatürk, laikliğin bütün yurttaşların vicdan ve ibadet hürriyetlerini mükemmel hâle getirdiğini belirterek; “Dinimiz, milletimize hakir, miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Aksine, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini korumalarını emrediyor...”. Atatürk, İslam dinine saygılı olduğu kadar diğer fikir ve inançlara saygılıdır. Bunu şöyle ifade etmektedir: “Dinî fikir ve inançlara hürmetkâr olmak, tabii ve umumi bir anlayıştır. Bunun aksini düşünmek için sebep yoktur”.

İNKILAPÇILIK
*İnkılap kelimesi, bir durumdan başka bir duruma, bir hâlden başka bir hale dönüşmek yani değişmek olarak tanımlanmaktadır.
*İnkılap kelimesi Türkçede, Fransızca revolution kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılmaktadır.
*Bir toplumda siyasal, ekonomik ve sosyal değişiklikler meydana getirilmesi İnkılap olarak kabul edilmektedir. *İnkılap gelişmek, ilerlemek ve değişmek anlamını ifade eder.
*Toplumsal ve siyasal düzenin genellikle kuvvet yoluyla değiştirilmesine ihtilal denmektedir. İhtilaller isyan veya ayaklanmalarla ortaya çıkarlar. İhtilal sürecin ilk aşamasını, inkılabı gerçekleştirmek üzere mevcut otoriteye karşı zora başvurma hareketini ifade eder. İhtilal inkılap demek değildir.
*İnkılapların amacı, toplumun her yönden ilerlemesi, daha iyiye ve daha güzele doğru gitmesidir.
***Atatürk’ün, inkılap ölçüsü yukarıdaki tarife uygundur. Ona göre inkılap;Mevcut kurumları zorla değiştirmek ve Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine milletin en yüksek medenî icaplara göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseleri koymuş olmaktır.” “Türk İnkılabı nedir? Bu inkılap kelimesinin ilk anda işaret ettiği ihtilal manasından başka ondan daha geniş bir değişikliği ifade etmektedir. Bugünkü devletimizin şekli asırlardan beri gelen eski şekillerini ortadan kaldıran, en gelişmiş tarz olmuştur”. Atatürk, ihtilal ve inkılabı birbirinden ayırmıştır.
***1935 yılında Cumhuriyet Halk Fırkasının kongresinde yaptığı konuşmada da inkılabı şöyle anlatmıştır: “Uçurum kenarında yıkık bir ülke... Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar... Yıllarca süren savaş... Ondan sonra, içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız inkılaplar, işte Türk genel inkılabının kısa bir ifadesi.” Genel olarak, saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilânı, hilâfetin kaldırılması, öğretimin birleştirilmesi, kılık kıyafetin değiştirilmesi, hukuk düzeninin laikleştirilmesi, kadınlara yeni haklar tanınması, toplum hayatında değişiklikler yapılması, yeni takvim, saat ve ağırlık ölçülerinin kabulü, Arap harfleri yerine Latin harflerinin kabulü; tarih ve dil anlayışında değişme, soyadı kanunu vb. bu şekilde anılan büyük atılımlardır. Millî Mücadele ve bu büyük değişimler, Türk inkılabı olarak değerlendirilmektedir.
İnkılapçılık, Atatürk ilkelerinin dinamik idealini oluşturmaktadır. Daima çağın gereklerine göre değişme ve gelişmeyi esas olarak Türk toplumunu çağdaşlaşmasını ve varlığını bu şekilde koruyabileceğini öngörmektedir. Atatürk, eski düzenin devamının Türk toplumunu çökerteceğini düşünmektedir. Medeniyet yolunda başarı, ilim ve akıl ışığında değişime ve yenileşmeye bağlıdır. İnkılapçılık, sosyal ve ekonomik hayatta, bilim ve fen alanında başarılı olmak için gelişme yoludur.

ATATÜRK İLKELERİNİN UYGULAMA ESASLARI
Atatürk’ün konuşma ve eylemlerini dikkatle incelediğimizde tam bağımsızlık, çağdaşlık, müspet ilme ve akla tabi olmak hususiyetlerinin ortak özellikler olduğunu görürüz.
Tam Bağımsızlık: Atatürk düşüncesinin temelinde yatan, bütün uygulamalarda belirleyici olan vasfı siyasî, iktisadî, malî, adlî ve kültürel olarak tam bağımsız olmaktır. Atatürk düşüncesinde esas: “Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır”. Bu esasın ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla elde edilebileceğine dikkat çekmiştir.
Çağdaşlık: Atatürk’ün amacı bu yeni sistem ile milleti her hâli ve tavrı ile medenileştirmekti. Atatürk düşüncesinin gayesi açık ve net bir şekilde budur. Hangisine dahil olunacağı söz konusu edildiğinde Atatürk’ün cevabı kesindir; “Memleketler muhteliftir fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lazımdır”. Osmanlı Devleti’nin kendini Avrupa’ya bağlayan bağları kestiği gün çökmeye başladığına inanan Atatürk aynı yanlışı yapmayacaklarını vurgulamaktadır; Onun muasır medeniyet seviyesine ulaşma hedefi aynı zamanda insan aklının bir ürünü olan ilim ve teknolojide zirveyi yakalamaktır. Çağdaş olmak da olaylara bu gözle ve anlayışla bakabilmenin bir sonucudur. Diğer yandan medeniyet bahsinde Atatürk’ün vurguladığı husus ilim ve fen çerçevesinde ortaya çıkan neticedir. Atatürk’ün ifadelerinden Batı medeniyetinin kültür ürünlerinden ziyade teknik konularda takip edileceğini anlamak gerekir. Medeni olarak vasıflandırılan milletlerin yöntemini almak onların hakim bulunduğu ortamda yaşayabilmenin, onlarla boy ölçüşebilmenin yegâne şartıdır. Aksi takdirde her an o tehlikeye maruz yaşamak zorunda kalınacaktır onların esiri olurken mevcut zihniyetle zaten bundan başka bir netice ihtimali yoktur.

Müspet İlime ve Akla Tâbi Olmak
Ülke ve dünya ölçüsünde olaylara hissî ve dogmatik bir yaklaşımla, peşin hükümle değil, akıl ve ilmin ışığında pragmatik açıdan bakılması Atatürk’ün prensibi olmuştur. Atatürk ülkenin düşman işgalinden kurtarılmasında da ilim ve aklın belirleyici rol oynadığını şu sözlerle ifade etmekteydi: “Yurdun en bakımlı, en şirin, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı dize getiren başarının sırrı nerededir biliyor musunuz? Orduların yönetilmesinde bilim ve fen ilkelerini rehber edinmemizdedir. Milletimizin siyasi ve içtimai hayatı ile düşünce eğitiminde de yol göstericimiz bilim ve fen olacaktır.” İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ferdi milletin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur”.
İlmin maddi ve manevi bütün başarıların kapısını açan anahtar olduğu inancı Atatürk’te esastır. “Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir.” Ancak ilmi gelişmeleri yakından takip ederek yenilikleri daima hayata uygulamak başarı için şarttır.

