Aöf Dersleri Özetleri - Çıkmış Sorular - Sınav Soruları

AÖF Ders Özetleri Uygulamasına Hoş Geldiniz,Uygulamadan tam anlamıyla faydalanmak için üye olunuz.

Vize Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi 1 Vize Ders Özeti


admin

Administrator
Yönetici
Admin
#1
ATATÜRK İLKELERİ VE İNKİLAP TARİHİ I

1. ÜNİTE

OSMANLI DEVLETİ’NİN DURAKLAMA DEVRİNE GENEL BİR BAKIŞ

17. yüzyıldan 18. yüzyılın başına kadar olan dönem Osmanlı Devleti’nin Duraklama Dönemi olarak adlandırıldı. Ve 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı sınırları dâhilinde devlet teşkilatı ve sosyal hayatta birtakım aksaklıklar baş göstermeye başlamıştır. Ancak bu aksaklıklar fetihleri ve devletin genişlemesini durduramamıştır. Bu nedenle 17. yüzyılın sonuna kadar yaklaşık yüz yıl süren bu dönemin Duraklama Dönemi yerine Buhran Dönemi olarak adlandırılması daha doğru olacaktır. Devletin en parlak yıllarını yaşadığı Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nden hemen sonra Sokullu’nun sadrazamlığı ve II. Selim’in padişahlığı sırasında, 1571’de yaşanan İnebahtı mağlubiyetine rağmen, Kıbrıs’ın fethi tamamlanmıştır. 1574’te Tunus ele geçirilmiş, 1578’de Fas’ta kazanılan el- Kasrü’l-kebir zaferiyle de Osmanlıların nüfuzu Kuzey Afrika’nın en batı ucuna kadar genişlemiştir. 17. yüzyılın son çeyreğinde batıda, Katolik Habsburgların baskısından kurtulmak amacıyla Protestan Macarlar Osmanlı Devleti’nden yardım çağrısında bulundu. Bunun üzerine Osmanlılar, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa önderliğinde 1683’te Viyana’ya ikinci bir sefer düzenledi. 1683 Nisan’ında yola çıkan ve Temmuz ayında Viyana’yı kuşatma altına alan Osmanlı ordusu, Leh kuvvetlerinin yardıma gelmesi üzerine bozguna uğrayarak geri çekildi. Viyana bozgunundan sorumlu tutulan Kara Mustafa Paşa ise Belgrat’ta idam edildi.

Osmanlıların Viyana’da bozguna uğratılması Avrupa devletlerinin moralini yükseltti. Avusturya, Lehistan ve Venedik arasında Kutsal İttifak kurularak Osmanlılara karşı saldırıya geçti. Bu ittifaka 1686’da Ruslar da katıldı. Osmanlılar, 1697’de Zenta Bozgunu’ndan sonra barış yapmak zorunda kaldı. 1699’da imzalanan Karlofça Antlaşması ile Osmanlı Devleti Macaristan’dan çekildi. Bu antlaşmayla Osmanlı Devleti Balkanlar’da ve Ukrayna’da geniş çapta toprak kaybına uğradı.



XVII. Yüzyıl Buhranı’nın Sebepleri

başarılarına rağmen Osmanlı Devleti, iktisadi ve sosyal hayatta meydana gelen dönüşümlerle birlikte güçlenen Avrupa’da meydana gelen bu gelişmelerden kaçınılmaz olarak olumsuz etkilenmiştir. Bu başarılara rağmen Osmanlı’nın askerî gücünün Avrupa karşısında eski ihtişamını ve kuvvetini büyük oranda kaybetmiş olduğu anlaşılmıştır. Öte yandan askerî zaferler kazanmak gayesiyle devletin bütün maddi kaynaklarının seferber edilmesi, zaten Avrupa’da yaşanan iktisadi gelişmeler karşısında zayıflamaya başlamış olan Osmanlı ekonomisini ciddi bir dar boğaza sokmuştur. Haçova, Osmanlı zaferiyle sonuçlanmıştır ancak Zitvatorok Antlaşması’yla Osmanlılar Macaristan’da Habsburg imparatorluğu ile eşit imparatorluklar olduğu ilkesini kabul etmek zorunda kalmıştır.

Devrin Âlimlerinin Kaleminden Buhran

Osmanlı Devleti’nin yaşadığı buhran 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bazı Osmanlı devlet adamları ve âlimleri tarafından fark edilmiş ve durumun iyileştirilmesine yönelik olarak çeşitli tedbirler üzerinde durulmuştur. Dönemin aydınları tarafından devletin içinde bulunduğu bu durum “tereddî ve tagayyür (yozlaşma ve bozulma)” olarak nitelendirilmiştir.

- Halep Defterdarı Gelibolulu Mustafa Âli Efendi 1581’de yazdığı Nasihatü’s-Selatin adlı eserinde buhrana sebep olarak “devlet adamlarının Niteliksizleşmesi”ni göstermektedir.

- Bosnalı Bilgin Hasan Kâfi ise 1595’te yazdığı Usûlü’l-Hikem fi Nizami’l-Âlem adlı eserinde, buhrana “devlet düzeninde eski kuralların terk edilişinin ve askerî alanda teknolojik olarak geri kalışlığın” yol açtığını söylemektedir.

- Manisalı Defter Emini Aynî Ali, Risale-i Vazife-haran ve Merâtib-i Bendegân-ı Âl-i Osman adlı eserinde “tımar sisteminin bozulması, makam sahiplerinin günlük çıkar peşine düşmesi, askerî teşkilatın bozulması, rüşvetin artması, hazinenin boşalması” gibi gelişmelerin Osmanlı Devleti’nde bir buhran yaşanmasına yol açtığını ifade ederken devletin devamlılığı için şart olan kurumların (reaya, hazine ve asker) bozulduğunu yazmaktadır.



Buhranın Sebepleri

Avrupa, 11. Yüzyılda Kuvvetli siyasi birliğin bulunmadığı derebeylikler görüntüsünden, 14. yüzyıldan itibaren hızla kurtularak merkezileşmeye başlamıştır. Mutlak hükümdarlık rejimlerinin güç kazanmasıyla birlikte, 16. yüzyılda, Avrupa’da sömürgecilik hareketi başlamış ve Osmanlı yönetimince asla benimsenmeyecek olan bu yöntem Avrupa’ya büyük zenginlik getirmiştir. Kilisenin birliğinin sarsılmasıyla birlikte yaşanan Reform ve Rönesans devirleri, 17. yüzyıldan itibaren Aydınlanma Çağı’na girilmesine; bilim, teknoloji, felsefe ve kültür alanında Avrupa’nın büyük aşamalar kaydetmesine yol açmıştır. Teknolojik gelişmelerin nimetlerini askerî alanda toplayan ve sömürgelerden elde edilen gelirlerle hazinelerini dolduran Avrupalı devletler, 17. yüzyıldan itibaren Doğu’nun büyük imparatorluğu Osmanlılara karşı büyük bir avantaj elde etmiştir. Osmanlı ise rakiplerinin sağladığı bu gelişmeler karşısında rekabet edemeyerek eski iktisadi ve askerî gücünü kaybetmeye başlamıştır. Avrupa’daki gelişmelere paralel olarak yaşanan bu buhranın sebeplerini şöyle sıralamak mümkündür:

1. Avrupa’nın kuvvetli merkezî hükümetler kurması, sömürgecilik yoluyla zenginleşmesi ve bilim, teknoloji, felsefe ve kültür alanında büyük gelişmeler kaydetmesi.

