AÖF FİLM ve VİDEO KÜLTÜRÜ DERSİ ÖZETİ
Her film duygu ve düşünce aktarımını sinemanın anlatım araçlarıyla ve bir düzenleme yaparak gerçekleştirir. Sinemanın başlıca anlatım araçları, misansen, çerçeve içindeki görüntü, kamera hareketleri, kurgu ve sestir. Bir filmin her bir sahnesinin düzenlenmesine Mizansen denir. Başka bir deyişle mizansen, senaryodaki sahnelerin oyuncular, dekor, ışık, kostüm yardımıyla kamera önünde oynanması, sahnelenmesidir. Oyuncular, canlandırdıkları karakteri yansıtacak kostüm ve makyajla sahnenin anlamına uygun bir aydınlatma içinde, kurulmuş bir dekorda ya da gerçek bir mekânda rollerini oynarlar. Kamera da bu oyunu kaydeder. Böylece filmin her bir sahnesinde gördüğümüz şeyler düzenlenmiş olur. Görüntünün fotoğrafik özellikleri de, anlatılmak istenen düşünceyi ve seyircide uyandırılmak istenen duyguyu etkiler. Farklı özellikteki objektifler, kameranın konumu, hareketi, görüntü içindeki öğelerin ışık, netlik ve hareket aracılığıyla düzenlenişi anlamı etkiler. Geniş açıyla ya da teleobjektifle çekilmiş bir görüntünün anlamı ve etkisi normal açılı objektif kullanıldığında oluşandan farklıdır. Kamera nesneleri genellikle insanın göz düzeyine yakın bir yükseklikten kaydeder. Bu düzey değiştiğinde, daha aşağıda ya da yukarıda bir açı oluştuğunda görüntüdeki nesneleri algılayışımız değişir. Kamera nesneleri kaydederken genellikle nesnel bakış açısını korur. Kimi zaman ise filmdeki karakterlerden birinin gözü yerine geçer ve olayları öznel bakış açısıyla gösterir. Kamera hareketleri nesnelerin hareketini izlemeye, seyircinin dikkatini, bakışını yönlendirmeye, anlamı güçlendirmeye, çekimin ritmini oluşturmaya yarar.
Kurgu, hem çekim ve sahnelerin artarda eklenmesini sağlayarak hem de hareketin hızını, ritmi, öykünün anlatılma biçimini belirleyerek anlam yaratma sürecine önemli bir katkıda bulunur. Kurgu, karakterin gerilimini, olayların akışındaki hızı, karakterler arasındaki ilişkileri seyirciye yansıtır. Öykünün belli bir mantık içinde anlatılmasını sağlar.
Ses ise, görsel olmayan ama filmin seyirci üzerinde yaratacağı duygusal ve düşünsel etkiye büyük ölçüde katılan anlatım aracıdır. Sesin kaynağı filmin anlattığı öyküde gördüğümüz karakterlere, mekanlara, doğaya ya da nesnelere aitse bu diejetik sestir. Sesin kaynağı filmin anlattığı öyküdeki karakterlerin, nesnelerin, doğanın dışında bir yerden ya da o anda görmediğimiz bir kaynaktan geliyorsa bu da diejetik olmayan sestir.
Anlatılar, tarzları ve yapıları açısından klasik, modern ve postmodern anlatılar olarak ele alınabilir. Bunlardan klasik anlatı, sonucu belli olan anlatılara denir. Klasik bir anlatı karakter, çatışma ve olay örgüsü gibi dramatik yapıyı oluşturan öğeleri içerir. Klasik anlatılar, seyircide gerçeklik izlenimi yaratırlar. Klasik anlatılarda olay örgüsünün biçimi çok belirleyici olmakla birlikte, olaylar doğrusal biçimde birbirlerine eklenir ve olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkileri oldukça güçlüdür. Bu durum aslında zaman, mekan ve eylemde sürekliliğin korumak içindir. Genellikle olaylar bir karakterin çevresinde döner. Bazı karakterler daha yüzeysel yansıtılır ve filmin öyküsü içinde çok fazla yer kaplamazken; bazıları tüm film boyunca en ayrıntılı biçimde anlatılır. Karakter, ruhsal, toplumsal ve fiziksel olmak üzere üç boyuttan oluşur. Filmlerde karakterlerin içine girdiği birçok çatışmaya şahit olunabilir. Çatışmalar iç ve dış çatışma şeklinde farklı türlerde olabilir. Modern anlatılar, varolan gelenekleri yıkmak, endüstrinin gereklerinin dışında, daha özgür anlatım olanakları bulma çabalarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Modern anlatılar, seyircinin filme düşünsel olarak katılmasını, filmin olayları içinde eriyip gitmek yerine hem anlatılanın ardındaki düşüncelere hem de anlatma biçimine yoğunlaşmasını ister.
Postmodern anlatılar, farklı türlere ait öğelerin bir arada kullanılabildiği, daha önce yapılmış filmlerden alıntıların, taklitlerin yapılabildiği, modern anlatıların ciddiliği yerine sinema sanatının oyuncu, taklitçi doğasını öne çıkaran
filmlerdir. Bu tarz filmlerin kendi anlatısını kurma biçimi farklı olmakla birlikte genel tavırlarında ortak olan özellikler de vardır. Kimi filmlerde bu özel-liklerden yalnızca bir kaçına kimi filmlerde ise tümüne rastlamak olanaklıdır. Post-modern anlatılarda, özdüşü-nümsellik, metinler arasılık, alıntı yapma ve kolaj gibi yeni anlatım yöntemleri karşımıza çıkar.