ATATÜRK DÖNEMİNDE DİL-TARİH VE KÜLTÜR ALANINDAKİ ÇALIŞMALAR

DİL ÇALIŞMALARI
Milletlerin yaşamasında en önemli unsur dildir. Dil aynı zamanda milletlerin oluşmasında da en önemli ögedir. Dilini kaybeden bir milletin millî kimliğini de kaybedebileceğini tarih bize göstermektedir. Dil insanları birbirine bağlar ve kaynaşmalarını sağlar. Yaratılan kültürün kuşaktan kuşağa geçmesine aracı olur.
Dilin anlatım aracı ise alfabedir. Yazı seslerin şekillerle ifadesi olarak başlamıştır. Türkler yayıldıkları coğrafyalarda birbirinden farklı alfabeler kullanmışlardır. Bunun en çok bilineni Göktürk, Uygur, Arap ve Latin alfabeleridir. Türklerin en uzun süre kullandığı alfabe Arap kökenli alfabe olmuştur. Türkler İslamiyet’i kabul edince bunun bir sonucu olarak Arap kökenli alfabeyi de benimsemişlerdir. 29 olan arap alfabe harflerini 34 e çıkarmaktan da çekinmemiştir. Arap alfabesinin en önemli özelliği sesli harf sayısının az olmasıdır. Bu eksikli harf üzerine ve altına koyan hareke ile giderilmeye çalışılmıştır.
Harflerin kelime başında, kelime ortasında ve kelime sonunda farklı yazılması arap harflerin öğrenimini zorlaştırmıştır. 23 Mayıs 1928’de içinde eğitimci, yazar, gazeteci ve milletvekillerinin bulunduğu alfabe komisyonu kurularak alfabe değiştirme çalışmalarına başlanmıştır. Komisyon Latin alfabesindeki kimi harfleri çıkarıp Türkçenin ses uyumuna uygun olan yeni harfler ekleyerek 8’i sesli olmak üzere 29 harften oluşan yeni alfabeyi kabul etmiştir.
Dolmabahçe Sarayı yeni alfabe çalışmalarının karargâhı olmuştur. Ankara’dan İstanbul’a gelen milletvekillerine Dolmabahçe Sarayı’nda ders verilmiştir. Mustafa Kemal Paşa eline tebeşiri alarak gittiği her yerde halka yeni alfabeyi öğretmeye, öğrenenleri sınav etmeye başlamıştır. Böylece O başöğretmen olmuştur.
Yeni harfleri halka öğretebilmek için büyük bir okuma yazma seferberliği başlatıldı. Bunun için Millet Mektepleri adı verilen okullar açılması kararlaştırıldı. 11 Kasım 1928’de Bakanlar Kurulunca onaylanan “Millet Mektepleri Teşkilatı Talimatnamesi” 24 Kasım 1928’de Resmî Gazete’de yayınlandı. 1 Ocak 1929’da da Millet Mektepleri açılmaya başladı. Kapandığı 1936 yılına dek bu okullardan 1.200.000 kişi belge almıştır.
“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında (gelişmesinde) başlıca müessirdir (etkendir). Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin”. “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır” diyen Mustafa Kemal Paşa 1930’lu yıllarda bu konuya büyük bir önem vermiştir. Atatürk’e göre “Türk demek dil demektir. Milliyetin en belirgin özelliklerinden biri dildir. Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına (kültürüne), toplumuna mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz”. İşte bu düşünceler Onu 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti adı altında bir kurum oluşturmaya götürmüştür. Bu cemiyetin çalışmalarıyla Türkçeyi baskı altına alan Arapça ve Farsça sözcükler dilden temizlenmeye başlanmıştır. Onların yerine Türkçe yeni sözcükler konmuştur. Böylece Türk aydını ile halk arasındaki uçurum kapatılmaya, yönetenler ile yönetilenlerin birbirlerini daha iyi anlamaları sağlanmaya çalışılmıştır. Türk dilinin diğer dillere kaynaklık ettiğini savunan ve Güneş-Dil Teorisi adı verilen bir teori ortaya atılmış ise de daha sonra bundan vazgeçilmiştir.
1936 yılından sonra bu cemiyetin adı Türk Dil Kurumu oldu.

TARİH ÇALIŞMALARI
İnsanoğlunun var oluşu ile başlayan ve insanın ürettiği her şeyi inceleme alanı içine alan tarih; bireyi, toplumu ve devleti yakından ilgilendiren bilim dallarının başında gelir. İnsanların meraklarını gidermek, bilgilerini artırmak, ortaya attığı iddialarını kanıtlamak ya da benimsetmek, gelecek hakkında yorum yapmak, geçmişten ders alarak aynı yanılgılara düşmemek için ilk başvuracağı yer tarihtir. Bireylerden oluşan toplumlar için ise tarih toplumsal bellektir. Her siyasal örgütlenmenin, bu örgütlenmede yaşanan değişim ve dönüşümlerin aynası da tarihtir. Bağımsızlığına kavuşan her ulus kendi tarihini oluşturmaya ve toplumunda tarih bilinci yaratmaya çalışır. Tarihin konusu yaşanmışlıklar olduğu için her şey somuttur. Bunları gösterenler ise belge adını verdiğimiz yaşanmışlıklardan kalan izlerdir. Bunlar yazılı olabileceği gibi yazısız da olabilir. Önemli olan tarihçinin belgelerin çizdiği doğrultuda hareket etmesidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi “yazan yapana sadık kalmaz ise değişmeyen hakikatler insanlığı şaşırtıcı bir mahiyet alabilir.” Bu nedenle tarihçinin görevi insanları şaşırtmak değil yaşanmışlıkların günümüze aktarılmasına yardımcı olmaktır. Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı toprakları işgal edilirken âdeta işgalci
güçler tarihle hesaplaşıyorlardı. İşgallerine meşruiyet kazandırmak için tarihi kullanıyorlardı. Türkleri geldikleri yerlere sürmeyi amaçlıyorlardı. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın ortaya çıkarak Türk milletinin kaderini milletle birlikte çizmeye kalkması yapılan hesapları bozdu. Öğrencilik yıllarından beri tarihe ayrı bir önem veren Mustafa Kemal Paşa, Türklerin tarihteki rollerini çok iyi özümsemişti. Elde ettiği tarih bilinciyle birlikte yenilmiş, moral çöküntüsü içine düşmüş, gücünü kaybetmiş bir milleti tabandan başlayarak Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri içinde örgütleyip “ya istiklal ya ölüm” parolası ile ayağa kaldırmış ve verdiği İstiklal Savaşı ile Misak-ı Millî sınırları içinde üniter, millî ve tam bağımsız bir devlet kurmuştur. Yeni Türkiye Devleti kuruluş sürecini tamamlarken çağı yakalamak için devlet ve toplum yaşamında büyük dönüşümler yaparak dünya devletleri arasında saygın bir yer kazanırken; Fransızca yazılan bir ders kitabında Türklerin sarı ırktan ikinci sınıf (secondaire) bir millet olarak gösterilmesi tarih çalışmalarının fitilini ateşlemiştir. Çalışmalar önce Türk Ocağı çatısı altında sürdürülmüştür. 10 Nisan 1931’de Türk Ocağı kapatılınca Atatürk’ün koruyucu başkanlığı altında devletten bağımsız tarih araştırmaları yapmak amacıyla Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulmuştur (15 Nisan 1931). Bu cemiyet 1935’te Türkçedeki sadeleşmeye paralel olarak Türk Tarih Kurumu adını alacaktır.
Atatürk’ün tarih çalışmalarında öncelikle aydınlatılmasını istediği konuları şöyle sıralamak mümkündür.
• Türkiye’nin en eski ve yerli halkı kimdir?
• Türkiye’de ilk medeniyet nerede ve kimler tarafından kurulmuştur?
• Türklerin Dünya tarihindeki ve uygarlık tarihindeki yeri nedir?
• Türklerin İslam tarihindeki yeri nedir?
• Türklerin Anadolu’da bir aşiretten bir devlet kurmaları efsanedir, bunun gerçek açıklaması nedir?
Tarih, geçmişe sığınma aracı değildir. İnsanlığın yarattığı değerleri ortaya çıkararak çağdaş uygarlığa ulaşma ve barış içinde yaşamanın yollarını gösteren bir araçtır. Atatürk “Büyük devlet kuran ecdadımız büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak tetkik etmek Türklüğe ve cihana bildirmek bir borçtur.” “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” sözleriyle bu konuya verdiği önemi dile getirmiştir.
KÜLTÜR ÇALIŞMALARI
Her milletin kendine özgü bir yaşam biçimi, davranış kalıpları vardır. Zaman ilerledikçe bunların bazıları eskiyerek bırakılır bazılarına da yeni eklemeler yapılarak kuşaktan kuşağa sürdürülür. İşte farkında olmadan geçmişten alıp gelecek kuşaklara taşıdığımız maddi ve manevi değerler, davranış kalıpları, yaşam biçimi bizim kültürümüzü oluşturur.
Türkler Orta Asya’dan çeşitli coğrafyalara dağılırken kendi kültürlerini de birlikte taşımışlardır. Ancak gittikleri çevrede güçlü bir kültürle karşılaştıklarında zamanla onun içinde asimile olmuşlardır. Kendilerinin güçlü oldukları yerlerde ise kendi kültürlerini sürdürmüşlerdir. Türkler, İslamiyet’i kabul edince İslam kültürü çevresine girmişler ve büyük Selçuklu kültürünü yaratmışlardır. Onu Osmanlı kültürü izlemiştir. Cumhuriyet döneminde ise büyük bir dönüşüm yaşanmıştır.
Atatürk’e göre kültür; “bir insan toplumunun devlet hayatında, düşün hayatında yani bilimde, güzel sanatlarda, ekonomik hayatta, yani tarımda ticarette, kara, deniz ve hava taşımacılığında” yapabildiği şeylerin bileşkesiydi. “Kültür zeminle orantılıdır, o zemin milletin karakteridir”. Öyle ise milletin karakterini ortaya çıkaracak çalışmalar yapmak gerekiyordu. “Eski dönemin hurafelerinden,” “özelliklerimizle hiç de ilişkisi olmayan yabancı fikirlerden”, “Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, millî bir kültür” ile karakterimizi ortaya koyabilir ve çağı yakalayabilirdik. “Millî dehamızın tam gelişmesi ancak böyle bir kültür ile temin olunabilirdi. Atatürk milleti de kültüre dayalı olarak tanımlamış ve “bir kültürden olan insanlardan oluşan topluluğa millet” denir demişti. Millî bağımsızlık ile millî kültürü eş olarak görmüş, bin bir emekle kazanılan millî bağımsızlığın korunması ve sürdürülebilmesi için ;”ulusal kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarma” idealini Türk Milletine bir miras olarak bırakmıştır. Kendi kuşağının yapması gerekenleri saptamış ve bunları birer birer uygulama alanına koymuştu. Dil, tarih ve güzel sanatlar alanında yapılan çalışmalarla millî kültürün araştırılması, incelenmesi, öğretilmesi ve korunması çağdaşlaştırılması mümkün olabilmiştir. Millî kültürü araştırmak, incelemek ve gelecek kuşaklara aktarmak üzere Halkevleri açılmış, Dil Kurumu, Tarih Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi bilim ve kültür kurumları oluşturulmuştur.