2. Coğrafi Keşiflerle İpek Yolu gibi Osmanlıların hâkimiyetindeki eski ticaret yollarının önemini kaybetmesi.

3. Hanedan ve devlet adamlarının iyi yetişmemiş olması.

4. Merkezî otoritenin zayıflaması ve iltizam sistemine geçişle birlikte mültezimlerin (vergi tahsildarları) köylü üzerindeki baskıyı artırması üzerine yoksulluk ve isyanların artması. (Celali isyanlar› vb.)

5. Yeniçeri Ocağı’nın ve askerlik teşkilatının bozulması, savaşta elde edilen ganimetlerinin azalması.

6. Devletin sınırlarının genişlemesiyle birlikte merkezî otoritede yaşanan sorunlar

Osmanlı devlet adamları Karlofça Antlaşması’yla alınan kötü sonuçlar sebebiyle önce devletin iç durumunun düzeltilmesi gerektiği fikrinde birleşmişti. Çünkü ancak bu şekilde devletin kaybettiği toprakların geri alınmasının mümkün olabileceğine inanılmaktaydı. Öte yandan Kapıkulu askerleri 1703’te isyan etmiş ve Edirne Vakası olarak anılan bu olayda II. Mustafa tahttan indirilerek

Şeyhülislam Feyzullah Efendi de öldürülmüştü. Edirne Vakası, Osmanlı devlet adamlarına iç meselelere eğilmenin artık kaçınılmazlığını ve yapılacak ilk işin de merkezî otoriteyi güçlendirmek olduğunu açıkça göstermişti.



OSMANLI DEVLETİ’NDE BUHRAN, YENİLEŞME VE EKONOMİK BAĞIMLILIK SÜRECİ (1700-1838)

II. Mustafa’dan sonra tahta çıkan III. Ahmet (1703-1730) iç ve dış siyasette barış ortamını korumaya özen gösterdi. Ancak Rusya’nın (baskı ve tecavüzleri neticesinde) Osmanlı Devleti, Rusya ile savaşmaya mecbur kaldı. Rusya’nın Orta Asya’daki yayılma siyaseti ve Balkanlar’da yürüttüğü Slavlaştırma hareketi tehlikeli boyutlara ulaşması üzerine 1711 Baharında başlayan Prut savaşıyla Rus ordusu bozguna uğratılarak Azak Kalesi geri alındı. Savaşlarda kazanılan bu başarılara rağmen diplomatik görüşmelerde aynı başarı gösterilemediği gibi 1715-1718 yılları arasında süren Avusturya savaşında ise Osmanlı Devleti mağlup olarak 21 Temmuz 1718’de Pasarofça Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmış ve Sırbistan’ın önemli bir kısmını kaybetmişti.

Lale Devri (1703-1730)

1718- 1730 yılları arasını kapsayan bu yenileşme dönemine, İstanbul’da yoğun olarak lale yetiştirilmesinden ve lalelerin dünyaya yayılmış olmasından dolayı bu isim verilmişti. III. Ahmet döneminde devlet erkânı, Pasarofça yenilgisinden sonra Avrupalıların üstünlüğünün nedenlerinin araştırılması gereği üzerinde durarak Osmanlının Avrupa tarzındaki ilk yenileşme hareketini başlattı. Bu amaçla Damat İbrahim Paşa döneminde Avrupa’ya gönderilen elçilerin sayısı artırıldı. Bu elçiler diplomatik ilişkileri sürdürmenin yanı sıra Avrupa’nın kültür, sanat, sanayi, tarım ve askerîyesi hakkında incelemeler de yaparak Saray’a raporlar sunmaya başladı. 1720-1721 yılları arasında Paris’te bulunan Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’nin raporu bu raporlar içerisinde en dikkat çekenidir. Bu dönemde imalathaneler açılarak Batı tarzı üretim biçimine ağılık verildi. Osmanlının temel ihracat maddesi olan yünün yerini pamuk almıştır. İthalata, Avrupa’ya olan bağımlılığı azaltmak için kaliteli kumaşların İstanbul’da üretimine geçilmiştir. 1709’da da devlet işletmelerinde kullanılmak üzere yelken bezi üretimine başlandı. 1720’de pahalı ipek kumaş üretimine başlanmış, ancak bu alanda istenen başarı elde edilememiştir. Yine bu dönemde tercüme heyetleri kurularak Arapça, Farsça ve Batı dillerinden eserler tercüme edilmiştir. Macar asıllı bir Türk olan İbrahim Müteferrika, Damat İbrahim Paşa’nın izniyle 1729’da Müslümanlar arasında ilk matbaayı kurmuştur. Lale Devri’nde mimarlık alanında da pek çok yenilik yaşanmıştır. Ne var ki, bu dönemin yenilikleri buhranın aşılmasına yönelik olarak yapılmış köklü yenilikler olamamıştır. Batı’daki yenilikleri inceleyen Osmanlı devlet adamları bilimsel, kültürel, askerî ve teknolojik yeniliklerden daha çok Avrupa’nın saray yaşamının gösteri ve görkemini Osmanlı ülkesine getirme eğilimi göstermiştir. Saray’ın güttüğü bu politika halk arasında yoksulluk ve sıkıntıları artmıştır. Damat İbrahim Paşa halkın yükünü azaltmak üzere 1723’te İran’a sefere çıkılmasına karar vermiştir. İran Seferi’nin son aşaması İstanbul’da, Lale Devri’ni sona erdirecek bir isyanın patlak vermesine sebep olmuştur. Halkın ekonomik sıkıntısına ve yüksek enflasyona rağmen Saray erkânının geceli gündüzlü devam eden ziyafet ve eğlenceleri üzerine fakir esnaf, (bir hamam hademesi) olan Yeniçeri Patrona Halil etrafında toplanarak isyan etmiştir. “Artık köşk inşa edilmemesi” talebiyle gelişen isyan sırasında Sadabad Sarayı’nın da içinde olduğu 120’yi aşkın köşk üç günde yakılmıştır. III. Ahmet, Sadrazam Damat İbrahim Paşa’yı azletmiş olmasına rağmen isyan yatışmamış, padişah tahtan feragat etmek zorunda kalmıştır. 1 Ekim 1730’da I. Mahmut tahta geçmiştir.



I. Mahmut Dönemi (1730-1754)

I. Mahmut kültürel alanda da pek çok yeniliğe öncülük etmiştir. Bu dönem İbrahim Müteferrika’nın matbaasına Saray desteği sağlanmış, yazar ve sanatçılara çeşitli yardımlarda bulunulmuştur. I. Mahmut, İstanbul’da Ayasofya, Fatih ve Süleymaniye Camileri ile Topkapı Sarayı’nda kütüphane açtırarak ülkenin dört bir yanına gönderilen görevliler aracılığıyla önemli kitap ve el yazmalarını toplatmıştır. Osmanlı Devleti’nin ilk kâğıt fabrikası da Polonya’dan kâğıt ustalarının getirtilmesinden sonra 1746’da Yalova’da faaliyete geçmiştir. İstanbul’un su meselesinin kökünden çözülerek on yıllarca şehrin su sıkıntısı çekmemesi de I. Mahmut dönemi icraatlarının bir sonucudur.

III. Mustafa Dönemi (1757-1774)

Osmanlı tahtına 41 yaşındaki III. Mustafa geçmişti. Sultan’ın dönemin Sadrazamı Mehmet Ragıp Paşa ile birlikte izlemiş olduğu barışçıl, dengeli ve tutarlı politika neticesinde Hazine gelirleri artırıldı; vakıflara, tımarlara ve iltizamlara sıkı denetim getirildi; ticaretin geliştirilmesi yoluna gidildi; Saray masrafları kısıldı ve askerî alanda bazı yenilikler yapıldı. Ancak Ragıp Paşa’nın 1763’te ölümünden sonra barış ortamı 1768 Osmanlı-Rus savaşıyla sona erdi. Osmanlı ordusunun yenilgisiyle sonuçlanan bu savaş 1774’te Küçük Kaynarca Antlaşması ile sona erdi. Küçük Kaynarca Antlaşma Osmanlı Devleti’nin Karlofça’dan sonra imzaladığı en ağır ikinci antlaşmadır. Antlaşma Osmanlıların toprak kaybından ziyade hukuk, ticaret ve diplomasi alanında aldığı en büyük yenilgidir. Ruslar kazandıkları bu zaferle Karadeniz’e yerleşmiş ve Osmanlının Ortodoks tebaasının haklarının koruyuculuğuna soyunmuştur.