Türkiye sineması son on yılda uluslararası düzeyde ilgiyle izlenen ülke sinemalarından biri haline gelmiştir. Seksenlerden buyana yaşanan dönüşümün ve yeni bir sinemacılar kuşağının ortaya çıkışının yerli sinema için yeni bir dönemin başlangıcı olduğu söylenebilir. Türkiye sineması üzerine yapılan araştırmaların çoğu yerli sinemanın tarihini film yapımıyla başlatma eğili-mindedir. Ancak sinemanın Osmanlı Türkiye'sindeki ilk yıllarındaki duruma ilişkin olarak özellikle yabancı filmlerin dağıtım ve gösteriminden söz etmek daha doğru olacaktır. Türkiye sinemasında canlanma ikinci dünya savaşı sonrasında gerçekleşmiştir. Özellikle büyük kentlerde popüler bir eğlence aracı haline gelen sinema, ulaştırma ve kentleşme alanlarında gerçekleşen ge-lişmelere paralel olarak küçük Anadolu kentlerine ve köylere kadar yayılmıştır. Böylece yerli sinema bir kitle mecrası haline gelmiş ve giderek kurumsallaşmıştır. İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde Hüseyin Ağa Mahallesi sı-nırları içerisindeki, film yapım şirketlerinin ofisleri, yönetmen, oyuncu ve diğer çalışanları buluşturan aynı çevredeki kahvehanelerin bulunduğu Yeşilçam So-kak'dan adını alan Yeşilçam sineması, 1050'lerle 1980'le-rin ilk yılları arasında Türkiye'de hâkim olan belli bir film yapım anlayışını temsil eder. Yeşilçam sineması, Türkiye'de sinemayı popülerleştirmiştir. Yeşilçam filmlerinde aile, öykü örgüsününü belli çatışma noktalarının ortaya çıkmasına aracı olan temel bir toplumsal kurumdur. İftira, yanlış anlama, ihanet, intikam, onur, sınıfsal farklılıklar, ayrılık ya da yeniden birleşme üzerine kurulu duygusal bir anlatıda çatışmalı durumlara yol açan unsurlardır. Yeşilçam sineması kendi popüler film
türlerini üretmiştir. Melodram bu sinemanın başat türüdür. Yeşilçam'ın işleyişindeki en belirleyici unsur yıldız oyunculardır. Filmlerin türleri ve hikâye örgüleri onlara göre belirlenir. Öte yandan Yeşilçam döneminde artan film ve yapım şirketi sayıları, yeterli bir altyapıya sahip olmayan sinema sektörünün sarsıntı yaşamasına neden olmuştur. Ham film ve diğer teknik araç gereç açısın-dan dışa bağımlı olan yerli sinema, renkli filme geçildikten sonra maliyetlerin de artmasıyla kronik bir kriz sürecine girmiştir. Sinemamız için seksenli yıllar, 1970'lerde başlayan krizin giderek derinleştiği bir dönemdi. 1960'larda ve 1970'lerde ortalama 200 civarında olan film yapım sayısı 1980'lerin ilk yarısında 70'lere düşmüş, aynı dönemin ikinci yarısında, yerli sinemanın imdadına koşan video sektörünün yarattığı pazar için yapılan filmlerle bu sayı 100'ü biraz geçebilmiştir. Türkiye filmlerinin 1990'ların ilk yarısındaki toplam pazar payı % 1-2 civarındadır. Ancak aynı dönemin ikinci yarısında başlayan canlanma, Türkiye sinemasını on yıl içinde bambaşka bir noktaya getirmiştir. Durum, 1996'dan itibaren birlikte değişmeye başlamıştır. İkibin-li yılların başında yerli filmlerin izlenme oranı hızla yükselmeye başlar. 1990'larda Hollywood filmleri seyirciyi yeniden salonlara çekmişken, yeni dönemde seyirci sayısının artmasında yerli filmler etkili olmaktadır. 1980'lerde Türkiye sinemasının yapım sektöründeki değişim sonucunda, yapımcı ve yönetmenler kişisel ifade-ye öncelik veren daha yaratıcı projelere yönelmişlerdir. Öte yandan sansürün yumuşaması sinemacılar için daha liberal bir ortam oluşturmuş ve devletin yerli sinemaya yaklaşımı, sektörle daha olumlu bir biçimde ilgilenmek, özellikle "sanat filmleri"ni desteklemek yönünde değişmiştir. Yeni dönemle birlikte yaşanan bir gelişme ise, genellikle ülke içinde büyük gişe başarıları yakalayan popüler yerli filmler için de dış satım olanağının artmış olmasıdır. Popüler filmlerimizin, dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış Çin ve Hint diasporalarının kendi kültürleriyle kurdukları ilişkiye benzer biçimde, özellikle Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiyeli göçmenler de Avrupa merkezli dağıtım şirketler
aracılığıyla bu yeni pazar için önemli bir seyirci potansiyeli oluşturmaktadırlar. Bir başka sinema anlayışı da Türkiye'de sinemanın sınırların ötesine geçmesi ve onun ulus ötesi bir özellik kazanmasının bir başka önemli unsuru ise Almanya'daki Türkiye kökenli yönetmenlerin gerçekleştirdikleri filmlerin ortaya çıkardığı yeni bir sinema anlayışıdır.
Sinemanın başlangıcı olarak nitelendirilen Hollywood sineması ortaya çıkışından bugüne "klasik anlatı" biçimiyle, dünyanın başka coğrafyalarındaki sinemalar üzerinde etkili olmuştur. Klasik anlatı sineması şeffaf, açık ve kolayca anlaşılır bir anlatı olma iddiasındadır. Filmin renk, ses, müzik, kurgu gibi biçimsel öğelerinin anlatının hizmetinde olduğu klasik anlatı formunda izleyici kaçınılmaz sona doğru yönlendirilir. Oyunun adı gerçekmiş gibilik (verisimilute), yani "gerçek"tir. Klasik anlatı, düzenin bozulması ve yeniden kurulması formülüne dayanır. Filmin başında, herhangi bir yerde meydana gelen bir olay, görünürde uyum içindeki bir ailenin düzenini ya da daha büyük bir toplumsal çevredeki uyumu sarsar. Bu, anlatının ilerlemesini sağlayan ne-den-sonuç ilişkisine dayalı bir dizi olaylar zincirini beraberinde getirir. Finalde, anlatının başında ya da ortasına doğru gündeme gelen ve dengeleri bozan sorun ya da sorunlar çözümlenir ve düzen, başlangıçtaki haliyle aynı olmasa bile yeniden sağlanır. Hollywood'un, Batı kültürünün hâlâ baskın bir unsuru olduğu düşünüldüğünde, Avrupa sinemasının kendi kimliğini büyük ölçüde Hollywood'dan farklı biçimde, 'öteki'yle ilişkisi üzerinden inşa ettiği söylenebilir. Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde sinema endüstrileri filmleri daha çok kendi seyircilerini hedefleyerek gerçekleştirmektedir. Böylece, bu sinemalar evrensel olmak iddiasındaki ancak fazlasıyla Amerikan orta sınıfının dünyasını temsil eden Hollywood'un aksine, ulusal kültürel özelliklerine dikkati çekmeyi amaç-lamaktadır.Modernliğin kendisi gibi, onun bir ürünü olarak evrensel olmak iddiası taşıyan 'Sanat filmi'
olgusu da bu bağlamda önem kazanmaktadır. 1980'ler ve sonrasının dünya sinemasındaki en ilgi çekici gelişmelerinden biri de "Yeni İran Sineması"nın or-taya çıkışıdır. Önceleri sinema İran'ın Batı tarafından kültürel sömürgeleştirilmesinin bir aracı olarak görülürken, daha sonrasında kültürel birliğin ve toplumsal bütünleşmenin aracı olarak görülmeye başladı.
Öte yandan, Hollywood filmlerinin rekabeti ile geçmişte olduğu gibi bugün de baş etmek durumunda olan Latin Amerika sinemaları günümüzde eskiye göre daha az marjinal görünmektedirler. Ancak, sinemanın marji-nallikle ilişkilendirilebileceği neredeyse tek coğrafyanın Afrika olduğunu ileri sürmek abartılı olmayacaktır. Afrikalı sinemacılar tarafından yapılan ilk filmler, sömürgeci güçlerden bağımsızlıklarını kazanmış birçok Afrika ülkesinin sosyo-politik gerçeklerini yansıtır. Diğer dünya sinaması örnekleriyle karşılaştırıldığında Asya sinemasının da dünyadaki en dinamik film endüs-trilerinden biri olduğu görülmektedir. Bu kıtada yer alan ülkelerin ekonomileri canlı ve kültürel mirasları zengin olduğundan, sinemaya heyecanla yaklaşılmakta ve çok farklı işler ortaya çıkarılmaktadır. Sinema, artık günümüzde hernekadar biricik ve benzersiz bir eğlence, sanat ve iletişim mecrası olarak de-ğerlendirilmesede ayaktadır ve varlığını etkili bir biçimde sürdürmektedir. Ekonomik, siyasal ve kültürel veçheleriyle birlikte küreselleşme sürecinden kaçınılmaz biçimde etkilenmiş olan ve gerçekte başlangıcından beri uluslararası bir özelliğe sahip bulunan sinema alanında artık daha çok sayıda uluslararası ortak-ya-pımdan, çok kültürlülükten, etnik ve toplumsal cinsiyete dayalı kimliklerin artan temsillerinden, sinema sanatçısı ve teknisyenlerinin küresel ölçekteki hareketliliğinden ve belgeselle kurmacanın iç içe geçtiği ya da avant-garde sinema ile klasik anlatının özelliklerini birlikte taşıyan çağdaş sinema örneklerini dikkate alarak filmsel anlatının giderek melezleştiğinden sözetmek mümkün görünmektedir. Bütün
bunlar da, zaten, sinemanın yeni mecralar karşısında gerilemek bir yana, taptaze ve heyecan verici bir konumda olduğunu anlatan gelişmelerdir.