GÜZEL SANATLARDAKİ GELİŞMELER
Resim
Fatih Sultan Mehmet, İtalya’dan Gentile Bellini’yi getirterek kendi portresini yaptırmıştır. 1773’te açılan Mühendishane-i Bahri Hümayunda, daha sonra açılan Mühendishane-i Berri-i Hümayunda resme yer verilmesi bir dönüm noktası olmuştur. III.Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan sarayı süslemek için Almanya’dan ressam getirtmiştir. II.Mahmut devlet dairelerine kendi resmini astırmıştır. 1883’te Sanayi Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi) açılmıştır. Mühendishane ve Harbiye’den asker ressamlar yetişmiştir. Çallı İbrahim, Hikmet Onat, Feyhaman Duran gibi ressamlar yetişmiştir. Mustafa Kemal Paşa 22 Ocak 1923’te Bursa şark Sineması’nda yaptığı konuşmada “Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin icap ettiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin tariki terakkide (ilerlemede) yeri yoktur” diyerek toplumların ilerlemesinde sanatın yerini belirtmiştir. İşte bu düşünceyle ilk ve ortaöğretim programlarına resim dersi konmuş, resim öğretmeni yetiştirmek üzere Gazi Eğitim Enstitüsü açılmış (1926), Sanayi Nefise Mektebi Güzel Sanatlar Akademisi’ne dönüştürülerek mimarlık ve heykelcilik bölümleri eklenmiştir. Sanatçılar teşvik edilmiş, sergiler açılmış, sergilerden eserler alınarak sanatçılara yardım edilmiştir. Devletin çeşitli kurumları sanatçılara resim ısmarlamış ancak içeriğine karışmamıştır. Sanatçılar Millî Mücadele’yi, yapılan devrimleri konu alan çeşitli resimler yapmışlar, 1933’te Ankara Halkevinde Onuncu Yıl İnkılap Sergisi açmışlardır.

Heykel
Osmanlı İmparatorluğu döneminde heykelcilik gelişmemişti. Daha 1923’te Dünyada gelişmiş ve gelişmek isteyen milletlerin heykel yapmalarını ve heykeltıraş yetiştirmelerini isteyen Mustafa Kemal Atatürk; “Münevver ve dindar olan milletimiz, ilerlemenin nedenlerinden biri olan heykeltıraşlığı azami derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesi ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıratını güzel heykellerle dünyaya ilan edecektir” diyerek gelecek cumhuriyet kuşaklarına mesaj vermiştir. Nitekim O “Sinan’ın heykelini yapınız” diyerek ilk direktifini de vermiştir.

Müzecilik
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığında oluşan ilk hükûmet eski eserlerin derlenmesi ve korunması için Eski Eserler Müdürlüğünün kurulmasını programına almıştı.1924 yılında Topkapı Sarayını bazı bölümleri müzeye dönüştürülmüş, 1925’te Millî Saraylar idaresi kurulmuştur. 1925’te Ankara’da Etnografya Müzesi’nin temeli atılmıştır. 1927’de Konya Mevlana Müzesi açılmıştır. 1934 yılında bakanlar kurulu kararıyla Ayasofya müze haline getirilmiş ve 1937’de Dolmabahçe Sarayı’ndaki Veliaht Dairesi, Resim ve Heykel Müzesi’ne dönüştürülmüştür. 1931 yılında Atatürk’ün çıktığı bir yurt gezisinde Başbakan İsmet Paşa’ya yazdığı telgrafta Türk kültürünün başyapıtı niteliğindeki eserlerin onarılmasını, ordunun kullanımında olanların boşaltılmasını, müzelerde bulunan eserlerin envanterlerinin çıkarılmasını, yurt dışına gönderilen öğrenciler arasında arkeoloji dalında eğitim alacaklara da yer verilmesini istemesi kültürel değerlere verdiği önemi göstermektedir.

Müzik
Müzik, kişinin düşüncelerini sesle anlatmasıdır. Bu nedenle de evrenseldir. İnsanlığın var oluşuyla birlikte başlamıştır. Müzik tek sesli ve çok sesli olarak ikiye ayrılır. Bunun yanında enstrümantal ve sözlü olarak ta ayrılabilir. Genellikle halk müziği olarak bilinen Türk müziğinin tarihi Orta Asya’ya dayanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde mehter müziğine önem verilmiş ancak yeniçeri ocağının kapatılmasıyla mehterhane de kapatılmıştır. II. Mahmut onun yerine Mızıka-i Hümayun adı altında bir askerî bando kurdurmuştur. Abdülmecit döneminde sarayda konserler verilmeye başlanmıştır. Çocuklar için müzik eğitimi Darül bedayinin açılması ile başlamış onu Darülelhan izlemiştir. “Musiki ile alakası olmayan mahlukat insan değildir” diyen Atatürk musikinin geliştirilmesine de büyük bir önem vermiştir. Cumhuriyet döneminde okullara müzik dersi konunca bu dersi öğretecek öğretmenleri yetiştirmek üzere 1924’te Musiki Muallim Mektebi açılmıştır. Darülelhan da konservatuara dönüştürülmüştür. Atatürk, “Bugün dinlettirilmek istenilen musiki yüz ağartacak derecede olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir” sözleriyle yapılması gerekenleri ifade etmiştir. Musiki Muallim Mektebi, Millî Musiki ve Temsil Akademisine dönüştürülmüş daha sonra da bu ad Ankara Konservatuarı olarak değiştirilmiştir. Çok sesli müzik konusunda Batılı müzik adamlarının bilgi ve birikimlerinden istifade etmek gerekli görülmüştür. Bu amaçla 1935’te Paul Hindemith Ankara’ya çağrılmış ve onun görüşleri doğrultusunda hareket edilmiştir. Carl Ebert’in Müdürlüğe atanmasından sonra konservatuar kuruluşunu tamamlamıştır. Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses, Cemal Reşit Rey gibi çok sesli müzik alanında batıda eğitim gören kişiler konservatuarda görev alarak Türk gençlerinin yetişmelerine katkıda bulunmuşlardır. Mızıka-i Hümayun Ankara’ya getirtilerek önce Cumhurbaşkanlığı Musiki Heyeti daha sonra da(1933’te) Cumhurbaşkanı Filarmoni Orkestrası olarak adlandırılmıştır.