I. Abdülhamid Dönemi (1774-1789)

Sultan I. Abdülhamid döneminde askerî alanda hızlı bir yenileşme hareketi başlamış ve bu hareket, III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinin yeniliklerine temel oluşturmuştur. İlim ve sanatseverliği bilinen Sultan I. Abdülhamid döneminde kütüphanecilik faaliyetleri artmış ve Medine’ye yazma eserlerden oluşan büyük bir kütüphane yaptırılmıştı. Bu dönemde Avrupa malları karşısında yerli pazarın korunması amacıyla yerli malı kullanımı zorunlu tutulmuştu.

OSMANLI YENİLEŞMESİNDE DÖNÜM NOKTASI III. SELİM VE NİZAM-I CEDİT

I. Abdülhamid’in saltanatının son iki yılına 17 Ağustos 1787’de başlayan Osmanlı Rus savaşı damgasını vurmuştur. Rusya ile ittifak antlaşması olan Avusturya da 9 şubat 1788’de Osmanlıya savaş ilan etmişti. 1789’da, 25 bin sivil halkın Özi’de Ruslar tarafından katledilmesi ve savaşta alınan başarısızlık haberleri üzerine inme hastalığı sonucunda I. Abdülhamid 7 Mayıs 1789’da vefat etti. Osmanlı-Rus ve Osmanlı- Avusturya savaşlarının büyük bir hızla Osmanlı aleyhine sürdüğü 1789 yılında tahta III. Selim geçti. III. Selim ilk olarak 31 Ocak 1790’da Prusya ile bir ittifak yaparak Avusturya’yı zor duruma soktu. Avusturya’nın Osmanlı ile savaşta galip gelerek güçlenmesini istemeyen Prusya, Avusturya ile bir antlaşma yaparak Avusturya’nın savaşı sona erdirmesini sağladı. Osmanlıların Avusturya ile 4 Ağustos 1791’de yaptığı Ziştovi Antlaşması ile Osmanlı-Avusturya savaşı sona erdi. Bu antlaşma ile Osmanlılar Belgrat dâhil savaş öncesindeki sınırlarına döndü.

III. Selim, Ziştovi Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra yenileşme hareketine hız verdi. Avusturya’ya elçi olarak gönderilen Ebubekir Ratıp Efendi, 1791’de Viyana’dan döndükten sonra Avrupa’daki askerî ve sosyal hayatı anlatan 500 sayfalık Sefaretname’sini Sultan’a sundu. III. Selim, 1791 sonbaharında çeşitli kesimlerden seçilmiş 22 kişiden “devletin zaafları ve alınması gereken önlemleri” içeren layihalar (raporlar) istedi. Hazırlanan Bu layihalardaki görüşlerin ortak noktası “askerî alanda yenileşme yapılmasının zarureti” idi. Layihalarda askerlik alanının yanı sıra mali, idari, toplumsal ve iktisadi meselelerden de bahsedilmekteydi.

Çözüme yönelik olarak ise Kanuni Sultan Süleyman Devri’ne dönme zorunluluğu, eski kurumların tümüyle tasfiye edilmesi ve Yeniçeri Ocağı’nın yenilenmesi gibi görüşler öne sürülmüştür. III. Selim bu görüşler çerçevesinde “Nizam-ı Cedit (Yeni Düzen)” adı verilen Islahat hareketine başladı.: Osmanlı Devleti’nde askerî yenilik alanındaki ilk atılımlar III.Selim’in kurduğu Nizam-ı Cedid ordusuyla başladı. III. Selim’in amacı değişen koşullara uygun olarak ileri askerî teknikle donanmış, Avrupai tarzda eğitim yapan bir ordu oluşturmaktı. Bunun için Fransa’dan uzman istendi. Ayrıca bu ordunun harcamaları için ırad-ı Cedid adında bir vergi getirildi. Donanmaya asker sağlanması amacıyla Batı Anadolu Bölgesi’nde yaşayanlara zorunlu hizmet getirildi. Tersane genişletilirken Bahriye için bir sağlık teşkilatı kuruldu. Bulaşıcı hastalıklar için karantina uygulamasına da ilk kez bu dönemde geçildi. III. Selim devrine kadar Avrupa Devletleriyle ilişkiler bu devletlerin İstanbul’daki elçileri aracılığıyla sürdürülmekteydi. Osmanlı Devleti’nin Avrupa merkezlerinde daimi ikamet elçileri bulunmuyordu. Devlet adamları arasında yabancı dil bilen çok azdı. Devletin yabancı devlet merkezlerinde temsil edilmesi, Avrupalı ülkelerle ilişki kurmak ve güvenilir bilgiler almak için daimi elçiliklerin açılması gerekiyordu. Bu amaçla önemli merkezlerden başlamak üzere 1792’de Londra’da 1797’de Paris, Viyana ve Berlin’de daimi elçilikler açıldı. Bu elçilikler pek çok Osmanlı aydının yetişmesine, yabancı dil öğrenimlerine, Avrupa ülkelerindeki fikir akımlarını tanımalarına hizmet etti. Böylece Batı’dan haberdar ve Batı’ya yönelik küçük bir azınlık oluşmaya başladı.

Osmanlı-Fransız Savaşı

Napolyon’un önderliğinde Fransız ordusu 1798 yılında Mısır’a saldırarak Osmanlının önemli bir vilayeti olan Mısır’ı ele geçirmişti. Osmanlı ordusunun almış olduğu yenilgiler Fransa’ya yalnız başına karşı koyamayacağını gösterdiğinden Osmanlı devleti ittifak arayışına girdi. Bu maksatla Fransa’ya karşı Ruslarla ve İngiltere ile ittifak antlaşmaları imzalandı. Böylece yıllarca karşı karşıya gelmiş olan Osmanlı ile Rus ordusu tarihte ilk kez yan yana savaş verecekti. İngiltere ve Rusya, Fransa ile yapılan 30 Ağustos 1801 tarihli antlaşma ile Napolyon kuvvetlerini Mısır’dan çıkardı. Osmanlılar Mısır’da Fransızlardan kurtulmuştu ancak bu kez de yapılan ittifakın karşılığı olarak İngiltere ve Rusya’nın ağır istekleriyle yüz yüze kalmıştı. İngiltere, Fransızları bölgeden çıkarmak bahanesiyle girdiği Mısır’a yerleşmek niyetindeydi. Rusya ise bir yandan Ege adaları ve Mora’daki Hristiyan ahaliyi Osmanlı aleyhine kışkırtarak buraları ele geçirme hesapları yap›yordu; diğer yandan da Boğazlardan kalıcı olarak geçiş hakkı almanın peşindeydi. Bu tehlikeli durumda Osmanlı devlet adamları çareyi yeniden Avrupa’da pek çok başarı kazanan Fransa ile ittifakta bularak 25 Temmuz 1802’de Fransa ile Paris Antlaşması’nı imzalamıştır.