Radyo ve sinema gibi kitle iletişim araçlarının toplumsal yaşama girişlerinden sonra televizyon yayıncılığını gerçekleştirmek için pek çok mucit ve bilim insanının çaba sarf ettikleri bilinmektedir. Bunlardan birisi, John Logie Baird 1924 yılında Londra'da ilk elektronik görüntüyü aktaran kişi olarak televizyon yayıncılık tarihine adını yazdıran kişi olmuştur. Televizyon yayını ile ilgili çeşitli deneysel çalışmalardan sonra ilk düzenli televizyon yayınları İngiltere ve Almanya'da 1936 yılında başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı yüzünden geçici bir duraklama dönemi yaşayan televizyon yayıncılığına ilişkin çalışmalar savaşın hemen ardından hız kazanmıştır. Alanda öncü sayılabilecek ülkelerden Amerika Birleşik Devletleri'nde NTSC, Almanya'da PAL, Fransa'da SECAM adıyla bilinen birbirinden farklı yayıncılık standartları geliştirilmiştir. Bu durumun başlıca sebebi, siyasi ve ekonomik alanlarda ciddi bir güç ve kazanç kaynağı olacağı kestirilen televizyon yayıncılığında önder olarak söz konusu avantajları sahiplenme isteğidir. Ek olarak, alanda lider olunamazsa da diğer ülkelerde geliştirilen televizyon yayıncılığının salt tüketicisi olarak o ülkelerin yayınlarına tabi olmaktan kaçınma isteğinden söz edilebilir. Ancak, zamanla ortaya çıkan program değişimi ihtiyacı farklı standartlarda üretilmiş televizyon programlarının birbirine dönüştürülmesini sağlayan tekniklerin geliştirilmesine de yol açarak çözüm üretmiştir. Geleneksel karasal yayıncılık sistemi içinde coğrafi engeller yüzünden televizyon yayınlarını izleyemeyenlere yayını ulaştırmak için geliştirilen kablo yayıncılık sistemi zamanla etkili bir yayın iletim sistemine dönüşmüştür. Uyduların televizyon yayıncılığı için kullanılır hale gelmesi ile geleneksel televizyon yayıncılık sistemi, yer istasyonları aracılığı ile iletilen açık karasal yayıncılık, kablolu televizyon yayıncılığı ve uydudan yayıncılıktan oluşan üçlü bir yapıya kavuşmuştur. 1980'li yılların
ikinci yarısından itibaren bilgisayar teknolojisinin televizyon yayıncılığı ile buluşması yayıncılık alanında radikal değişikliklere yol açmıştır. Öncelikle sayısal olarak adlandırılan bir yayıncılık tekniği eski döneme oranla hem çok fazla kanalın yayın yapabilmesine olanak vermiş hem de yayın kalitesinin çok yükselmesini sağlamıştır. Günümüzde yaygın olarak HD yayıncılık adıyla bilinen Yüksek Tanımlı televizyon yayıncılığı hemen her ülkenin benimsediği geleceğin yayıncılık standardı olarak benimsenmiş, ekonomik ve teknik olanakları elveren ülkeler hızla HD yaymcılık standardına geçmiş ya da geçmektedir. Yine, bilgisayar teknolojisinin sağladığı olanaklarla geleneksel yayıncılık uygulamaları sırasında uydu yer istasyonu bağlantısı şeklinde işleyen uydu yayıncılığı tek seçenek olmaktan çıkmıştır. Uydu ile televizyon alıcısının doğrudan bağlantısı şekline dönüşen yeni sistemde yer istasyonlarının aradan çıkarılması ulusal denetim mekanizmalarının da sistemden çıkarılması anlamını taşımakta, bu durum televizyon yayıncılığının içerikler açısından daha da özgürleşmesi anlamına gelmektedir. Öte yandan televizyon yayınlarının Web TV, IPTV, Mobil TV gibi yeni kanallar üzerinden iletilir oluşu gerek girişimciler gerek izleyiciler açısından seçenekleri çoğaltmıştır. Ayrıca sayısal teknoloji tamamen yayıncının kontrolündeki yayın uygulamasını da ortadan kaldırmıştır. Henüz yaygınlık kazanmasa da izleyicinin istediği programı seçme ve istediği saatte izleme özgürlüğünün bulunduğu yayıncılık hizmetleri artık sunulan seçenekler arasındadır.
Televizyon yayınlarının sunduğu hizmetler, yayıncı ve kullanıcılarına sağladığı olanaklar ve potansiyel güçlü etkilerine duyulan inanç yayıncılık örgütlenmesi ve yayın kuruluşlarının yapılanmasına önemli etkide bulunmuştur. Amerika Birleşik Devletlerinde radyo örgütlenmesi ile başlayan ticari örgütlenme modeli televizyon içinde uygulanırken gelişmiş Avrupa ülkelerinde de benzer gelişmeler yaşanmıştır. Radyo yayıncılığının kamusal tekeller şeklinde yapılandırıldığı Avrupa ülkelerinde bu amaçla oluşturulmuş yayıncı kuruluşlar
televizyon yayıncılığını da üstlenmişlerdir. Bin dokuz yüz seksenli yıllarda bilgisayar teknolojisi ve uydu yayıncılığının sunduğu olanaklar televizyonun ticarileşmesini hızlandırmış, kamusal tekeller ortadan kalkarken kamu ve özel olmak üzere ikili bir yayıncılık örgütlenmesi ortaya çıkmıştır. Özellikle kamusal yayıncılığın egemen olduğu dönemde kamu yayın kuruluşlarının gö-revlendirmelerinde açıklıkla görülen işlevler genel olarak yayıncılık amaç ve işlevleri olarak tanımlanmışlardır. Bunlar yayın yapılmakta olan kamuoyunun bilgilendirilmesi, toplumsal ilişkilerin güçlendirilip geliştirilmesi, kültür aktarımı ve eğlence gibi başlıklar altında toplanmaktadırlar. Radyo televizyon yayıncılığının özel girişim eliyle gerçekleştirildiği sistem için bu işlevler mal ve hizmet tanıtımı adıyla anılan bir işlev daha eklenmektedir.
Sayısal iletişim tekniklerinin frekans sınırlılıkları nedeniyle sınırlı olan kanal sayılarını teknik olarak çok daha fazla sayıya çıkarması, uydu aracılığıyla uluslararası yayıncılığın büyük ivme kazanması, hukuksal engellerin azaltılması ile küresel düzeyde yayıncılığın kolaylaşması gibi etkenler ticari yayıncılığın hızla güçlenip yayılmasına yol açmıştır. Böylece televizyon yayıncılığı bir iş kolu haline gelirken ürün ve örgütlenme biçimlerine bakılarak sektörün televizyon veya yayıncılık endüstrisi olarak anıldığı bir döneme girilmiştir. Kapitalist üretim ilişkileri içinde gittikçe fazlalaşan üretim ve güçle-nen dağıtım olanakları paralelinde televizyon etkili bir reklam ve pazarlama aracı olarak kullanılır hale gelmiştir. Televizyonun baskın olarak bu şekilde kullanılır hale gelişine toplumsal etkileri açısından ciddi eleştiriler getirilip Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi önlemler alınmaya çalışılsa da gelişim ticari amaçlı kullanım ve işleyişin gelişmesi yönünde sürmektedir.
Kitle iletişiminin önem kazanmaya başladığı yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, iletişim ve kültür ilişkisi de güçlü bir şekilde vurgulanmaya başlanmıştır. 1950'li
yıllarda kitlesel kullanıma giren televizyon da kültür ve iletişim ilişkisi bağlamında kültür endüstrisinin oluşumunu besleyen önemli bir kitle iletişim aracı olarak toplumbilimcilerin dikkatini çekmiştir. Gözün ulaşabildiğinden da-ha uzağı görme düşlerinden biri olan televizyonun bu öneminin artmasında kişisel, toplumsal ve siyasal gereksinmelerin rolü büyüktür.