Opera, Bale, Tiyatro ve Sinema

Opera ve balenin ülkemizde yer almasında Atatürk’ün kişisel çabaları etkili olmuştur. Daha Sofya’da Ataşemiliter iken izlediği Carmen (Karmen) operasından etkilenen Atatürk, Opera’nın Türk kültür yaşamına girmesinde de öncü olmuştur.
İlk millî opera denemesi İran şahı Rıza şah Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti üzerine, 1934’te Librettosu (metni) Münir Hayri Egeli tarafından yazılan, bestesi Adnan Saygun tarafından yapılan Özsoy Operası olmuştur.
Türk toplumunun yaşamında kukla, karagöz ve ortaoyunu XIX. yüzyıl ortalarına kadar belirleyicidir. Aynı dönemde Batı tiyatrosu da toplumun yaşamına girmiştir. Türklerle iç içe yaşayan Ermeniler tiyatro oyunlarına önem vermişlerdir. Kendi milletleri yanında Türkler için de Türkçe eserler sahneye koymuşlardır. Güllü Agop’a Osmanlı Tiyatrosu oluşturma yetkisi verilmiştir. Türk erkekleri burada sahneye çıkmaya başlamışlardır. Abdülmecit ve II.Abdülhamid gibi padişahlar da oturdukları sarayda tiyatro yaptırmıştır. Saray tiyatrolarında yabancı tiyatro grupları gösterilerini yaparken yerli temsillerde kadın rolünü ya Müslüman olmayan kesimlerin kızları ya da kadın kılığına sokulmuş zenne adı verilen kişiler üslenmişti. 1914’te kurulan ancak gösterilere 1916’da başlayan Darülbedayide Afife Jale adlı Türk kızı ilk kez rol almıştır. Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş Savaşı sırasında halkın bozulan moralini düzeltmek ve bazı muhtaç kesimlere yardım etmek için tiyatrolar düzenlenmiştir. 1923’te İzmir’de temsil veren Darülbedayi’de Bedia Muvahhit’in rol almasını Mustafa Kemal Paşa da desteklemiş ve “Darülbedayi bu memleketin sanat hayatında çok sevimli ve çok sevilen bir çiçektir. Türk hanımlarının katılmasıyla bu çiçek daha serpilecek, daha sevimli bir hâle gelecektir” diyerek kadınların da rol alması gerektiğini açıkça belirtmiştir. Darülbedayi’nin başına 1927’de Muhsin Ertuğrul’un getirilmesi Türk tiyatro tarihinde bir dönüm noktası olmuş, basit komedi türleri yerine Shakespeare, Moliere, Tolstoy, Schiller, Musahipzade Celal, Halit Fahri, Faruk Nafiz gibi yabancı ve yerli tanınmış yazarların eserleri sahneye konulmuştur. Darülbedayi 1934’te şehir Tiyatrosu adını alarak Türk kültürünün gelişmesine kaynaklık eden bir kurum hâline gelmiştir. Bu dönemde sinema da kültürel gelişmede önemli bir araç olmuştur. XIX. yüzyılın sonlarında Avrupa’da doğan sinema aynı dönemde Osmanlı sarayına da girmiştir. İlk sinema salonu İstanbul’da 1908’de açılmıştır. 1914’te film çekimleri başlamıştır. Ardından Ordu Sinema Dairesi kurulmuştur. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sürecinde dar bütçe ve kısıtlı olanaklara rağmen bazı filmler çekilmiştir. Cumhuriyet döneminde ise Muhsin Ertuğrul’un İpek film adına çalışması Türk sineması için bir dönemeç olmuştur. Atatürk çekilecek bir film için poz da vermiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında sinema, eğlencenin yanında bir eğitim aracı olarak görülmüştür. Bu nedenle de Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağlı bir kurum olan halkevlerinde çeşitli filmler gösterilmesi için makineler, filmler alınmış, halk bir yandan eğlendirilirken diğer yandan da bilinçlendirilmeye, güzel sanatlardan aldığı zevk yükseltilmeye çalışılmıştır. Sovyet sinemacılarından da yararlanılmış ve 1934’te “Türkiye’nin kalbi Ankara” adlı film Sovyetler Birliği sinemacılarınca çekilmiştir. Bunun yanında “Türk İnkılabında Terakki Hamleleri” adlı bir film daha çekilmiş ve resmî günlerde halka izlettirilmiştir.
***************************************
YENİ TÜRK DEVLETİ’NİN DIŞ İLİŞKİLERİ (1923-1938)
Milli mücadele sürecindeki dış politika hedefimiz her zaman 2 tane olmuştur: Misak-ı Millî’nin gerçekleştirilmesi ve ne pahasına olursa olsun bağımsızlığın esas alınması.
Türkiye’nin modern anlamda bir millî devlet olarak uluslararası alanda meşruiyet kazanması Lozan Konferansı ile gerçekleşmiştir. 1923-30 yılları arasında Türk Dış Politikası, çeşitli sebeplerle kesinleşmeyen problemleri Lozan’da görüşmüş: Bu konular İngiltere ile Musul Sorunu, Fransa ile Kapitülasyonlar, Hatay ve diğer sorunlar, Yunanistan ile Ahali Mübadelesi olarak sıralanabilir.
I. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ilişkiler, savaşı kazanan devletlerle kaybedenler arasında şu şekilde şekillenmiştir: Galip devletler savaş sonrası oluşturulan uluslararası düzenin devamını isterken; mağlup devletler kendilerine dikte ettirilen ve ağır şartlar taşıyan anlaşmalara tepki gösteriyorlardı. Mağlup devletler, savaş sonrası anlaşmalar çerçevesinde oluşan statükoyu değiştirmek üzere revizyonist olarak adlandırılan bir tutum benimsemişler, buna karşılık galipler kendilerinin belirlediği mevcut durumun korunmasını sağlamaya çalışarak, anti- revizyonist bir tutum benimsemişlerdir. Türkiye, savaştan yenik çıkanlar arasında bulunmasına rağmen revizyonist bir politika izlememiştir. Sebebi: Sevri geçersiz sonuçları elde etme ve milli mücadeledeki tarihi başarı ve zafer.
Atatürk dönemi dış siyasetin ilkeleri:
İlkesel olarak gerçekçilik, hukuka bağlılık, millî siyaset, yurtta sulh cihanda sulh prensipleri ile yürütülmesidir.
Türk dış politikasının temel amaçları
“millî bir devlet kurmak, tam bağımsızlık, taklitçi olmayan bir demokratlaşma ve modernleşme, daha adil bir devletlerarası düzen” dir.

ATATÜRK’ÜN DIŞ POLİTİKASINI YÖNLENDİREN ESASLARI
5 tane esas söz konusudur:
Gerçekçilik
Atatürk’ün dış politikası gerçekçidir, maceradan uzak durmayı hedefler. Bu anlayış karşısındaki devletlerin ne yapacaklarını veya ne yapamayacaklarını, gerçekçi ve doğru şekilde değerlendirmiş olan bir uygulamadır. Asla, teslimiyetçilik ve yılgınlık yoktur.
Tam Bağımsızlık
Osmanlı döneminin iktisadî,
siyasî, malî kısacası her yönden dışa bağımlı yönetimlerini görmüş olan yeni Türkiye’nin kurucu kadrosu için, kurulan devletin gerçek bağımsızlığı en önde gelen amaçtır. Bu bağımsızlık siyasi, iktisadi, mali, askerî ve kültürel açıdan bağımsızlıktı ve bunlardan ödün verilemezdi.
Barışçılık
Bunun en güzel örneği, Millî Mücadele yıllarında verilmiştir. Savaş ortamı içerisinde bile görüşmeler yoluyla barışın sağlanması için her türlü çaba sürdürülmüştür. Atatürk’ün barışçılığı yine onun söylediği “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözüyle Türk Dış Politikasının bir ilkesi hâline gelmiştir.
Akılcılık
Atatürk Türkiye’sinin dış politika anlayışı ideolojik doğmalara, ön yargılı saplantılara değil, akıl üzerine oturtulmuştur. Uluslararası ilişkilerde, tarihî dostluk ve tarihî düşmanlık yerine, değişen şartlar ve karşılıklı yarar ilişkileri esas alınmıştır. Bunların dışında bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumak anlamında Türkiye’nin güvenliğinden duyduğu endişe onun dış politikasına etki etmiştir. 1923-30 yılları arası Batı ile olan problemlerinden dolayı Türkiye, Batılı ülkelere mesafeli durmuş, Sovyetlere ise nispeten mütereddit yaklaşmıştır. 1930 sonrasında ise İtalya’nın yayılmacı politikalarından duyduğu endişelerden ötürü, İngiltere ve Fransa ile iyi ilişkiler içine girmiştir.
Güvenlik Politikası ve İttifaklar Sistemi
Mustafa Kemal, cumhuriyetin kendini koruyabilmesi için ulusal ve uluslararası güvenlik önlemlerini almanın gerekliliğini görmüştü. Bu bakımdan, askerî harcamalar ve ordunun modernleştirilmesi, ülkenin ekonomik yapılanması ile eş zamanlı olarak yürütüldü. Barışın korunması için Türkiye’nin salt kendi gücünün yetersiz kalabileceği durumlarda ülkenin güvenliğini sağlamak için uluslararası politikanın gereği olarak yürütülecek denge politikaları çerçevesinde bölgesel barışın korunması için başka devletlerle ittifaklar yaparak ülkenin güvenliğini sağlamak ilke olarak benimsendi. Bütün bunlara ek olarak Türk dış politikasına yön veren etkenlerden bir diğeri ise Türkiye’nin coğrafi konumuna bağlı olarak yani Türkiye’nin Sovyetlerle komşu oluşu, Boğazların Türkiye’nin kontrolünde oluşu ve Türkiye’nin ekonomik ve stratejik açıdan önemli bir Orta Doğu ülkesi oluşu gibi nedenlerle dış politika belirlenmesinde bu konuma bağlı politikalar üretilmiştir. Nihayet, Türk dış politikasını etkileyen bir diğer unsur olarak, Türkiye’nin incelediğimiz dönemde yaşadığı ekonomik zorlukları da eklemek gerekmektedir. Özellikle, 1929 yılında dünyada yaşanan ekonomik bunalım ve bunun Türkiye’ye yansıması da, bu yönelişe etki etmiştir.