Osmanlı-Rus-İngiliz Savaşı

Fransa ile yeniden yakın ilişkiler kuran Osmanlılara ittifakın sona ermesi nedeniyle Boğazlar’ın Rus savaş gemilerine kapanması iki devlet arasında gerginlik çıkmasına yol açmıştı. Osmanlının Boğazlar’ı Rusya’ya kapatması, Rusya ile ittifak hâlinde olan İngiltere’nin de Osmanlı’ya karşı tutum almasına neden oldu. Rusya İngiltere’nin desteğiyle Ekim 1806’da Memleketeyn’i (Hotin ve Bender kaleleri) işgal etti. Bunun üzerine Osmanlı Devleti her iki devlete karşı savaş açtı.

Kabakçı Mustafa İsyanı ve III. Selim Devri’nin Sonu

III. Selim’in Nizam-ı Cedit hareketi eski düzenden şahsi çıkarları olan kişi ve gruplar tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Mevcut düzenden faydalananlar ile Yeniçeri Ocağı aynı zamanda bir gelir kapısı durumuna gelmişti. Asker ocaklarının yeni bir düzene tabi tutulması ile bu gruplar gelirlerinden mahrum kalmışlardı. Öte yandan Nizam-ı Cedit ordusunun ihtiyaçlarının büyük oranda Avrupa’dan temin edilmesi de askerî malzeme satan esnafın gelirini azaltmıştı. Yeni düzenden çıkarları olumsuz yönde etkilenen bu şahıs ve grupların desteğiyle Nizam-ı Cedit hareketine karşı olanlar, Karadeniz Boğazı kalelerinde topçu olan Kastamonulu Kabakçı Mustafa önderliğinde Mayıs 1807’de isyan ederek İstanbul’a doğru yürümeye başladılar. Kabakçı Mustafa İstanbul’a vardığında İstanbul halkından da büyük destek gördü. İsyancılar 28 Mayıs’ta III. Selim’den Nizam-ı Cedit ordusunun kaldırılmasını ve 11 kişinin idamını istedi. Ertesi gün III. Selim tahtan indirildi ve yerine IV. Mustafa geçirildi. 1808’de de Nizam-ı Cedit ordusu lağvedildi.

II. MAHMUT DÖNEMİ GELİŞMELERİ VE YENİLİKLERİ (1808-1839)

IV. Mustafa’nın (1807-1808) kısa saltanat döneminde III. Selim’in başlatmış olduğu yenilikler durdurularak çok sayıda Nizam-ı Cedit yanlısı da öldürüldü. Bu sırada öldürülmekten kurtulmayı başarmış olan yenilikçiler Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın etrafında toplanmıştı. Yenilikçiler, Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa önderliğinde 10 bin mevcutla İstanbul üzerine yürüdü. Alemdar Mustafa Paşa’nın Saray’a saldırdığı sırada IV. Mustafa hal’ edilmesini önlemek amacıyla III. Selim’i öldürtmüştü. Yenilikçilerin Saray’a karşı elde ettiği başarı neticesinde II. Mahmut tahta çıkarıldı ve Alemdar Mustafa Paşa da sadrazam oldu.

Sened-i İttifak (7 Ekim 1808)

II. Mahmut tahta geçer geçmez ilk olarak merkezî otoritenin sağlanmasına yönelik icraatlara ağırlık verdi. Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın yönlendirmesiyle merkezî iktidarı zayıflatan yerel iktidarlar/ayanlar kontrol altına alınmak istendi. Ayanlar ile Yeniçeri Ocağı’nın düzenlenmesi, ayanların hak ve imtiyazları ile devlete karşı sorumluluk ve vazifeleri ve buna karşılık devletin ayanlara karşı tutumu konuşuldu. Varılan mutabakat neticesinde 7 Ekim 1808’de ayanlar ile Saray arasında Sened-i İttifak belgesi imzalandı. Bu senetle ayanlar Padişah’a sadakatlerini ilan ederken Padişah da ayanları koruma sözü vermekteydi. Ayrıca ayanlar vergileri Saray’ın isteği doğrultusunda toplayacakları ve kendi bölgelerinin dışına el uzatmayacakları hakkında da teminat vermekteydi.

Ayanların merkeze bağlılıklarının karşılığı olarak Sadrazam, keyfi davranışlarda bulunmayacağını, ayanların etki ve yönetim alanlarına karışmayacağı ilan ediyordu. Bu ittifakla ayanların mallarının babadan oğla geçmesi usulünün Saray tarafından kabul edildiği de imza altına alınıyordu. Merkezî otoriteyi güçlendirmek maksadıyla yerel iktidarlarla imzalanmış olan bu senet halkın genelinin çıkarlarını ilgilendiren maddeler de içermekteydi. Sened-i İttifak’ta vergilerin haksız ve ezici olmaması, reayaya zulmün yasaklanması, bir suç işlenmesi durumunda soruşturma yapılmadan ceza verilmemesi gibi kişi haklarını korumaya yönelik hükümler bulunmaktaydı. Ne var ki Sened-i İttifak uzun ömürlü olamamış, uygulanma fırsatı dahi bulamadan imzalanmasından beş hafta sonra Alemdar Mustafa Paşa’nın öldürülmesiyle tamamen unutulmuştur. Osmanlı devlet adamlarının devletin eski gücüne ulaşması için ayanlarla merkezî otorite arasındaki iktidar ilişkilerini düzenlenmeye çalıştığı bu belge, aynı zamanda, Osmanlı Devleti’ndeki anayasallaşma sürecini başlatan ilk belgelerden biri olarak kabul edilmektedir. Tartışmasız olan bir başka gerçek de şudur ki her ne kadar uygulanma imkânı bulamamış ve kâğıt üzerinde kalmış olsa da Osmanlı tarihinde merkezî otorite ilk kez bu belgeyle sınırlandırılmıştır.

İngiltere ve Rusya ile İlişkiler: Bu dönemde Avrupa’da yaşanan olaylar neticesinde İngiltere, Napolyon orduları karşısında yalnız kalmış ve yeni ittifak arayışları içine girmişti. İngiltere 1807’den beri savaş hâlinde bulunduğu Osmanlı ile barışa yöneldi ve iki devlet arasında 5 Ocak 1809’da Kal’a-yı Sultaniye Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile İngilizler daha önce itiraz ettikleri Boğazların Ruslara kapatılması hükmünü de kabul ediyordu. 1806’dan beri süren Osmanlı-Rus savaşı ise Osmanlı ordularının yenilgisiyle sonuçlanmıştı.

Sırp ve Rum İsyanları: Balkanlar’da ilk milliyetçi isyan Sırbistan’da çıkmıştı. Osmanlı-Rus savaşı sürerken Ruslar Sırp isyanlarını teşvik etmiştir. Osmanlı Devleti Ekim 1813’te Sırp isyanlarını kontrol altına almayı başardı. Ancak Rusya’nın desteğiyle 1815 Temmuz’unda yeniden başlayan isyanlar neticesinde Osmanlı Devleti 1816’da Sırplara özerk bir prenslik statüsü vermek zorunda kaldı.

Ruslar yalnızca Sırpları değil Rumların da Osmanlı Devleti’ne karşı isyanlarını kışkırtıp destekledi. Şubat 1821’de Rus Çarı’nın Rum asıllı yeğeni İpsilanti tarafından ilk isyan hareketi Eflak’ta başlatıldı. İkinci isyan hareketi bir ay sonra Mart 1821’de Mora’da patlak verdi. Mora isyanı kısa zamanda yayılarak Nisan ayında orta ve güney Yunanistan’a kadar genişledi. Osmanlı Devleti’nin Mora İsyanı’nı bastırmakta gösterdiği başarısızlık üzerine Avrupa devletleri harekete geçerek Osmanlı aleyhine propaganda faaliyeti yürütmeye başladı. Osmanlılar isyanı bastırabilmek için Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istemek zorunda kaldı. Mehmet Ali Paşa kuvvetleri Mora’da büyük başarı elde ettiler. Ancak isyan bastırılmak üzere iken Rusların savaş tehdidinde bulunmaları üzerine Osmanlılar 7 Ekim 1826’da Akkerman Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı.