Çok geniş bir izleyici kitlesine sahip olması, bu kitlenin birçok alt kültür ve alt izleyici grubunu kapsaması ve çok fazla beğeni kültürüne seslenerek bir bakıma toplumsal bir uyum oluşturma görevi üstlenmesi, televizyonu, diğer kitle iletişim araçları içinde en önemli bilgi kaynağı konumuna sokmuştur. Televizyon da diğer kitle iletişim araçları gibi toplumsal yapıda hakim olan imajları yaratan veya planlayan ileti sistemleri ve sembolleri üretir. Başka bir deyişle çağdaş kültürlerde değişikliği üreten ve aynı zamanda var olan değerleri ve normları sürdüren kültürel bir araçtır. Bu açıdan analiz edildiği zaman çağdaş toplumların bel kemiği olan televizyon, estetik bir nesne olarak da öykü anlatma fonk-siyonuyla bir kültürü sorgulamaktadır. Televizyon kabi-le kökenli öykü anlatımının yeni yüzü olarak kabul edilir. Burada sözü edilen, kabileye özgü ritüel bir yanı olmasıdır. Bu ritüeller kim ve ne olduğumuzu, değerlerin ve tutumların nasıl düzenlendiğini, anlamların nasıl yüklendiğini ve değiştiğini anlamamıza yardım eder. Bu noktadan hareketle televizyon kurumsal bir öykü anla-tıcısıdır ve kültür hakkında tutarlı bir resim çizer. Bir televizyon programını değerlendirirken onu oluşturan ekonomik, politik, teknolojik, artistik, kurumsal, kültürel pek çok unsuru da göz önünde bulundurmak gerekir. Televizyonda yer alan programlar bütünsel ve süreğen bir yapı içerisinde yer alan tek bir metnin parçalarıdır. Televizyonda bize sunulan birbirinden çok farklı pek çok görüntü ve ses mesajını aslında aynı bü-tünün bir parçası olarak değerlendirmemiz gerekir. Bu program parçacıkları birbiriyle köklü bir etkileşim içerisindedir. Televizyon programları tür olarak adlandırılan belli kategoriler içindedir. Televizyon programcılığı tür kavramı
üzerine temellenmiş olarak devamlılık gösterir. Televizyondaki türlerle ilgili yaklaşımlar ve terimler radyo, sinema, edebiyat, tiyatro ve diğer kültürel biçimlerden türemiştir. Türlerin sınıflandırılmasında hem kültürel norm hem de yapım sınırlandırmaları ile ilgili gelenekler vardır. Bu gelenekler izleyici kitlenin kolayca anlamasını ve benzer düzenlemeleri takip etmesini sağlar. Gelenekler program formatlarını, alt türleri, genel özellikleri, karakter tiplerini ve olay örgülerini yaratır. Geleneksel yapı içinde yer alan karakter, öykü, ortam, kostüm, dekor, müzik, ışık, diyalog, görsel biçim gibi ögeler ideolojik anlamlara sahiptir ve bunlar tekrarlar aracılığı ile güçlendirilir. Tür kavramı dönemsel, kültürel ve geleneksel olarak değişime açıktır. Bir dönem "normal" ya da "kabul edilebilir" olarak görülen bir sonraki dönem farklılık gösterebilir ve alışılmış gelenekler değişebilir.
Temsiller, bireylerin algılama biçimlerini dolayısıyla da düşünce ve eylemi etkileme gücüne sahip olmaları ve de ideolojik içerikleri nedeniyle sorgulanmaları gerekmektedir. Temsiller içinde bulunulan kültürden alınırlar ve içselleştirilerek benliğin bir parçası haline gelirler. Toplumsal gerçekliğin inşasında başka bir deyişle toplumsal yaşamın ve toplumsal kurumların şekillenmesinde hangi figür ve sınırların baskın çıkacağı konusunda önemli rol oynarlar. Televizyon bir temsil sistemidir. Televizyon programlarında gördüğümüz televizyon temsilinin pek çok biçimi sıradan vatandaşların kültürel - entelektüel referans çerçevelerini, yaşam deneyim ve öykülerini temel alır. Televizyondaki bir temsil televizyon yapımcılarının algısal süzgeçlerinden etkilenir ve izleyicinin algısal lensleri aracılığı ile görülür. Bu süreçte, programın, içinde bulunduğu kültürün örneklerini, tarzlarını, kostümlerini, sorunlarını ve dilini kullanması önem kazanır. İzleyicinin kabulü imajların algılanmasına bağlıdır. Televizyon izleyicisi anlamı temsil aracılığı ile oluşturur. Bu anlamlandırma sürecinde stereotipler önem kazanır. Televizyon, insanların çevresindeki dünya ile ilgili mesajların güçlendirildiği streotiplerle doludur. Kültürel inanç ve değerlerin önemli göstergeleri olan stereotiplerin diğerleri ile ilgili algılarımız ve davranışları ile ilgili yargılamalarımız üzerinde büyük etkisi vardır. Televizyon temsilleri üzerindeki hegemonik mücadele stereotipler ile daha da güçlendiririr.
Sanayi Devrimi çok büyük miktarda üretim yapılabilmesinin yanında toplumsal hayat üzerinde de önemli etkilere neden olmuştur. Sadece üretim değildir, Sanayi Devrimi'nde söz konusu olan; ekonomi, siyaset ve politika da dönüşmüştür. Dolayısıyla toplumsal yaşam değişmiştir.
Sanayi Devrimi ile birlikte insanoğlu iletişim ve ulaşım sistemlerini de Sanayi Devrimi'nin gereklerine göre dönüştürmek zorundaydı. Üretimin, dağıtılabilmesi için, dünyanın dört bir yanı demiryolları ile sarıldı. Demir-yollarına telgraf yani iletişim eşlik etti. Böylelikle dünya, vücudumuzdaki damarlar gibi, demiryolları ve telgraf hatları ile sarıldı. Bu duruma kısaca iletişim ve ulaşım tüm dünyayı sardı da diyebiliriz. İletişim teknolojisindeki gelişmeler ile birlikte, bilgisayarların tarih sahnesine çıkması, bilginin bilgisayarlarla çok kısa sürede işlenmesi ve analiz edilmesi de insanoğluna yetmedi ve insanoğlu dünyadaki bilgisayarları birbirine bağlamayı, eş zamanlı iletişim kurmayı da başardı. Sanayi Devrimi'nin klasik ağ sistemi artık çok daha gelişmiş ve görünmez bir sisteme dönüştü.
Sıra geleneksel medyayı dönüştürmeye geldi. Gazeteler, televizyonlar, radyolar elektronik ortamda, sanal alemdeki yerini aldı. Eğlence medyası da değişti. Video kasetler, VCD ve DVD'ler günümüzde Blue Ray Disc'le-re, Long Play'ler (LP), CD lere; CD'ler MP3 lere dönüştü. Kısacası geleneksel medya yerini yeni medyaya bırakmaya başladı. Cep telefonları sadece konuştuğumuz ya da mesaj yazdığımız cihazlarda, internet bağlantısı olan bilgi ve eğlenceyi de barındıran cihazlar haline geldi. Giderek tüm alışkanlıklarımızı, yeni yöntemlerle sürdürmekteyiz.
İnternet ve yeni medya., beraberinde sosyal ağları da getirdi. Ayrıntılarını araştırmalarda da gördüğünüz gibi, dünyada milyonlarca kişi, birbirleriyle sohbet etmek, içerik paylaşmak, bir gruba üye olmal gibi çeşitli amaçlarla sosyal medyanın bir parçası haline geldi; ancak unutulmaması gereken önemli bir nokta bütün bu eylemlerin bir arada ortaya çıkmamış olmasıdır. Binlerce yıl boyunca insanoğlu kendi ihtiyaçlarını gidermek için üretim yaptı, iletişim ve ulaşım sistemlerini geliştirdi. İnsanoğlu yaşadığı her çağın koşulları çerçevesinde ağ sistemini kurdu.