LOZAN’DAN KALAN MESELELER VE BATILI DEVLETLERLE İLİŞKİLER
Türk-İngiliz İlişkileri ve Musul Meselesi
Türkiye’nin bağımsızlığının uluslararası platformda tanındığı Lozan Antlaşması’nın takip etmesiyle iki ülke arasında yaşanan en önemli sorun Lozan Barış Antlaşması’nda uzlaşılamayan ve çözümü ikili görüşmelere bırakılan Musul meselesi olmuştur.
Musul, sahip olduğu zengin petrol kaynakları nedeniyle 19. yüzyıl sonlarından itibaren Batılı devletlerin ilgisini çekmeye başlamıştır. Özellikle İngiltere, I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri’nin diğer üyelerini, Musul’un kendisine verilmesi konusunda ikna etmiştir.
San Remo Konferansı’nda, Fransa ile İngiltere arasında yapılan görüşmelere bağlı olarak, İngiltere’nin Fransa’ya Avrupa ve Orta Doğu’da vereceği desteğe karşılık Musul’u kendi kontrolüne aldı.
Musul ile ilgili olarak
Lozan’daki Türk heyetinin başkanı İsmet Paşa, Türk tezini siyasi, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde açıklamıştır. Türk tezi, Musul ve Süleymaniye bölgeleri halkının büyük çoğunluğunun Türk olduğunu ve bu nedenle Türkiye sınırları içerisinde kalması gerektiği yönündeydi. İsmet Paşa’nın bu anlayışla bölgede halk oylaması yapılması yönündeki teklifi de Lord Curzon tarafından, “Bölge halkının rey verme alışkanlığı olmadığı ve plebisitin amacını anlayamayacakları” gerekçesiyle kabul görmemiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın bu konudaki açıklaması ise şöyledir. “Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarfınazar etmek demek değildir. Belki, bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır. Musul meselesini bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız dersek; bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız.”
Musul sorunu, Milletler Cemiyeti konseyi tarafından 30 Eylül 1924’te görüşülmeye başlandı. Bu görüşmeler sürerken Türk-İngiliz ilişkileri iyice gerginleşti ve Milletler Cemiyeti Türkiye ile İngiltere arasındaki sınır anlaşmazlığına, 29 Ekim 1924 Türkiye-Irak geçici sınırını tespit ederek çözüm buldu. Daha sonra sorunu çözmek üzere, ilgili devletlerle görüşmeler yapmak için bir uluslararası komisyon oluşturuldu.
Misak-ı Millî sınırları içerisinde yer alan Musul’u geri almak için Türkiye açısından, güce başvurmaktan başka çare kalmamıştı. Bununla birlikte ülke içerisinde yaşanan yeni yapılanma ve yukarıda değindiğimiz Şeyh Sait İsyanı gibi iç nedenlerle Misak-ı Millî’den taviz sayılabilecek geri adımı atmak zorunda kalan Türkiye, 5 Haziran 1926’da yaptığı anlaşma ile (Türkiye, İngiltere ve Irak Hükûmeti) Musul’u, İngiltere’nin mandasındaki Irak’a bıraktı. Buna karşılık, Türkiye’ye Musul petrollerinden 25 yıl süre ile %10 pay verilecekti. Ancak, daha sonra yapılan bir düzenleme ile Türkiye bu paydan 500.000 İngiliz lirası karşılığında vazgeçmiştir.
1932 yılından sonra barıştan yana olan Türkiye imajı dünyada giderek kuvvetlenmiş ve bu yeni imajı ile Ankara’nın, gerek komşuları ile ortak savunma paktları kurmak ve güvenlik antlaşmaları yapmak gerekse uluslararası platformlarda üstlendiği yapıcı ve aktif rolün dünya barışına katkısı sıkça vurgulanmaya başlamıştır.
1936 yılında diğer gelişmeler, İngiliz Kralı VII. Edward’ın İstanbul ziyareti ve buna mukabil, İngiliz kralının taç giyme törenine katılmak üzere İsmet İnönü’nün İngiltere ziyareti, Türk-İngiliz ilişkilerinin gelişmesine katkı yapmıştır. 1937 yılında Türkiye’nin dostluk veya tarafsızlık anlaşması fikrine sıcak bakmayan İngiltere, 1938 yılında Türkiye’ye on milyon Sterlinlik kredi verilmesini öngören bir anlaşma imzalamıştır. Bütün bu gelişmeler, 19 Ekim 1939’da Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında imzalanan karşılıklı yardım anlaşmasıyla, ilişkilere yeni bir boyut kazandıracaktır.
1936’da İtalya’nın Balkanlar ve Orta Doğu’da tehditlerini artırması üzerine, önce Fransa’yla anlaşan İngiltere, bir İtalyan saldırısı karşısında İspanya, Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye’ye garanti vermiştir. İspanya’nın bu garantiyi reddetmesine karşılık, diğer devletlerle birlikte, Türkiye bu garantiyi kabul etmiştir. Ayrıca, bu üç devlet de İngiltere’ye garanti vermiştir. Bu karşılıklı garantiler sistemine Akdeniz Paktı adı verilmiştir.

Türk-Fransız İlişkileri ve Hatay’ın Anavatana Katılması
20 Ekim 1921’de Ankara antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşma sadece Türkiye Suriye sınırını çizmekle kalmamış, aynı zamanda Türk-Fransız ilişkilerini de düzenlemişti. Fransa ile İkili ilişkiler Buna göre, taraflar aralarındaki anlaşmazlıkları barışçı yollarla çözecekler ve taraflardan birine silahlı bir saldırı hâlinde, diğeri tarafsız kalacaktır. Ancak Mayıs 1926’da imzalanabilen Dostluk ve İyi Komşuluk Sözleşmesi ile rayına oturmuş. Fransa önceleri imzaya yanaşmadı Türkiye-İngiltere arasındaki Musul problemine göre hareket edecekti. Türkiye kararı milletler cemiyetine bırakınca Musul meselesinde Fransa bu imzaya yanaştı.
Türkiye ile Fransa arasında sorun olan diğer bir konu ise Türkiye’deki Fransız misyoner okulları konusudur. Türk hükûmeti hazırladığı bir yönetmelikle, yabancı okullarda okutulan Tarih ve Coğrafya gibi derslerin Türkçe olarak ve Türk öğretmenler tarafından okutulması ilkesini getirmiştir. Fransa ise buna itiraz etmiştir. Bunun dışında, Fransa ile Türkiye arasında sorun olan diğer bir konu ise Osmanlı borçları konusudur.
Türkiye ile Fransa arasında diğer bir sorun ise, Adana-Mersin demiryolunun satın alınmasıyla ilgilidir. Türkiye’nin iktisadi bağımsızlık politikası doğrultusunda 1929’da çıkarılan bir kanunla, Fransız şirketi tarafından işletilen Adana-Mersin demiryolunu satın almak istemiştir. Bunun üzerine Fransa’yla yaşanan sorun, 1929 Haziran’da yapılan bir anlaşma ile çözüme kavuşmuş ve Adana-Mersin demiryolu Türkiye’ye teslim edilmiştir.
1930’lu yıllarda iki ülke ilişkileri Hatay sorunu etrafında şekillenmiştir. İskenderun Sancağı (burası daha sonra Hatay adıyla anılacaktır)’nda Türkler nüfusun çoğunluğunu teşkil ettikleri için bu bölge Misak-ı Millî hudutları içinde idi. Ancak, 20 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara İtilâfnamesi ile İskenderun Sancağı Türklerine özerklik kazandırılmıştı. Fransa’ya bırakılan Suriye, Lübnan ve Sancak’taki manda yönetimi Milletler Cemiyeti tarafından 29 Eylül 1923’te tasdik edilmiştir. Eylül 1938’de kurulan Hatay Devleti bir yıl kadar bağımsız kaldıktan sonra, 29 Haziran 1939’da Hatay Meclisi son toplantısını yaparak, oy birliğiyle Anavatan’a katılma kararı alacaktır.


Türk-Yunan İlişkileri
Türk-Yunan ilişkilerinde Yunanistan’ın 20.yüzyıl başlarındaki dış politikasının amacını, Anadolu’da Rum nüfusun yaşadığı bölgelerin Yunanistan’a ilhâkı, diğer bir deyişle Megali İdea kapsamında Yunanlıların kaybettikleri toprakların elde edilmesi teşkil etmiştir. Bu politikanın, yani anavatan dışında yaşayan soydaşların bulundukları toprakları devlet sınırlarına dâhil etme politikasının (irredantizm/kurtarımcılık) savunusunu uzun yıllar başbakanlık mevkiinde oturan, Lozan Barış görüşmelerinde Yunanistan temsilcisi olan, Liberal Parti başkanı Eleftherios Venizelos yapmıştır.
Nüfus Mübadelesi
Türkiye ile
Yunanistan arasında “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklularla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu” mübadelesine dair sözleşme ve protokol imzalanmıştır. Tarihte ülkeler arasındaki bu tür nüfus değişimleri gönüllülük esasına dayanmışken, Türkiye ile Yunanistan arasında gerçekleştirilen bu nüfus değişimi, ilk zorunlu nüfus değişimi olarak tarihteki yerini almıştır.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu nüfus değişiminin önemli bir istisnası vardır: Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumları mübadeleye tabi olmamışlardır. Bunun dışında Orta Anadolu’da yaşayan Türkçe konuşan, Millî Mücadele döneminde Ankara Hükûmeti yanında yer alarak Papa Eftim liderliğinde Yunan işgaline ve Rum ayaklanmalarına karşı koyan Karamanlı Ortodoks Türkler de kendilerinin mübadele dışı tutulacağı fikrine sahipken, anlaşmada özellikle dinî kimliğe atıf yapılmış olması dolayısıyla, mübadeleye tabi tutularak Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Yunanistan’da mübadillerin yaşadığı uyum sürecinde, özellikle Türkçeden başka bir dil konuşmamaları ve âdet, gelenek, görenek ve taşıdıkları öz Türkçe isimleri ile Karamanlı Ortodoksların Yunan toplum yapısına uyumları daha da zor olmuştur.
Sözleşmeye göre, elde tam olarak istatistikî bir veri olmamakla birlikte, yaklaşık
1.200.000 Ortodoks Anadolu’dan Yunanistan’a, Yunanistan’da yaşayan 500.000 Müslüman
Türk de Anadolu’ya zorunlu olarak göç etmişlerdir.