Mısır’daki Yenilik Hareketleri ve Mehmet Ali Paşa İsyanı

Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Padişah’a bağlı olarak yürüttüğü Mısır idaresinde zamanla neredeyse bağımsız bir iktidar odağı hâline geldi. 1811’de Kölemen beylerini ortadan kaldırarak tüm Mısır’a hakim oldu. Mehmet Ali Paşa, Mısır’da yürüttüğü yenilik hareketi sayesinde ekonomiyi düzeltmiş, memleketin gelirlerini büyük ölçüde artırmış, modern ve güçlü bir ordu kurarak donanmasını da geliştirmişti. Mısır’ın yükselişte olduğu bu tarihlerde bağlı bulunduğu merkez, Osmanlı Devleti, yenilik çabalarına rağmen büyük devletlerle ve iç isyanlarla boğuşarak zayıflıyor, kudretini kaybediyordu. Mehmet Ali Paşa , Mora başarısına karşılık Suriye’yi isteyen Mehmet Ali Paşa’ya sadece Girit verildi. Bu olaylar İstanbul ve Mısır arasında gergin bir dönemin başlamasına sebep olmuştu. Osmanlı ordusunun Rus seferini 12 bin kişilik bir kuvvetle takviye edeceği sözünü veren Mehmet Ali Paşa yalnızca 25 bin kese vermekle yetinince gerginlik tırmanmaya başladı. 20 Ekim 1831’de Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa kumandasındaki 35 bin mevcutlu Mısır ordusu Suriye’ye doğru yola çıktı.

Hünkâr İskelesi Antlaşması: İstanbul ile anlaşmaya yanaşmayan Mehmet Ali Paşa ve İbrahim Paşa için Saray, idam fermanı çıkardı. Ancak Suriye’yi ele geçiren Mısır ordusu Anadolu’ya doğru ilerlemeye devam etti. Kütahya’ya kadar ulaşan İbrahim Paşa, 2 Şubat 1833’te kışı Bursa’da geçirmek için II. Mahmut’tan izin istedi. Ardından Adana’yı isteyen İbrahim Paşa, bu teklifin kabul edilmemesi hâlinde ordusunun İstanbul’a yürüyeceği tehdidinde bulundu. Osmanlı devlet adamları, tehlikenin bu kadar yaklaşmış olması nedeniyle yardım arayışı içine girdiler. Fransa Mehmet Ali Paşa’yı destekliyordu; İngiltere ise o sıralarda Avrupa siyasetine ve kendi iç meselelerine yoğunlaşmıştı. Rusya Osmanlının yardım isteyebileceği tek kuvvet durumunda idi. 5 Nisan 1833’te bir Rus filosu Mehmet Ali Paşa kuvvetlerine karşı koymak üzere Beykoz’a asker çıkardı. Bunun üzerine Rusya’nın Osmanlı ile yaptığı ittifak neticesinde elde edecekleriyle daha da güçlenmesini istemeyen İngiltere ve Fransa dikkatini Mehmet Ali Paşa’ya çevirdi. Mücadeleye büyük devletlerin de dahil olması neticesinde 8 Nisan 1833’te İbrahim Paşa ile Kütahya’da anlaşmaya varıldı. Buna göre İbrahim Paşa’ya Cidde, Şam, Halep valilikleri ile Adana muhassıllığı, Mehmet Ali Paşa’ya ise Mısır’dan başka Girit Valiliği veriliyordu. İbrahim Paşa ile anlaşma sağlanmış olmasına rağmen II. Mahmut Mısır’ın yakın gelecekte yeni bir tehlike arz etmesi ihtimaline karşı Rusya ile 8 Temmuz 1833’te sekiz yıllık bir ittifak ve yardım anlaşması olan Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı imzaladı. Bu antlaşmayla Ruslar yeni bir saldırı durumunda Osmanlıya yardıma geleceklerdi. Bunun karşılığı olarak ise Boğazlar Rusya’ya açılıyordu. Böylece Osmanlı Devleti yalnız Rusya’nın değil diğer Avrupa ülkelerinin de müdahalesine açık bir hâle geliyordu. II. Mahmut Mısır meselesini nihai olarak sona erdirebilmek maksadıyla İngiltere’nin de desteğini almayı zorunlu görmüş ve bu maksatla 16 Eylül 1838’de Osmanlı- İngiliz Ticaret Antlaşması’nı (Balta Limanı Antlaşması) imzalamıştı. Bu antlaşma ile İngilizlere kapitülasyonları dahi aşan iktisadi imtiyazlar sunuluyordu.

II. Mahmut Devri Yenilikleri

III. Selim’in yolundan giden II. Mahmut da yeniliklerine askerî alandan başlamış ve 14 Ekim 1808’de Sekban-ı Cedit Ocağı’nı kurmuştu. Ocak kısa zamanda 10 bin kişilik bir kuvvete ulaşırken II. Mahmut donanma ve diğer ocakların ıslahı için de pek çok tedbir aldı. Yeniçerilerin talimlerden kaçmaması için İstanbul esnafına dahi talim zorunluluğu getirildi. Ancak Yeniçeriler yeniden ayaklanarak Alemdar Mustafa Paşa’yı öldürdüler ve II. Mahmut bu olay üzerine Sekban-ı Cedit Ocağı’nı dağıtmak zorunda kaldı. Askerî yetersizlik ve başarısızlıklarına ek olarak her fırsatta Saray’a karşı ayaklanma tertibi içinde bulunan Yeniçerilerin uzun zamandır süren ıslah çabalarına direnişle karşılık vermeleri, Ocak’ın kaldırılmasını artık zorunlu hâle getirmişti. 15 Haziran 1826’da Yeniçeriler son kez isyan ettiler; iki gün sonra 17 Haziran 1826’da köklü ancak uzun zamandır devlete zarar veren bu askerî kurum nihayet ortadan kaldırıldı. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması olayı Vaka-i Hayriye olarak adlandırıldı.

İdari ve mali alanda: II. Mahmut devrinde iktisadi alanda da pek çok yenilik yapıldı. Vergi sisteminde yeni düzenlemelere gidilerek vilayet vergilerinin merkeze aktarılması sağlandı.

Eğitim ve sosyal alanda: II. Mahmut askerî ihtiyaçlar doğrultusunda eğitim alanında da pek çok yenilik yaptı. 1826’da ilk kez dört öğrenci eğitim görmek için Avrupa’ya gönderildi. 1827 yılında açılan tıp okuluyla ordu için hekim ve cerrah yetiştirilmesi sağlandı. Avrupalı eserlerin Türkçeye tercümesi faaliyetleri bu dönemde de devam etti.

A) 1831’de Muzika-i Hümâyûn ve

B) 1834’te Mekteb-i Ulûm-› Harbiye adıyla Fransız modelinde iki yeni okul açıldı. Bundan başka ilk ve orta seviyede devlet memuru yetiştirmek amacıyla

C) Mekteb-i Maarif-i Adli ve

D) Mekteb-i Ulum-ı Edebi açıldı. İstanbul ile sınırlı olmak kaydıyla bu dönem ilköğretim zorunlu hâle getirildi.