Her film duygu ve düşünce aktarımını sinemanın anlatım araçlarıyla ve bir düzenleme yaparak gerçekleştirir. Sinemanın başlıca anlatım araçları, misansen, çerçeve içindeki görüntü, kamera hareketleri, kurgu ve sestir. Bir filmin her bir sahnesinin düzenlenmesine Mizansen denir. Başka bir deyişle mizansen, senaryodaki sahnelerin oyuncular, dekor, ışık, kostüm yardımıyla kamera önünde oynanması, sahnelenmesidir. Oyuncular, canlandırdıkları karakteri yansıtacak kostüm ve makyajla sahnenin anlamına uygun bir aydınlatma içinde, kurulmuş bir dekorda ya da gerçek bir mekânda rollerini oynarlar. Kamera da bu oyunu kaydeder. Böylece filmin her bir sahnesinde gördüğümüz şeyler düzenlenmiş olur. Görüntünün fotoğrafik özellikleri de, anlatılmak istenen düşünceyi ve seyircide uyandırılmak istenen duyguyu etkiler. Farklı özellikteki objektifler, kameranın konumu, hareketi, görüntü içindeki öğelerin ışık, netlik ve hareket aracılığıyla düzenlenişi anlamı etkiler. Geniş açıyla ya da teleobjektifle çekilmiş bir görüntünün anlamı ve etkisi normal açılı objektif kullanıldığında oluşandan farklıdır. Kamera nesneleri genellikle insanın göz düzeyine yakın bir yükseklikten kaydeder. Bu düzey değiştiğinde, daha aşağıda ya da yukarıda bir açı oluştuğunda görüntüdeki nesneleri algılayışımız değişir. Kamera nesneleri kaydederken genellikle nesnel bakış açısını korur. Kimi zaman ise filmdeki karakterlerden birinin gözü yerine geçer ve olayları öznel bakış açısıyla gösterir. Kamera hareketleri nesnelerin hareketini izlemeye, seyircinin dikkatini, bakışını yönlendirmeye, anlamı güçlendirmeye, çekimin ritmini oluşturmaya yarar.
Kurgu, hem çekim ve sahnelerin artarda eklenmesini sağlayarak hem de hareketin hızını, ritmi, öykünün anlatılma biçimini belirleyerek anlam yaratma sürecine önemli bir katkıda bulunur. Kurgu, karakterin gerilimini, olayların akışındaki hızı, karakterler arasındaki ilişkileri seyirciye yansıtır. Öykünün belli bir mantık içinde anlatılmasını sağlar.
Ses ise, görsel olmayan ama filmin seyirci üzerinde yaratacağı duygusal ve düşünsel etkiye büyük ölçüde katılan anlatım aracıdır. Sesin kaynağı filmin anlattığı öyküde gördüğümüz karakterlere, mekanlara, doğaya ya da nesnelere aitse bu diejetik sestir. Sesin kaynağı filmin anlattığı öyküdeki karakterlerin, nesnelerin, doğanın dışında bir yerden ya da o anda görmediğimiz bir kaynaktan geliyorsa bu da diejetik olmayan sestir.
Anlatılar, tarzları ve yapıları açısından klasik, modern ve postmodern anlatılar olarak ele alınabilir. Bunlardan klasik anlatı, sonucu belli olan anlatılara denir. Klasik bir anlatı karakter, çatışma ve olay örgüsü gibi dramatik yapıyı oluşturan öğeleri içerir. Klasik anlatılar, seyircide gerçeklik izlenimi yaratırlar. Klasik anlatılarda olay örgüsünün biçimi çok belirleyici olmakla birlikte, olaylar doğrusal biçimde birbirlerine eklenir ve olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkileri oldukça güçlüdür. Bu durum aslında zaman, mekan ve eylemde sürekliliğin korumak içindir. Genellikle olaylar bir karakterin çevresinde döner. Bazı karakterler daha yüzeysel yansıtılır ve filmin öyküsü içinde çok fazla yer kaplamazken; bazıları tüm film boyunca en ayrıntılı biçimde anlatılır. Karakter, ruhsal, toplumsal ve fiziksel olmak üzere üç boyuttan oluşur. Filmlerde karakterlerin içine girdiği birçok çatışmaya şahit olunabilir. Çatışmalar iç ve dış çatışma şeklinde farklı türlerde olabilir. Modern anlatılar, varolan gelenekleri yıkmak, endüstrinin gereklerinin dışında, daha özgür anlatım olanakları bulma çabalarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Modern anlatılar, seyircinin filme düşünsel olarak katılmasını, filmin olayları içinde eriyip gitmek yerine hem anlatılanın ardındaki düşüncelere hem de anlatma biçimine yoğunlaşmasını ister.
Postmodern anlatılar, farklı türlere ait öğelerin bir arada kullanılabildiği, daha önce yapılmış filmlerden alıntıların, taklitlerin yapılabildiği, modern anlatıların ciddiliği yerine sinema sanatının oyuncu, taklitçi doğasını öne çıkaran
filmlerdir. Bu tarz filmlerin kendi anlatısını kurma biçimi farklı olmakla birlikte genel tavırlarında ortak olan özellikler de vardır. Kimi filmlerde bu özel-liklerden yalnızca bir kaçına kimi filmlerde ise tümüne rastlamak olanaklıdır. Post-modern anlatılarda, özdüşü-nümsellik, metinler arasılık, alıntı yapma ve kolaj gibi yeni anlatım yöntemleri karşımıza çıkar.
Türkiye sineması son on yılda uluslararası düzeyde ilgiyle izlenen ülke sinemalarından biri haline gelmiştir. Seksenlerden buyana yaşanan dönüşümün ve yeni bir sinemacılar kuşağının ortaya çıkışının yerli sinema için yeni bir dönemin başlangıcı olduğu söylenebilir. Türkiye sineması üzerine yapılan araştırmaların çoğu yerli sinemanın tarihini film yapımıyla başlatma eğili-mindedir. Ancak sinemanın Osmanlı Türkiye'sindeki ilk yıllarındaki duruma ilişkin olarak özellikle yabancı filmlerin dağıtım ve gösteriminden söz etmek daha doğru olacaktır. Türkiye sinemasında canlanma ikinci dünya savaşı sonrasında gerçekleşmiştir. Özellikle büyük kentlerde popüler bir eğlence aracı haline gelen sinema, ulaştırma ve kentleşme alanlarında gerçekleşen ge-lişmelere paralel olarak küçük Anadolu kentlerine ve köylere kadar yayılmıştır. Böylece yerli sinema bir kitle mecrası haline gelmiş ve giderek kurumsallaşmıştır. İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde Hüseyin Ağa Mahallesi sı-nırları içerisindeki, film yapım şirketlerinin ofisleri, yönetmen, oyuncu ve diğer çalışanları buluşturan aynı çevredeki kahvehanelerin bulunduğu Yeşilçam So-kak'dan adını alan Yeşilçam sineması, 1050'lerle 1980'le-rin ilk yılları arasında Türkiye'de hâkim olan belli bir film yapım anlayışını temsil eder. Yeşilçam sineması, Türkiye'de sinemayı popülerleştirmiştir. Yeşilçam filmlerinde aile, öykü örgüsününü belli çatışma noktalarının ortaya çıkmasına aracı olan temel bir toplumsal kurumdur. İftira, yanlış anlama, ihanet, intikam, onur, sınıfsal farklılıklar, ayrılık ya da yeniden birleşme üzerine kurulu duygusal bir anlatıda çatışmalı durumlara yol açan unsurlardır. Yeşilçam sineması kendi popüler film