Etabli Meselesi
Karma Komisyonun kurulması ve mübadele sürecinin başlaması ile mübadele dışı kalacak İstanbul Rumları ile ilgili olarak uzun süre yaşanacak bir gerginlik ortaya çıkmıştır. İstanbul’da bulunan Rumlardan kimlerin gerçekten burada mütemekkin (ikâmet eden, établi) nüfusu olduğu meselesi ile ilgili olarak, iki devlet farklı tezler ortaya koymuşlardır. Türkiye açısından uygulamada Türk kanunlarının esas alınması gerekmektedir. Dolayısıyla, sadece 30 Ekim 1918’den önce İstanbul Belediye sınırları içinde “yerleşik bulunan” Rumların İstanbul Rumu kabul edilebileceği savunuluyordu. Yunanistan ise mümkün olduğunca fazla sayıda Rum’u İstanbul’da bırakmak amacıyla, belirtilen tarihten önce her ne sebeple olursa olsun İstanbul’da bulunan Rumların mübadeleden muaf tutulması gerektiğini ileri sürmekteydi. Karma Komisyon mesele ile ilgili bir sonuca ulaşamayınca anlaşmazlık Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmüş, ancak bir sonuç alınamamıştır. İki ülke ilişkilerinin gerilmesi ile Yunanistan, Batı Trakya Türklerinin mallarını müsadere ederek bunları Anadolu’dan gelen Rumlara vermiştir. Türkiye de buna cevap olarak, İstanbul Rumlarının mallarına el koymuştur. 1926 yılında Atina’da imzalanan antlaşma da ikili ilişkilerde yaşanan gerginliğe çözüm getirememiştir. Sonuç itibariyle iki ülke 10 Haziran 1930 yılında Ankara’da bir antlaşma imzalamışlardır. Antlaşmaya göre doğum yerleri ve geliş tarihleri ne olursa olsun İstanbul’da bulunan Rumlar mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Mübadillerin ayrıldıkları ülkelerde bıraktıkları malların mülkiyet hakkı bırakılan ülkeye ait olacaktır.

Patrikhâne Meselesi
1924 yılı ve sonrasında bir yıllık bir süreçte yaşanan Patriklik meselesinde tüm dünyaya Türkiye’nin Patrikhane’nin bir Türk kurumu olduğu, evrensel statüsünün tanınmadığı ve dini bir meseleden dolayı içişlerine karışılamayacağı mesajının verilmesi, Türk dış politikası açısından büyük bir öneme sahiptir.
1928 yılına gelindiğinde Türkiye dış politikasında barışçı ve mevcut durumu korumayı hedefleyen (statükocu) bir anlayışla hareket ederken, yıl ortasında Yunanistan’da yapılan seçimleri Venizelos kazanmıştır. Venizelos, dış politikada geçmişten tamamen farklı bir siyaset takip ederek komşu ülkelerle olan meselelerini barışçı ve statükocu bir anlayışla çözmeyi tercih etmiştir. Bunda, özellikle İtalya ve Bulgaristan’ın Akdeniz ve Balkanlarda yayılmacı siyaset takip etmesinin ve bu bağlamda, Bulgaristan’ın Makedonya ve Batı Trakya ile ilgili konularda Yunanistan’la sorunlar yaşamasının önemli bir etkisi vardır. Sonuçta, 1930’lu yıllar, Türk-Yunan ilişkilerinde yakınlaşma esasına dayanan yeni bir dönem olmuştur.
Önce Türkiye-İtalya, daha sonra da Yunanistan-İtalya arasında Tarafsızlık, Uzlaştırma Antlaşması imzalanmışsa da bu yakınlaşmanın bölgede kesin bir istikrar sağlamayacağının, hem Türkiye hem de Yunanistan tarafından fark edilmesiyle Venizelos ve Mustafa Kemal arasında bir yakınlaşma başlamıştır. Tarafların karşılıklı olarak meselelerin barışçı yollarla çözümü gerektiği mesajları vermeleri sonucunda 10 Haziran 1930 tarihinde mübadele meselesinden doğan siyasi ve ekonomik meselelere son noktayı koyan Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre yerleşme tarihleri ve doğum yerleri ne olursa olsun İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türkleri yerleşmiş (établi) kavramı içine dâhil edilmişlerdir. 1Temmuz 1930’da Ankara Antlaşması’nın tasdiki ve uygulamanın başarıyla sonuçlanmasından sonra Türkiye ve Yunanistan için politik yakınlaşma yolu açıldı. İki ülke arasındaki dostça bir dizi politik jest antlaşma imzalanana kadar birbirini izledi.
1937 yılında ise Yunanlı bir heykeltıraşın yapmış olduğu Atatürk Heykeli ve Selanik Belediyesi’nin satın aldığı Atatürk’ün evi Türkiye’ye hediye edilmiştir. İki ülkenin üniversitelerinde karşılıklı olarak kürsüler açılsa da ilişkilerdeki bu olumlu ortam II. Dünya Savaşı ile birlikte sona erecektir.

Türk-İtalyan İlişkileri
Musul sorununun görüşülmesi sırasında, özellikle İngiltere’nin kışkırtmasıyla Mussolini’nin Türkiye karşıtı konuşmaları olmuştur. Ancak Musul sorununun halledilmesi sonrasında İtalya ve Türkiye arasında dostluk ve tarafsızlık anlaşması imzalanmıştır.
1935 yılında İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ise ikili ilişkilerde güvensizliğin yeniden doğmasına sebep olmuştur. Bu saldırı üzerine Milletler Cemiyeti, İtalya’ya karşı zorlama tedbirleri aldı ve barışın korunmasından yana olan Türkiye de ekonomik açıdan zarar görmesine karşın bu tedbirlere katıldı.
Yapılan Akdeniz anlaşması ile İtalya, Akdeniz’de mevcut durumu kabul ettiğini bildirmiş, böylece, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik bir politika takip etmeyeceğini açıklamıştır.
Türk-İtalyan ilişkilerinin 1923-1938 döneminde diplomasi alanında sorunlar yaşanırken ticari ilişkilerin arttığına da işaret etmeliyiz.