II. Mahmut’un yenilikleri sosyal alanda da kendini göstermişti. 1815’te Saray Topkapı’dan Dolmabahçe’ye taşınarak eski saray usullerinde pek çok değişiklik yapıldı. Artık Avrupalı gibi pantolon giymeye başlayan Osmanlı Sultanı, Avrupalı tarzda protokolleri de yerine getirerek yurt içinde inceleme gezilerine çıkmaya başladı. 1828’te askere, 3 Mart 1829’da ç›kar›lan kıyafet nizamnamesiyle ulema dışındaki tüm sivillere fes giyme zorunluluğu getirildi. Bu nedenle 1830’da Tunus’tan getirtilen ustalara Eyüp’te Feshane kurduruldu. İlk Türkçe Osmanlı gazetesi olan Takvim-i Vekayi 1 Kasım 1831’de haftalık olarak yayın hayatına başladı. İlk nüfus sayımı, ilk karantina ve posta teşkilatının kurulması gibi yenilikler de II. Mahmut döneminde gerçekleştirildi. Osmanlı yenileşme hareketi tarihinde, en büyük başarılar II. Mahmut döneminde elde edilmiştir. Ancak buna rağmen II. Mahmut devrinde Osmanlı Devleti büyük oranda toprak kaybetmiştir. Bu dönemde -zorunlu da olsa- Osmanlı Devleti’ni siyasi ve iktisadi alanda büyük zaafa uğratan antlaşmalar imzalanmıştır. Hünkâr İskelesi Antlaşması ile Rusya ve Avrupa devletlerinin Osmanlı memleketine siyasi müdahalesine izin verilirken Balta Limanı Antlaşması ile İngiltere’ye iktisadi bağımlılık süreci başlayarak Osmanlı ekonomisine ağır bir darbe indirilmiştir. İç isyanlar ve dış tehditler ortasında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması Devleti ayrıca uğraştıran ve orduyu zaafa uğratan bir tedbir olarak görülmüştür. Islah edilemeyen, yenilenemeyen, idari ve mali problemlere sebep olan bir asker sınıfı, askerî tedbirleri ile ortadan kaldırılmak zorunda kalınmıştır.



ATATÜRK İLKELERİ VE İNKİLAP TARİHİ

ÜNİTE 2 Türkiye’de Reform Arayışları (1839-1908)


II. Mahmut tarafından yapılmak istenen söz konusu düzenlemelerin yetersiz kalması, gerek askerî, gerekse de siyasi ve mali konularda sıkıntıların devam etmesi, daha ileri birtakım adımların atılması zorunluluğunu getirmişti. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonrası Yunanistan’ın kurulması, Mehmet Ali Paşa isyanı karşısında Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü çaresizlik ve Hünkar İskelesi Anlaşması’yla Rusya’nın Boğazlara inmesi, Osmanlı Devleti’ni Avrupa’nın yardımına ihtiyaç duyar hâle getirmiş, bu desteği sağlamak için gerek ekonomik gerekse de siyasi alanda pek çok tavizler verilmesine sebep olmuştu. Balta Limanı Antlaşması ile verilen ekonomik tavizi, 1840 ve 1841 yıllarında Londra’da Mısır ve Boğazlar sorunu için varılan mutabakatlar izlemişti. Karlofça Antlaşması’ndan bu yana yapılan ıslahatlar Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu durumdan kurtarmaya yetmemişti. Bu durum Osmanlı idarecilerini acil ve köklü bir ıslahatın gerekliliğine inandırmıştı. Tanzimat Fermanı bu gelişmelerin bir sonucu olarak ilan edilmiştir.

TANZİMAT FERMANI VE GETİRDİKLERİ

II. Mahmut döneminde hazırlanıp Sultan Abdülmecit döneminde ilan edilen Tanzimat Fermanı ya da Gülhane Parkı’nda okunmasından dolayı Gülhane Hatt-ı Hümayunu, 3 Kasım 1839 tarihi ile Osmanlıda yeni bir devrin başlangıcını temsil etmektedir. Fermanda bütün bu tedbirler alındığı takdirde verimli coğrafyası ve yetenekli halkı sayesinde Osmanlı Devleti’nin “5-10 sene zarfında” eski kudretine kavuşabileceği beklentisi dile getirilmiştir. Fermanla yapılmak istenen, eskiyi “bütün bütün” ortadan kaldırmak ve değiştirmek olduğundan bu durumun ülke halkına ilanının yanı sıra dost devletlerin bu usulün sonsuza kadar devamına şahit tutulmaları isteği yönetimin samimiyetine bir işaret olarak değer kazanmaktadır. Tanzimat Fermanı’nın yeni idare tarzı bakımından en dikkate değer özelliği, yeni kanunlara ihtiyaç duyulduğunun ifade edilmesi ile meclisler eliyle karar alma ve idare etme tercihine sahip olmasıdır. Türk modernleşmesinin en önemli aşamalarından biri olan Tanzimat Fermanı daha önce yapılanların yeterli olmadığı görüldükten sonra bütün tebaaya vatandaş statüsü tanıyan, herkesin kanun karşısında eşit, can, mal ve namusunu korumaya alan bir anlayış getirmeyi hedeflemiştir. Devletin hedefinin sadece dini ve devleti korumaktan çıkarılıp vatandaşı kalkındırmak ve ülkeyi imar etmek olduğunun altını çizen bir ideal ortaya koymuştur. Fermanın kendisi devlet ve hükûmet adamlarının yetkilerini kendi istekleriyle kısıtladıkları bir sürece işaret etmektedir. Müslim, gayrimüslim bütün vatandaşların devletin her kademesinde yer alabilmesine olanak tanıyan bu dönem anlayışı devletin maruz kaldığı sıkıntıları gidererek eski kudretine kavuşturmayı amaçlamaktaydı. Tanzimat, devlet idaresine getirilen yenilikler, idari ve mali reformlar ile yeni bir çağdaşlaşma hamlesi olarak tanımlanabilir.

Tanzimat Dönemi Meclisleri

Tanzimat’la birlikte devletin merkezî örgütünün çeşitli alanlarında ayrı ayrı kurullar oluşturulmuştur. Bu kurullar “meclis” adını taşımakla birlikte bunlar seçilmiş kurullar değil, birer uzmanlık komisyonlarıdır. Bu kurullardan özellikle * Meclis-i Ali-i Tanzimat, * Meclis-i Ahkâm-› Adliye ve *Şura-yı Devlet halkın yönetime katılması açısından önemlidir. Yargı işlerine bakmak üzere Meclis-i Ahkâm-ı Adliye kurulurken, yasama işleri için de Meclis-i Ali-i Tanzimat ya da kısaca Meclis-i Tanzimat kuruldu. Danıştay’ın başlangıcı sayılan Şura-yı Devlet ise 1868 yılında kurulmuştur. Meclis-i Ahkâm-› Adliye’nin birkaç işi birlikte yürütmesinin zorluğu bu meclisin yeniden ikiye ayrılmasına sebep olmuş, 1868 tarihinde Meclis-i Ahkam-ı Adliye; Şurayı Devlet ve Divan-ı Ahkâm-ı Adliye olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Divan-› Ahkâm-ı Adliye yargı görevini yapacak Şura-yı Devlet, genel yönetim meselelerini tartışacak ve kanunları hazırlayacaktı. Görevlerinden bazıları şunlardı:

* Her türlü kanun ve tüzük tasarılarını incelemek ve hazırlamak,

* Kanun ve tüzük gereği görevli olduğu işleri tetkik ve karara bağlamak,

* Her türlü mesele hakkında istenildiğinde görüş bildirmek,

* Memurları yargılamak,

* Devletle fertler arasındaki davalara bakmak.

Sultan Abdülaziz, Şura-yı Devlet’in açılışında yaptığı konuşmada devletin vatandaşa hizmet etmekle yükümlü olduğunun altını çizerek önemli bir anlayış değişikliğine işaret etmiştir.