türlerini üretmiştir. Melodram bu sinemanın başat türüdür. Yeşilçam'ın işleyişindeki en belirleyici unsur yıldız oyunculardır. Filmlerin türleri ve hikâye örgüleri onlara göre belirlenir. Öte yandan Yeşilçam döneminde artan film ve yapım şirketi sayıları, yeterli bir altyapıya sahip olmayan sinema sektörünün sarsıntı yaşamasına neden olmuştur. Ham film ve diğer teknik araç gereç açısın-dan dışa bağımlı olan yerli sinema, renkli filme geçildikten sonra maliyetlerin de artmasıyla kronik bir kriz sürecine girmiştir. Sinemamız için seksenli yıllar, 1970'lerde başlayan krizin giderek derinleştiği bir dönemdi. 1960'larda ve 1970'lerde ortalama 200 civarında olan film yapım sayısı 1980'lerin ilk yarısında 70'lere düşmüş, aynı dönemin ikinci yarısında, yerli sinemanın imdadına koşan video sektörünün yarattığı pazar için yapılan filmlerle bu sayı 100'ü biraz geçebilmiştir. Türkiye filmlerinin 1990'ların ilk yarısındaki toplam pazar payı % 1-2 civarındadır. Ancak aynı dönemin ikinci yarısında başlayan canlanma, Türkiye sinemasını on yıl içinde bambaşka bir noktaya getirmiştir. Durum, 1996'dan itibaren birlikte değişmeye başlamıştır. İkibin-li yılların başında yerli filmlerin izlenme oranı hızla yükselmeye başlar. 1990'larda Hollywood filmleri seyirciyi yeniden salonlara çekmişken, yeni dönemde seyirci sayısının artmasında yerli filmler etkili olmaktadır. 1980'lerde Türkiye sinemasının yapım sektöründeki değişim sonucunda, yapımcı ve yönetmenler kişisel ifade-ye öncelik veren daha yaratıcı projelere yönelmişlerdir. Öte yandan sansürün yumuşaması sinemacılar için daha liberal bir ortam oluşturmuş ve devletin yerli sinemaya yaklaşımı, sektörle daha olumlu bir biçimde ilgilenmek, özellikle "sanat filmleri"ni desteklemek yönünde değişmiştir. Yeni dönemle birlikte yaşanan bir gelişme ise, genellikle ülke içinde büyük gişe başarıları yakalayan popüler yerli filmler için de dış satım olanağının artmış olmasıdır. Popüler filmlerimizin, dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış Çin ve Hint diasporalarının kendi kültürleriyle kurdukları ilişkiye benzer biçimde, özellikle Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiyeli göçmenler de Avrupa merkezli dağıtım şirketler
aracılığıyla bu yeni pazar için önemli bir seyirci potansiyeli oluşturmaktadırlar. Bir başka sinema anlayışı da Türkiye'de sinemanın sınırların ötesine geçmesi ve onun ulus ötesi bir özellik kazanmasının bir başka önemli unsuru ise Almanya'daki Türkiye kökenli yönetmenlerin gerçekleştirdikleri filmlerin ortaya çıkardığı yeni bir sinema anlayışıdır.
Sinemanın başlangıcı olarak nitelendirilen Hollywood sineması ortaya çıkışından bugüne "klasik anlatı" biçimiyle, dünyanın başka coğrafyalarındaki sinemalar üzerinde etkili olmuştur. Klasik anlatı sineması şeffaf, açık ve kolayca anlaşılır bir anlatı olma iddiasındadır. Filmin renk, ses, müzik, kurgu gibi biçimsel öğelerinin anlatının hizmetinde olduğu klasik anlatı formunda izleyici kaçınılmaz sona doğru yönlendirilir. Oyunun adı gerçekmiş gibilik (verisimilute), yani "gerçek"tir. Klasik anlatı, düzenin bozulması ve yeniden kurulması formülüne dayanır. Filmin başında, herhangi bir yerde meydana gelen bir olay, görünürde uyum içindeki bir ailenin düzenini ya da daha büyük bir toplumsal çevredeki uyumu sarsar. Bu, anlatının ilerlemesini sağlayan ne-den-sonuç ilişkisine dayalı bir dizi olaylar zincirini beraberinde getirir. Finalde, anlatının başında ya da ortasına doğru gündeme gelen ve dengeleri bozan sorun ya da sorunlar çözümlenir ve düzen, başlangıçtaki haliyle aynı olmasa bile yeniden sağlanır. Hollywood'un, Batı kültürünün hâlâ baskın bir unsuru olduğu düşünüldüğünde, Avrupa sinemasının kendi kimliğini büyük ölçüde Hollywood'dan farklı biçimde, 'öteki'yle ilişkisi üzerinden inşa ettiği söylenebilir. Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkelerde sinema endüstrileri filmleri daha çok kendi seyircilerini hedefleyerek gerçekleştirmektedir. Böylece, bu sinemalar evrensel olmak iddiasındaki ancak fazlasıyla Amerikan orta sınıfının dünyasını temsil eden Hollywood'un aksine, ulusal kültürel özelliklerine dikkati çekmeyi amaç-lamaktadır.Modernliğin kendisi gibi, onun bir ürünü olarak evrensel olmak iddiası taşıyan 'Sanat filmi'
olgusu da bu bağlamda önem kazanmaktadır. 1980'ler ve sonrasının dünya sinemasındaki en ilgi çekici gelişmelerinden biri de "Yeni İran Sineması"nın or-taya çıkışıdır. Önceleri sinema İran'ın Batı tarafından kültürel sömürgeleştirilmesinin bir aracı olarak görülürken, daha sonrasında kültürel birliğin ve toplumsal bütünleşmenin aracı olarak görülmeye başladı.
Öte yandan, Hollywood filmlerinin rekabeti ile geçmişte olduğu gibi bugün de baş etmek durumunda olan Latin Amerika sinemaları günümüzde eskiye göre daha az marjinal görünmektedirler. Ancak, sinemanın marji-nallikle ilişkilendirilebileceği neredeyse tek coğrafyanın Afrika olduğunu ileri sürmek abartılı olmayacaktır. Afrikalı sinemacılar tarafından yapılan ilk filmler, sömürgeci güçlerden bağımsızlıklarını kazanmış birçok Afrika ülkesinin sosyo-politik gerçeklerini yansıtır. Diğer dünya sinaması örnekleriyle karşılaştırıldığında Asya sinemasının da dünyadaki en dinamik film endüs-trilerinden biri olduğu görülmektedir. Bu kıtada yer alan ülkelerin ekonomileri canlı ve kültürel mirasları zengin olduğundan, sinemaya heyecanla yaklaşılmakta ve çok farklı işler ortaya çıkarılmaktadır. Sinema, artık günümüzde hernekadar biricik ve benzersiz bir eğlence, sanat ve iletişim mecrası olarak de-ğerlendirilmesede ayaktadır ve varlığını etkili bir biçimde sürdürmektedir. Ekonomik, siyasal ve kültürel veçheleriyle birlikte küreselleşme sürecinden kaçınılmaz biçimde etkilenmiş olan ve gerçekte başlangıcından beri uluslararası bir özelliğe sahip bulunan sinema alanında artık daha çok sayıda uluslararası ortak-ya-pımdan, çok kültürlülükten, etnik ve toplumsal cinsiyete dayalı kimliklerin artan temsillerinden, sinema sanatçısı ve teknisyenlerinin küresel ölçekteki hareketliliğinden ve belgeselle kurmacanın iç içe geçtiği ya da avant-garde sinema ile klasik anlatının özelliklerini birlikte taşıyan çağdaş sinema örneklerini dikkate alarak filmsel anlatının giderek melezleştiğinden sözetmek mümkün görünmektedir. Bütün
bunlar da, zaten, sinemanın yeni mecralar karşısında gerilemek bir yana, taptaze ve heyecan verici bir konumda olduğunu anlatan gelişmelerdir.