Türk-Sovyet İlişkileri
26 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın V.İ. Lenin’e gönderdiği mektup ile Türk hükûmetini ilk tanıyan devlet olarak Sovyetlerle ilişkiler tesis edilmiş, özellikle 1920 yılı Temmuz’unda Moskova’da başlayan ve Ağustos’ta devam eden müzakereler Sovyet Rusya ile yakın ilişkiler kurulmasını beraberinde getirmiştir. Bu müzakereler Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey ve Sovyet Rusya Dış ilişkiler Komiseri Çiçerin idaresinde yürütülmüştür.
Bu süreçte eski İttihatçılar da Enver Paşa’nın öncülüğünde Türkistan coğrafyasında Sovyetler aleyhine faaliyetlere başlamışlardı. Diğer yandan Mustafa Suphi öncülüğündeki Türk komünistler de aynı dönemde Moskova’dan Kırım’a, oradan da Anadolu’ya geçiyorlardı. 1919-1923 arasında Sovyetler ile Türkler arasındaki ilişkilerin birçok farklı boyutu vardı; bununla beraber, tarihî şartlar incelendiğinde, 1919-1930 devresi olaylarının bu iki devletin birbirine yaklaşmasını zaruri hâle getirdiği kolayca anlaşılmaktadır.
Bolşevikler, Trotskiy tarafından kuramsallaştırılan “sürekli devrim” ilkesini benimseyerek başlangıçta İhtilâli yayma ihtiyacı (axiomatic) ve tanınmış sınırlar dâhilinde var olmayı garanti altına alma ihtiyacı (prosaic) üstesinden gelmeyi başardılar.
1917 ile 1923 arasında Rusya’da Sovyet Devrimi, Türkiye’de ise Millî Mücadele yöneticileri arasında oluşan tabii ittifakı ve 1923 sonrası dönemde Stalin’in yavaş yavaş iktidara yerleşmeye başlamasıyla, Türkiye’de kurulan yeni millî devletin devletlerarası sistemde Batı’ya yakın bir safta yer almasına sebep olmuş.
Sovyet Rusya, 1919 Martından itibaren Türkiye’ye bu açıdan bakmış ve bu konudaki ümitlerini Türk millî mücadelesi boyunca devam ettirmiştir. Hatta Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin yayın organı İzvestiya gazetesinde, Türk millî mücadelesinin Asya’daki ilk Sovyet ihtilali olduğunu ilan etmişlerdi. Anadolu’da Mustafa Kemal’in önderliğinde başlayan mücadeleyi yürüten lider kadro ise tamamen farklı düşünüyordu. Sovyetlerden yardım alabilmek gayesiyle kontrol altında tutulmak şartıyla komünist propagandalara bir süre göz yumulmuş ve resmî Türkiye Komünist Fırkası (Partisi) kurulmuştur. Durum tehlikeli bir hâl alınca da, resmî Türkiye Komünist Fırkası kapatılmış ve takibata geçilmiştir. Millî Mücadele sırasında Türk-Sovyet münasebetlerinin ilgi çekici bir yönü de, Sovyetlerin Mustafa Kemal’in Batılılarla uyuşma ve uzlaşması ihtimalinden duydukları endişedir.
Millî Mücadele sonrası Lozan Barış Konferansı döneminde Boğazlar meselesi dolayısıyla Sovyetler konferansa özellikle ilgi göstermiş, Boğazlar Meselesi tartışılırken Konferansa davet edilmiştir. Türkiye, Batılılar karşısında yalnız kalmamak için, Sovyetlerin Konferansa katılmasını özellikle istemiştir. Sovyet heyetinin yayımladığı muhtırada “büyük devletlerin tüm alanlarda, bu arada ekonomi ve maliye konularında olmak üzere, siyasi bağımsızlık ve egemenlik hakkının Türkiye’ye tanınması talebi dile getirilmiştir.” Konferansta Sovyet Rusya’yı Dışişleri Komiseri Çiçerin temsil etmiştir. Sovyetlerin Konferansta hassasiyet gösterdikleri temel konu Boğazların, Karadeniz’e kıyısı olan devletler haricindeki devletlerin harp gemilerine kapalılığı meselesiydi. Temmuz 1923’te varılan uzlaşma ile Boğazlar askerden arındırıldı ve Karadeniz’e kıyısı olan devletler dışındaki devletlerin de belli bir tonajdaki harp gemilerine Boğazlardan geçiş hakkı tanındı. Tabiatıyla bu sonuç Sovyetlerin beklentilerini karşılamadı.
Türk-Sovyet münasebetleri üç unsurun tesiri altında gelişmiştir: Ticari münasebetler, komünizm meselesi ve Türkiye’nin Batı ile münasebetlerini düzeltmesi ve geliştirmesi. Sovyetler Birliği, ticari ve ekonomik münasebetler yoluyla Türkiye’yi nüfuzu altında tutmaya çalışmıştır. Buna karşılık Türkiye, dış ticaretini Sovyetlerin tekeli altına sokmaktan kaçınarak, Batı ile ticari münasebetlerini geliştirmeye özen göstermiştir.
Komünizm meselesine gelince, Lozan’dan sonra Türkiye millî varlığına kavuşunca, komünizme karşı daha hassas davranmış ve bu işi daha sıkı tutmuştur. Komünizm meselesi ile Sovyet-Türk münasebetlerini birbirinden ayrı tutmaya dikkat eden Türk hükûmetinin bu tutumu Sovyetleri hoşnut bırakmamıştır. Sovyetler ise ikili ilişkileri, Türkiye’deki komünizm propagandası ile birlikte değerlendirmiştir.
Ticaret alanında olduğu gibi siyasi alanda da Türkiye’nin Batılı devletlerle uzlaşma yoluna girmesi ve dış politikasını yavaş yavaş Sovyet tekelinden kurtarmaya başlamasının, bu devlet tarafından hoşnutsuzlukla karşılanması normaldi. Türkiye’nin dış münasebetlerinden duydukları endişelere rağmen, Sovyetler Birliği milletlerarası durumu kendileri için henüz güvenli görmediklerinden Türkiye’ye önem vermeye devam etmişlerdir.
Taraflar karadan ve denizden komşu bulundukları devletlerle birbirlerine danışmaksızın herhangi bir siyasi anlaşma yapmama esasını kabul etmişler ve söz konusu anlaşma 1945 Mart’ında Sovyetler Birliği tarafından feshedilinceye kadar yürürlükte kalmıştır. Eğer bu antlaşma yürürlükte kalsaydı, Türkiye’nin NATO’ya girebilmesi söz konusu olmayabilirdi. Esasında Rusya Türkiye’den toprak ve boğazlarda üs taleplerinde bulunarak anlaşmayı feshetmekle Türkiye’nin serbest hareket etmesini imkân vermiştir.
Atatürk gerek Millî Mücadele yıllarında gerekse sonrasında yaptığı çeşitli konuşmalarda Bolşevik sistemi benimsemediğini, komünizmin Türkiye’de yayılmasına karşı olduğunu ortaya koymuş bir devlet adamıdır. Ancak gerek savaş yıllarında gerekse sonrasında Türkiye’nin dış politika konularında, ekonomi ve kültür - sanat faaliyetlerinde en yoğun işbirliği yaptığı devletin Sovyetler Birliği olduğu görülüyor.

BALKAN DEVLETLERİYLE İLİŞKİLER VE BALKAN ANTANTI
Pan-Slavizm ve Pan-Germenizm akımlarının kendilerine nüfuz sahası yaratma çabalarını sürekli Balkanlarda vermiştir. Özellikle, Rusya’nın tarihî emeli olan Akdeniz’e inme planı, bölgede Romenlerin, Bulgarların, Sırpların ve Rumların kendi devletlerini kurma ve Osmanlı Devleti’nin Balkanlarla bağını kesme isteklerini gerçekleştirmelerine katkı sağlamıştır. Balkanlarda savaş sonrası dönemde oluşan güç boşluğunu etnik kimlik ve milliyete dayalı millî yapılanmalar doldurdu. Bu bölgelerde “self-determinasyon” galip Batılı Güçlerin de savunduğu bir siyasi tercihti.
İki savaş arası dönemde Balkan tarihi, millî bütünleşmeyi sağlama ve millî devletler oluşturma yönündeki çabalara tanıklık etti. Bu dönemde Balkan siyasi coğrafyasının bir diğer özelliği, totaliter rejimlerin faşizm ve komünizm akımlarını bu coğrafyaya yayma teşebbüslerine sahne olmasıydı.
Lozan Barış Antlaşması sonrasında genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Yunanistan dışında Balkan ülkeleri ile sorunu kalmamıştır. Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras “Balkanlar, Balkan halklarına aittir” sözünden hareketle, Balkan Paktı’nın kurulması yönündeki fikrin hayata geçirilmesi için çaba sarf etmiştir. Balkanlarda, özellikle Türk-Yunan anlaşmazlığının çözümlenmesinden sonra meydana gelen yakınlaşma, bölgede bir işbirliği havası doğurmuştur denilebilir.
I. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra ekonomik buhranlarla karşılaşan ve geniş topraklar kaybederek Balkan ülkeleri içinde savaştan en zararlı çıkan devlet Bulgaristan’dı. 1927’den sonra ise Bulgaristan’ın revizyonist bir politika takip etmeye başlaması, Balkanlarda iş birliğini zorlaştıran sebeplerden biri olmuştur. İşbirliğinin gecikmesindeki diğer önemli sebep de Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin iyi olmayışı idi.
Türk-Yunan ilişkilerinin iyileşmesinden sonra, 1930-1933 yılları arasında Bulgaristan’ın da katıldığı Balkan Konferanslarında yeni fikirlerin ortaya atılması ve karşılıklı anlayışın yaratılması konularında bazı gelişmeler sağlanmıştı. Ancak İtalya’nın baskıları sonunda Arnavutluk ve Bulgaristan delegeleri konferanstan çekilmişlerdir. Bulgaristan’ın Balkan Birliğine katılmasını engelleyen iki mesele vardı: Azınlıkların haklarının korunması (Makedonya’da önemli miktarda Bulgar azınlığı vardı), diğeri ise Ege Denizi’ne çıkabilmek için Bulgaristan’a bir mahreç(çıkış) verilmesi. Ancak 1933’te Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan ve tarafların Trakya sınırını garanti eden Samimi Anlaşma Misakı, bu imkânı ortadan kaldırmıştı. Zira, aynı yıl Almanya’da Nazi Partisi’nin iktidara gelmesi, Avrupa’da revizyonist gelişmelere zemin hazırlamıştı. Balkanlardaki Alman ve İtalyan baskısı giderek artıyordu. Arnavutluk, İtalya’nın kontrolü altına girmişti. Bu durumda Balkanlarda Türkiye’nin önderliğini yaptığı statükocu devletler, aralarında yaptıkları ikili anlaşmaları birleştirerek dört devletin katılımıyla Balkan Paktı’nı imzaladılar (9 Şubat 1934). Bu anlaşma ile Türkiye-Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya sınırlarını karşılıklı olarak garanti ediyorlar, birbirlerine danışmadan herhangi bir Balkan devletiyle birlikte bir siyasi harekette bulunmamayı ve herhangi bir siyasi anlaşma yapmamayı taahhüt ediyorlardı. Antant ile birlikte imzalanan bir gizli anlaşmaya göre, taraflardan biri Balkanlı olmayan bir devletin saldırısına uğrarsa ve Balkanlı bir devlet de saldırgana yardım ederse diğer taraflar bu Balkanlı devlete karşı birlikte savaşa gireceklerdi. Fakat Türkiye, eğer bir Romen-Rus çatışması çıkarsa Romanya’ya yardım etmeyeceğini Sovyet Rusya’ya bildirmiş, Yunanistan ise protokolün kendisini İtalya ile bir çatışmaya götürmeyeceği konusunda teminat vermiştir. Bu gibi sebeplerle zayıf doğan anlaşma, etkili bir iş birliğinin doğmasını sağlayamamıştır.