Halkın Yönetime Katılımı: Muhassıllık Meclisleri

Tanzimat Dönemi’nin en önemli katkılarından biri halkın seçimi ile oluşturulan meclislerin mahallî seviyede yönetime katılma işlevini gerçekleştirmesi olmuştur. Muhassıllık Meclisi’ne seçilenler genellikle, yörenin ileri gelenleri ya da mülki amirin tayin ettiği kimselerdi. Seçim, memleketin önde gelen nüfuzlu kimselerinin meclise girmesini sağlamıştır. Bununla beraber Osmanlı Devleti tarihinde ilk defa halkın temsilcilerinin seçimle belirlenmiş olması, demokrasi yolunda önemli bir adımdır. Sancak merkezlerinde kurulan Muhassıllık Meclislerinin görevi, sancaktan alınacak vergilerin miktarını saptamak ve onların düzenli toplanmasını sağlamaktı.



Halkın Yönetime Katılmasında Bir Başka Adım: Vilayet Meclisleri

Vergi toplamak amacıyla kurulan Muhassıllık Meclisleri’nden sonra halkı seçime alıştırmak yolunda atılan bir diğer adım ise 1864 Vilayet Nizamnamesi’dir. Bu nizamname, ülke idaresini vilayet, sancak, kaza ve köy idari birimlerine ayırmakta, her aşamadaki yöneticilerin görev ve sorumluluklarını ayrı ayrı açıklamaktadır. Ayrıca belediye meclisi üyelerinin seçimle gelecekleri hükmünü getirmektedir. Vilayet Meclisi üyeleri, tabii üyeler ile seçimle belirlenen dört kişiden oluşmaktaydı. Mülki amir ve memurlar ile ruhani reisler tabii üyelerdi. Seçimle belirlenen dört üyenin ise ikisi Müslüman ikisi de gayrimüslimdi. Seçimle gelen üyelerin Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında eşit paylaşılması Osmanlı devlet geleneğinde önemli bir gelişim ve değişim demektir. Bu meclisler sayesinde gayrimüslimler de Müslümanlar kadar yörenin işlerinde söz sahibi oluyorlardı.



Kırım Savaşı ve Dış Borçlanma

Tanzimat Dönemi’nin bir ileri merhalesinde Islahat Fermanı yer almaktadır. “Kutsal yerler sorunu” şeklinde başlayan Rus isteklerinin reddi üzerine 1853 yılında savaşa dönüşmüştür. Bu savaşta Rus istekleri ile çıkarları çatışan Avrupa devletleri Osmanlı safında yer almıştır. 1853-1856 yılları arasında yaşanan Kırım Savaşı Osmanlı Devleti’nde birçok ilkin başlangıcını da oluşturmaktadır. İlk defa geniş

çaplı Avrupa ittifakını savaşta yanına alan Osmanlı Devleti bunun bedelini bir bakıma ilk dış borçlanma ve Islahat Fermanı’nın ilanı ile ödemek zorunda kalmıştır.

Kırım Savaşı esnasında 1854 yılında başlayan dış borçlanmanın boyutları zamanla artarak devam etmiş, 1875 yılında devletin bir manada mali açıdan iflası, 1881 yılında da Duyun-ı Umumiye İdaresi’nin kurulması ile farklı bir boyut kazanmıştır. Dış borçların ödenmesinin Türkiye Cumhuriyeti Dönemi’nde 1954 yılına kadar devam ettiği düşünüldüğünde borçlanmanın etkilerinin ne kadar büyük olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

ISLAHAT FERMANI

Paris Antlaşması öncesi ilan edilen Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı ile başlayan yeni dönemin ileri bir merhalesinin başlangıcını ifade etmektedir. Neredeyse tamamen dış baskılar sonucu ilan edilmiş olan Ferman ile Tanzimat Fermanı’nda tanınan hakların bir hayli ilerisine gidilmiştir. Osmanlı toplumu bu fermanla neredeyse Müslüman ve gayrimüslim olmak üzere iki farklı toplum olarak tanımlanmıştır. Önceliğin gayrimüslimlerde olduğu Islahat Fermanı, Müslüman olmayanlara askerî ve sivil bütün okullara girme hakkını vermiş, devlet memurluklarında görev almalarının önünü açmıştır. Ferman, Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarına da askerlik zorunluluğu getirmiş ancak “bedel” vermek koşuluyla askerlikten muaf olabilme imkânını da tanımıştır. Müslüman halka böyle bir hak tanımayan Ferman, Müslüman olmayan vatandaşların mülki memurluklarda görev almasını, küçük düşürücü sıfatların yasaklanmasını öngörmektedir. Yabancı devlet vatandaşlarına Osmanlı ülkesinde gayrimenkul alma hakkını da tanıyan Islahat Fermanı, iltizam usulünün sona ermesi, maaflların düzgün ödenmesi gibi Tanzimat Fermanı’nda belirtilen bazı hükümleri de tekrarlamaktadır.

Fermana Tepkiler

Tepkiler 1858 yılında Cidde’de yaşanan olaylarla şiddete dönüşmüştür. Cidde’de hac mevsiminde bazı tahrikler sonrası harekete geçen Müslümanlar Hristiyan tüccarlara saldırmış, karışıklıkta Fransız ve İngiliz konsolosları da hayatını kaybetmiştir. Bu olay üzerine İngiliz ve Fransız gemileri Cidde’ye asker çıkartmış ve suçlu gördüklerini idam etmiştir. Islahat Fermanı’na bir tepki de 1859 yılı içinde İstanbul’da ortaya çıkmıştır. Tarihe “Kuleli Vakası” diye geçen olayın başlangıcını teşkil eden “Müdafaa-i Şeriat” cemiyeti, Sultan Abdülmecit’in tahtan indirilerek eski düzenin yeniden kurulmasını amaçlamaktaydı. Gurup üyeleri harekete geçemeden ihbar üzerine yakalanmış ve yargılanmak için Kuleli Askerî Lisesi’ne götürülmüştür. Yargılama sonucunda bazı üyeleri idam cezasına çarptırılmışsa da Sultan Abdülmecit tarafından cezaları ömür boyu hapse çevrilmiştir.

Tanzimat Devri Batılılaşma Uygulamaları

1839 Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile başlayıp 1876 Kanun-i Esasi’nin (Anayasa) ilanına kadar devam eden süreçte Osmanlı ülkesinde kişi hak ve hürriyetlerinde gelişme olduğu gibi, askerî, mali, eğitim ve hukuk gibi pek çok alanda da Batılılaşma çabaları olmuştur. Askerî alanda yapılan düzenlemelerle askerlik süresi ve yaşı belirlenmeye çalışılmıştır. 1843 yılında ilan edilen bir yasayla askerlik yaş› 20, askerlik süresi de 5 yıl olarak belirlenmiştir. 5 yıllık süreyi doldurup terhis olanlar, 7 yıllık bir süre redif askerî olarak yedek askerlikle yükümlü hâle getirilmiştir. 1845 yılında ordu merkezlerinde birer askerî lise, “idadi” açılmıştır.

Osmanlı Devleti’ndeki Batılılaşma çabaları asıl etkisini eğitim alanında göstermiştir. Batılılar gibi bir eğitim sistemine ulaşılmaya çalışılmış ancak bunda istenilen başarı elde edilememiştir. II. Mahmut Dönemi’nden itibaren başlayan ilköğretimin zorunluluğu ilkesi ülke çapında yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. 1846 yılında Meclis-i Maarif-i Umumiye kurulmuş, Bahriye, Harbiye ve Tıbbiye dışındaki okullar buraya bağlanmıştır. 1848 yılında İstanbul’da öğretmen yetiştirmek amacıyla öğretmen okulu “Darülmuallimin” açılmıştır. Ortaöğretim seviyesinde olan Rüştiyelerin açılmasına hız verilmiş, 1858 yılında ilk kız rüştiyesi açılmıştır. 1859 yılında Mekteb-i Mülkiye kurulmuş, Fransızca eğitim veren Galatasaray Sultanisi 1868’de eğitime başlamıştır. Eğitimde Fransa etkisi kendisini 1827 yılından itibaren göstermeye başlamış, bu yıl içinde açılan Tıbbiye’de eğitim Fransızca dilinde yapılmıştı. Bu okulda Türkçe eğitime ancak 1870’den sonra geçilebilecektir. Fransız etkisi 1869 yılında yayınlanan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde de görülmektedir. Bu nizamname Fransız eğitim sistemini örnek alarak hazırlanmıştır. Bu dönemde kız öğretmen okulu Darülmuallimat da açılmıştır.