Radyo ve sinema gibi kitle iletişim araçlarının toplumsal yaşama girişlerinden sonra televizyon yayıncılığını gerçekleştirmek için pek çok mucit ve bilim insanının çaba sarf ettikleri bilinmektedir. Bunlardan birisi, John Logie Baird 1924 yılında Londra'da ilk elektronik görüntüyü aktaran kişi olarak televizyon yayıncılık tarihine adını yazdıran kişi olmuştur. Televizyon yayını ile ilgili çeşitli deneysel çalışmalardan sonra ilk düzenli televizyon yayınları İngiltere ve Almanya'da 1936 yılında başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı yüzünden geçici bir duraklama dönemi yaşayan televizyon yayıncılığına ilişkin çalışmalar savaşın hemen ardından hız kazanmıştır. Alanda öncü sayılabilecek ülkelerden Amerika Birleşik Devletleri'nde NTSC, Almanya'da PAL, Fransa'da SECAM adıyla bilinen birbirinden farklı yayıncılık standartları geliştirilmiştir. Bu durumun başlıca sebebi, siyasi ve ekonomik alanlarda ciddi bir güç ve kazanç kaynağı olacağı kestirilen televizyon yayıncılığında önder olarak söz konusu avantajları sahiplenme isteğidir. Ek olarak, alanda lider olunamazsa da diğer ülkelerde geliştirilen televizyon yayıncılığının salt tüketicisi olarak o ülkelerin yayınlarına tabi olmaktan kaçınma isteğinden söz edilebilir. Ancak, zamanla ortaya çıkan program değişimi ihtiyacı farklı standartlarda üretilmiş televizyon programlarının birbirine dönüştürülmesini sağlayan tekniklerin geliştirilmesine de yol açarak çözüm üretmiştir. Geleneksel karasal yayıncılık sistemi içinde coğrafi engeller yüzünden televizyon yayınlarını izleyemeyenlere yayını ulaştırmak için geliştirilen kablo yayıncılık sistemi zamanla etkili bir yayın iletim sistemine dönüşmüştür. Uyduların televizyon yayıncılığı için kullanılır hale gelmesi ile geleneksel televizyon yayıncılık sistemi, yer istasyonları aracılığı ile iletilen açık karasal yayıncılık, kablolu televizyon yayıncılığı ve uydudan yayıncılıktan oluşan üçlü bir yapıya kavuşmuştur. 1980'li yılların
ikinci yarısından itibaren bilgisayar teknolojisinin televizyon yayıncılığı ile buluşması yayıncılık alanında radikal değişikliklere yol açmıştır. Öncelikle sayısal olarak adlandırılan bir yayıncılık tekniği eski döneme oranla hem çok fazla kanalın yayın yapabilmesine olanak vermiş hem de yayın kalitesinin çok yükselmesini sağlamıştır. Günümüzde yaygın olarak HD yayıncılık adıyla bilinen Yüksek Tanımlı televizyon yayıncılığı hemen her ülkenin benimsediği geleceğin yayıncılık standardı olarak benimsenmiş, ekonomik ve teknik olanakları elveren ülkeler hızla HD yaymcılık standardına geçmiş ya da geçmektedir. Yine, bilgisayar teknolojisinin sağladığı olanaklarla geleneksel yayıncılık uygulamaları sırasında uydu yer istasyonu bağlantısı şeklinde işleyen uydu yayıncılığı tek seçenek olmaktan çıkmıştır. Uydu ile televizyon alıcısının doğrudan bağlantısı şekline dönüşen yeni sistemde yer istasyonlarının aradan çıkarılması ulusal denetim mekanizmalarının da sistemden çıkarılması anlamını taşımakta, bu durum televizyon yayıncılığının içerikler açısından daha da özgürleşmesi anlamına gelmektedir. Öte yandan televizyon yayınlarının Web TV, IPTV, Mobil TV gibi yeni kanallar üzerinden iletilir oluşu gerek girişimciler gerek izleyiciler açısından seçenekleri çoğaltmıştır. Ayrıca sayısal teknoloji tamamen yayıncının kontrolündeki yayın uygulamasını da ortadan kaldırmıştır. Henüz yaygınlık kazanmasa da izleyicinin istediği programı seçme ve istediği saatte izleme özgürlüğünün bulunduğu yayıncılık hizmetleri artık sunulan seçenekler arasındadır.
Televizyon yayınlarının sunduğu hizmetler, yayıncı ve kullanıcılarına sağladığı olanaklar ve potansiyel güçlü etkilerine duyulan inanç yayıncılık örgütlenmesi ve yayın kuruluşlarının yapılanmasına önemli etkide bulunmuştur. Amerika Birleşik Devletlerinde radyo örgütlenmesi ile başlayan ticari örgütlenme modeli televizyon içinde uygulanırken gelişmiş Avrupa ülkelerinde de benzer gelişmeler yaşanmıştır. Radyo yayıncılığının kamusal tekeller şeklinde yapılandırıldığı Avrupa ülkelerinde bu amaçla oluşturulmuş yayıncı kuruluşlar
televizyon yayıncılığını da üstlenmişlerdir. Bin dokuz yüz seksenli yıllarda bilgisayar teknolojisi ve uydu yayıncılığının sunduğu olanaklar televizyonun ticarileşmesini hızlandırmış, kamusal tekeller ortadan kalkarken kamu ve özel olmak üzere ikili bir yayıncılık örgütlenmesi ortaya çıkmıştır. Özellikle kamusal yayıncılığın egemen olduğu dönemde kamu yayın kuruluşlarının gö-revlendirmelerinde açıklıkla görülen işlevler genel olarak yayıncılık amaç ve işlevleri olarak tanımlanmışlardır. Bunlar yayın yapılmakta olan kamuoyunun bilgilendirilmesi, toplumsal ilişkilerin güçlendirilip geliştirilmesi, kültür aktarımı ve eğlence gibi başlıklar altında toplanmaktadırlar. Radyo televizyon yayıncılığının özel girişim eliyle gerçekleştirildiği sistem için bu işlevler mal ve hizmet tanıtımı adıyla anılan bir işlev daha eklenmektedir.
Sayısal iletişim tekniklerinin frekans sınırlılıkları nedeniyle sınırlı olan kanal sayılarını teknik olarak çok daha fazla sayıya çıkarması, uydu aracılığıyla uluslararası yayıncılığın büyük ivme kazanması, hukuksal engellerin azaltılması ile küresel düzeyde yayıncılığın kolaylaşması gibi etkenler ticari yayıncılığın hızla güçlenip yayılmasına yol açmıştır. Böylece televizyon yayıncılığı bir iş kolu haline gelirken ürün ve örgütlenme biçimlerine bakılarak sektörün televizyon veya yayıncılık endüstrisi olarak anıldığı bir döneme girilmiştir. Kapitalist üretim ilişkileri içinde gittikçe fazlalaşan üretim ve güçle-nen dağıtım olanakları paralelinde televizyon etkili bir reklam ve pazarlama aracı olarak kullanılır hale gelmiştir. Televizyonun baskın olarak bu şekilde kullanılır hale gelişine toplumsal etkileri açısından ciddi eleştiriler getirilip Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi önlemler alınmaya çalışılsa da gelişim ticari amaçlı kullanım ve işleyişin gelişmesi yönünde sürmektedir.
Kitle iletişiminin önem kazanmaya başladığı yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, iletişim ve kültür ilişkisi de güçlü bir şekilde vurgulanmaya başlanmıştır. 1950'li
yıllarda kitlesel kullanıma giren televizyon da kültür ve iletişim ilişkisi bağlamında kültür endüstrisinin oluşumunu besleyen önemli bir kitle iletişim aracı olarak toplumbilimcilerin dikkatini çekmiştir. Gözün ulaşabildiğinden da-ha uzağı görme düşlerinden biri olan televizyonun bu öneminin artmasında kişisel, toplumsal ve siyasal gereksinmelerin rolü büyüktür.