DOĞULU DEVLETLERLE İLİŞKİLER VE SADABAT PAKTI
İtalya’nın bölgedeki yayılmacı emellerine karşı tedbirler almak ihtiyacını duyan Orta Doğu devletlerinden İran’ın teşebbüsü üzerine, Cenevre’de 2 Ekim 1935’te Türkiye, İran ve Irak arasında üçlü bir anlaşma parafe edilmişti. Nihayet, İran ile Irak arasındaki sınır anlaşmazlıkları Türkiye’nin gayretiyle ortadan kalktı. Bu esnada, Afganistan da anlaşmaya katılacağını bildirince, 8 Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabad Sarayı’nda Türkiye-İran-Irak ve Afganistan arasında Sadabad Paktı adını alan anlaşma imzalandı. 5 yıl süreyle imzalanan bu anlaşmayla taraflar; Milletler Cemiyeti ve Briand-Kellog Paktına bağlı kalmayı, birbirlerinin içişlerine karışmamayı, ortak sınırlara saygı göstermeyi, birbirlerine karşı herhangi bir saldırıya girişmemeyi taahhüt ediyorlardı. Öte yandan bu ittifak karşılıklı yardım ve askerî yükümlülükler içermiyordu. Böylece Türkiye, batıda ve doğuda bir güvenlik sistemi kurmuş ve kendisi için önemli olan bu iki bölgede barış politikasını kuvvetlendirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar varlığını sürdüren Pakt, 1955’te Bağdat Paktı’nın kurulması üzerine önemini yitirecektir.

TÜRKİYE’NİN MİLLETLER CEMİYETİ’NE GİRİŞİ
Türkiye’nin Cemiyetin ilkeleriyle doğrudan bir sorunu olmamasına rağmen, Lozan’da halledilemeyen Musul meselesinin halli sırasında yaşananlar dolayısıyla bir çekincesi vardı. Türkiye’nin Mustafa Kemal önderliğinde yürüttüğü çok taraşı dış politika, Misak-ı Millî konusunda Lozan’da tam anlamıyla tatmin olmasa da savaş sonrası dünya düzeninde hoşnut ülkeler arasında, yani statükocu devletler safında yer alıyordu. Türkiye sorunlarını karşılıklı görüşmeler ve uluslararası mutabakatla gerçekleştirme yolunu seçiyordu. İki savaş arası dünyada Milletler Cemiyeti ilkelerinin ihlal edildiği bir ortamda, Türkiye’nin barışçı tavrı Batılı ülkelerin, özellikle de İngiltere’nin takdirini kazanıyordu. Ayrıca Türkiye, 1928 tarihli Briand-Kellogg Misakını imzalamış ve silahsızlanma konferansına da katılmıştı. Türkiye’nin cemiyete girişi, İspanya temsilcisinin
girişimi ve Yunan temsilcinin desteği üzerine, oy birliği kabulüyle gerçekleşmiştir.

MONTRÖ BO⁄AZLAR SÖZLEŞMESİ
Türkiye’nin egemenlik haklarıyla çelişkili iki madde sözleşmeye dâhil edilmiştir. Bunlardan ilki, boğazlar trafiğini düzenleyecek ve buradan geçecek vasıtaların denetlemesi görevlerini üstlenecek Boğazlar Komisyonunun kurulmasıdır. Diğer madde ise Türkiye’nin güvenliği için oldukça önemli olan Boğazlar ve Marmara’nın askerden arındırılması ve silahsızlandırılmasıdır. Japonya’nın Mançurya’ya karşı saldırgan bir politika izlemesi ve bu devletin Milletler Cemiyetinden ayrılması, Türkiye’yi endişelerini giderme ve bu amaçla Boğazlardaki silahsızlandırma kaydını kaldırma çabalarına sevk etmiştir. “herkes için eşit güvenlik sistemi çerçevesinde silahlanma eşitliğini tanıyan” Mac Donald planının kabul edilmesiyle Türkiye, Boğazların silahsızlandırılması ile ilgili hükümlerin iptal edilmesini ilk kez ve resmen talep etmiştir. Ancak Türkiye’nin talebi silahsızlanma konferansı ile doğrudan ilgili görülmediği için kabul edilmemiştir. Buna rağmen Türk hükûmeti, Boğazları silahlardan arındırma ve askersiz hâle getirme yükümlülüğünden kurtulmak için her fırsatı değerlendirmeye çalışmıştır. 1933-1936 yılları arasında beliren çeşitli fırsatları kullanarak konuyu gündemde tutmuş ve girişimlerde bulunmuştur. Bu girişimlerin neticesinde, İngiltere Türkiye’nin Boğazlar konusunda yaptığı girişimleri daha fazla engelleyemeyeceğini anlamıştır. Nihayet 29 Ocak 1936’da, İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin uygun yöntemlerle Boğazlar sorununu gündeme getirmesi hâlinde, İngiltere’nin silahlanma fikrine karşı çıkmamasını kararlaştırdı. Mart 1936’da İngiliz Hariciye Nazırı Eden’i ziyaret eden Tevfik Rüştü Aras, İtalya’nın On iki Adaları askeri yönden güçlendirmesinden duyulan rahatsızlığı dile getirdi. Bu hamlenin Süveyş Kanalı’na ve Çanakkale Boğazı’na hükmetmek amaçlı olduğun dikkat çeken Aras, İtalya’nın Çanakkale Boğazı’na birkaç saatlik mesafede böylesine güçlendirilmiş adalara sahip olmasına karşın Türkiye’nin savunmasının engellemesinin tahammül edilemezliğine işaret etmiştir. Yapılan uzun tartışmalardan sonra, 15 Temmuz günü uzlaşmaya varıldı. Üç gün içinde de nihai metin üstünde anlaşıldı. 20 Temmuz 1936’da ise Montreux Boğazlar Sözleşmesi düzenlenen törenle imzalandı. Sözleşmeye ek olan protokol hükümleri gereğince aynı gün gece yarısı 30 bin kişilik bir Türk gücü Boğazlar bölgesine girdi. Böylece Atatürk döneminde Lozan’ın getirdiği önemli bir kısıtlama daha ortadan kaldırılmış oluyordu. Günümüzde Boğazlardan geçen gemi trafiğinin denetimsizliğinin yarattığı sorun sözleşmenin 2. Maddesinden kaynaklanmaktadır. Buna göre: “Barış zamanında, ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun, (sağlık denetimi dışında), hiç bir formaliteye tabi tutulmaksızın Boğazlardan geçiş ve gidiş-geliş tam özgürlüğünden yararlanacaklardır. Boğazların bir limanına uğramaksızın transit geçerken, Türk makamlarınca alınması işbu sözleşmenin I sayılı ekinde öngörülen vergilerden ve harçlardan başka, bu gemilerden hiçbir vergi ya da harç alınmayacaktır. Kılavuzluk ve yedekçilik isteğe bağlı kalmaktadır”. Günümüzde çok büyük hızla artan gemi tonajları ve taşınan maddelerin cins ve mahiyeti boğazın iki yakasının emniyetine ciddi manada tehdit oluşturmaktadır. Bilhassa isteğe bağlı kılavuzluk hizmetlerinin boğaza kıyısı olan şehirlerin emniyeti için mecburi hâle getirilmesi gerekmektedir.
************************************************** *******​