Çok geniş bir izleyici kitlesine sahip olması, bu kitlenin birçok alt kültür ve alt izleyici grubunu kapsaması ve çok fazla beğeni kültürüne seslenerek bir bakıma toplumsal bir uyum oluşturma görevi üstlenmesi, televizyonu, diğer kitle iletişim araçları içinde en önemli bilgi kaynağı konumuna sokmuştur. Televizyon da diğer kitle iletişim araçları gibi toplumsal yapıda hakim olan imajları yaratan veya planlayan ileti sistemleri ve sembolleri üretir. Başka bir deyişle çağdaş kültürlerde değişikliği üreten ve aynı zamanda var olan değerleri ve normları sürdüren kültürel bir araçtır. Bu açıdan analiz edildiği zaman çağdaş toplumların bel kemiği olan televizyon, estetik bir nesne olarak da öykü anlatma fonk-siyonuyla bir kültürü sorgulamaktadır. Televizyon kabi-le kökenli öykü anlatımının yeni yüzü olarak kabul edilir. Burada sözü edilen, kabileye özgü ritüel bir yanı olmasıdır. Bu ritüeller kim ve ne olduğumuzu, değerlerin ve tutumların nasıl düzenlendiğini, anlamların nasıl yüklendiğini ve değiştiğini anlamamıza yardım eder. Bu noktadan hareketle televizyon kurumsal bir öykü anla-tıcısıdır ve kültür hakkında tutarlı bir resim çizer. Bir televizyon programını değerlendirirken onu oluşturan ekonomik, politik, teknolojik, artistik, kurumsal, kültürel pek çok unsuru da göz önünde bulundurmak gerekir. Televizyonda yer alan programlar bütünsel ve süreğen bir yapı içerisinde yer alan tek bir metnin parçalarıdır. Televizyonda bize sunulan birbirinden çok farklı pek çok görüntü ve ses mesajını aslında aynı bü-tünün bir parçası olarak değerlendirmemiz gerekir. Bu program parçacıkları birbiriyle köklü bir etkileşim içerisindedir. Televizyon programları tür olarak adlandırılan belli kategoriler içindedir. Televizyon programcılığı tür kavramı
üzerine temellenmiş olarak devamlılık gösterir. Televizyondaki türlerle ilgili yaklaşımlar ve terimler radyo, sinema, edebiyat, tiyatro ve diğer kültürel biçimlerden türemiştir. Türlerin sınıflandırılmasında hem kültürel norm hem de yapım sınırlandırmaları ile ilgili gelenekler vardır. Bu gelenekler izleyici kitlenin kolayca anlamasını ve benzer düzenlemeleri takip etmesini sağlar. Gelenekler program formatlarını, alt türleri, genel özellikleri, karakter tiplerini ve olay örgülerini yaratır. Geleneksel yapı içinde yer alan karakter, öykü, ortam, kostüm, dekor, müzik, ışık, diyalog, görsel biçim gibi ögeler ideolojik anlamlara sahiptir ve bunlar tekrarlar aracılığı ile güçlendirilir. Tür kavramı dönemsel, kültürel ve geleneksel olarak değişime açıktır. Bir dönem "normal" ya da "kabul edilebilir" olarak görülen bir sonraki dönem farklılık gösterebilir ve alışılmış gelenekler değişebilir.
Temsiller, bireylerin algılama biçimlerini dolayısıyla da düşünce ve eylemi etkileme gücüne sahip olmaları ve de ideolojik içerikleri nedeniyle sorgulanmaları gerekmektedir. Temsiller içinde bulunulan kültürden alınırlar ve içselleştirilerek benliğin bir parçası haline gelirler. Toplumsal gerçekliğin inşasında başka bir deyişle toplumsal yaşamın ve toplumsal kurumların şekillenmesinde hangi figür ve sınırların baskın çıkacağı konusunda önemli rol oynarlar. Televizyon bir temsil sistemidir. Televizyon programlarında gördüğümüz televizyon temsilinin pek çok biçimi sıradan vatandaşların kültürel - entelektüel referans çerçevelerini, yaşam deneyim ve öykülerini temel alır. Televizyondaki bir temsil televizyon yapımcılarının algısal süzgeçlerinden etkilenir ve izleyicinin algısal lensleri aracılığı ile görülür. Bu süreçte, programın, içinde bulunduğu kültürün örneklerini, tarzlarını, kostümlerini, sorunlarını ve dilini kullanması önem kazanır. İzleyicinin kabulü imajların algılanmasına bağlıdır. Televizyon izleyicisi anlamı temsil aracılığı ile oluşturur. Bu anlamlandırma sürecinde stereotipler önem kazanır. Televizyon, insanların çevresindeki dünya ile ilgili mesajların güçlendirildiği streotiplerle doludur. Kültürel inanç ve değerlerin önemli göstergeleri olan stereotiplerin diğerleri ile ilgili algılarımız ve davranışları ile ilgili yargılamalarımız üzerinde büyük etkisi vardır. Televizyon temsilleri üzerindeki hegemonik mücadele stereotipler ile daha da güçlendiririr.
Sanayi Devrimi çok büyük miktarda üretim yapılabilmesinin yanında toplumsal hayat üzerinde de önemli etkilere neden olmuştur. Sadece üretim değildir, Sanayi Devrimi'nde söz konusu olan; ekonomi, siyaset ve politika da dönüşmüştür. Dolayısıyla toplumsal yaşam değişmiştir.
Sanayi Devrimi ile birlikte insanoğlu iletişim ve ulaşım sistemlerini de Sanayi Devrimi'nin gereklerine göre dönüştürmek zorundaydı. Üretimin, dağıtılabilmesi için, dünyanın dört bir yanı demiryolları ile sarıldı. Demir-yollarına telgraf yani iletişim eşlik etti. Böylelikle dünya, vücudumuzdaki damarlar gibi, demiryolları ve telgraf hatları ile sarıldı. Bu duruma kısaca iletişim ve ulaşım tüm dünyayı sardı da diyebiliriz. İletişim teknolojisindeki gelişmeler ile birlikte, bilgisayarların tarih sahnesine çıkması, bilginin bilgisayarlarla çok kısa sürede işlenmesi ve analiz edilmesi de insanoğluna yetmedi ve insanoğlu dünyadaki bilgisayarları birbirine bağlamayı, eş zamanlı iletişim kurmayı da başardı. Sanayi Devrimi'nin klasik ağ sistemi artık çok daha gelişmiş ve görünmez bir sisteme dönüştü.
Sıra geleneksel medyayı dönüştürmeye geldi. Gazeteler, televizyonlar, radyolar elektronik ortamda, sanal alemdeki yerini aldı. Eğlence medyası da değişti. Video kasetler, VCD ve DVD'ler günümüzde Blue Ray Disc'le-re, Long Play'ler (LP), CD lere; CD'ler MP3 lere dönüştü. Kısacası geleneksel medya yerini yeni medyaya bırakmaya başladı. Cep telefonları sadece konuştuğumuz ya da mesaj yazdığımız cihazlarda, internet bağlantısı olan bilgi ve eğlenceyi de barındıran cihazlar haline geldi. Giderek tüm alışkanlıklarımızı, yeni yöntemlerle sürdürmekteyiz.
İnternet ve yeni medya., beraberinde sosyal ağları da getirdi. Ayrıntılarını araştırmalarda da gördüğünüz gibi, dünyada milyonlarca kişi, birbirleriyle sohbet etmek, içerik paylaşmak, bir gruba üye olmal gibi çeşitli amaçlarla sosyal medyanın bir parçası haline geldi; ancak unutulmaması gereken önemli bir nokta bütün bu eylemlerin bir arada ortaya çıkmamış olmasıdır. Binlerce yıl boyunca insanoğlu kendi ihtiyaçlarını gidermek için üretim yaptı, iletişim ve ulaşım sistemlerini geliştirdi. İnsanoğlu yaşadığı her çağın koşulları çerçevesinde ağ sistemini kurdu.