Mali alanda ise köklü bir Islahata gidilmiştir. 1841-1842 yılında bütçe hazırlandı, 1847 yılında ise ilk modern bütçeye geçildi. Kırım Savaşı esnasında Fransa ve İngiltere’den borç para alınması ile başlayan dış borçlanma zamanla artarak devam etti. Devletin gelirleri harcamalara yetmediği için Devlet, açığını kapatmak amacıyla sık sık dış borçlanma yoluna gitti. Bu durum devletin mali iflasına sebep oldu.

EKONOMİK KRİZ VE SONUÇLARI

Kırım Savaşı esnasında başlayan dış borçlanma zaman içinde artarak devam etmiştir. Bir süre sonra Osmanlı Devleti borçlarını ödeyemez duruma gelmiş, borçlanma yoluyla borç ödenmeye çalışılmıştır. Bu durum öyle bir hâl almıştır ki bir süre sonra Devlet, borçlanma yoluyla da borcunu ödeyemez duruma düşmüştür. Alınan borç paraların bir kısmı deniz kuvvetlerinde olduğu gibi faydalı alanlarda harcanırken, büyük bir kısmı ise devlet giderlerine, saray yapımına ve saray harcamalarına kullanılmıştır. 1874 yılına gelindiğinde Balkanlar’daki karışıklık dolayısıyla paraya ihtiyaç duyulmuştur. Dönemin Sadrazamı Mahmut Nedim Paşa, bütçenin gelir ve giderlerini hesap ettirmiştir. Bu durumda bütçe açığı beş milyon altını bulmaktadır. Dış borç almanın zor olduğu bu dönemde açığı kapatmak amacıyla Mahmut Nedim Paşa bir formül geliştirmiştir. Buna göre yılda ödenmekte olan on dört milyon liralık faiz yarı›ya indirilecek, geriye kalan miktarın beşi bütçe açığında ikisi ise ordunun ihtiyacında kullanılacaktır. Bu plan kabul edilerek 6 Ekim 1875 tarihinde bir kararname ile alacaklılara duyurulmuştur. Plana göre beş yıl süreyle var olan borçların yarısının nakit olarak ödeneceği geri kalan kısmın ise %15 faizli bir senet ile ödeneceği ilan edilmiştir. Mahmut Nedim Paşa’nın bu kararı çoğu orta hâlli mevduat sahipleri olan alacaklılar arasında olumsuz etki yapmış, Avrupa kamuoyunun Osmanlı Devleti’nin aleyhine dönmesine sebep olmuştur. Nitekim Rusya bu durumdan yararlanacak ve tarihe “93 Harbi” (Rumi 1293) diye geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı başlayacaktır.

93 Harbi (1877-1878 Osmanl› - Rus Harbi)

Osmanlı yönetimi Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan bölgelerinde çıkan isyanları bastırmakta sıkıntı yaşamıştır. Rusya’nın devreye girmesi ile Balkan sorunu iç sorun olmaktan çıkmış, İngiltere’nin de yer almasıyla dış sorun hâline gelmiştir. Sorunun barışçı yoldan çözümlenmesini isteyen daha doğrusu çıkarları gereği Osmanlı Devleti’nin Rusya egemenliğine girmesini istemeyen İngiltere, Almanya ve diğer devletlerin desteğini alarak konunun bir konferansta görüşülmesini sağlamıştır. 23 Aralık 1876 tarihinde İstanbul’da Haliç Tersanesi’nde toplanan “Tersane Konferansı” Balkan sorununu barışçı yoldan çözmeye çalışmıştır. Aslında Konferans sonrası alınan kararlara bakıldığında sorunun ne kadar barışçı yoldan çözümlendiği ya da çözümlenmek istendiği ortaya çıkmaktadır. Karar gereği Sırbistan, Karadağ ve Romanya’ya bağımsızlık verilecek, Bulgaristan özerk hâle gelecek, Osmanlı bu kararları kabul etmezse zorlamayla bu kararlar hayata geçirilecektir. Osmanlı Devleti’nin Tersane Konferansı kararlarını kabul etmemesi üzerine başlayan 93 Harbi, ağır bir yenilgiyle sonuçlanmıştır. Rusya, Balkan ve Kafkasya üzerinden harekete geçmiş, Balkanlar’dan hızla ilerleyerek İstanbul-Yeşilköy’e kadar gelmiştir. Doğu’da ise Erzurum Rus işgaline uğramış, destanlaşan Nene Hatun direnişi sayesinde bu şehir Rus işgalinden kurtarılmıştır. Bu durum karşısında çaresiz kalan Osmanlı Devleti, Rusya ile Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşmas›’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Anlaşma gereğince Sırbistan, Karadağ, Romanya ve Bulgaristan bağımsız olacak; Kars, Ardahan, Artvin ve Doğu Beyazıt Rus egemenliğinde kalacaktır. Ayrıca Osmanlı Devleti ağır bir savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılmıştır. Bulgaristan, Osmanlı’ya bağlı bir prenslik hâline getirilmiş, Doğu Rumeli ve Makedonya Osmanlı’ya bırakılmıştır. Doğu’da ise Doğu Beyazıt Osmanlı’ya verilmiş, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum Rus işgalinde kalmıştır. Ermeni sorununun ilk defa gündeme geldiği geçerli anlaşma olan Berlin Anlaşması ile Osmanlı Devleti savaş tazminatı olarak Ayastefanos’ta ödeyeceğinin iki katı bir meblağı ödemek zorunda bırakılmıştır. Neticede Rusya’nın isteği kabul edilerek savaş tazminatı Ayastefanos’a göre iki katına çıkartılarak 60 milyon lira olmuştur.

Duyun-ı Umumiye İdaresi’nin Kurulması

Rusya’ya ödenecek savaş tazminatı zaten ekonomik sıkıntı içinde olan Osmanlı maliyesini iyice bozmuş, borçlarının faizlerini dahi ödeyemeyecek duruma getirmiştir. Bunun üzerine Osmanlı Devleti dışı müdahaleye meydan vermemek için alacaklıların vekillerini görüşmeye çağırmıştır. İstanbul’da yapılan görüşmeler sonucunda alacaklılar ile bir anlaşmaya varılmıştır. Bu anlaşma 20 Aralık 1881 tarihli (28 Muharrem 1299) bir kararname ile ilan edilmiştir. “Muharrem Kararnamesi” adı verilen bu anlaşma gereğince İstanbul’da “Duyun-ı Umumiye idaresi” kurulacaktır. Bu komisyonda alacaklıları temsilen birer İngiliz, Fransız, Alman, Avusturya, İtalyan ve Galata bankerlerinin temsilcisi yer alacak, Osmanlı temsilcisi ile birlikte 7 üyeden oluşacaktır. Duyun-ı Umumiye İdaresi’nin gelir kaynaklar›, tuz, tütün, ispirto, balık, ipek, pul ve damga, Bulgaristan vergisi, Kıbrıs vergisi, Doğu Rumeli vergisi gibi geliri çok olan vergilerdir. Bu şekilde Devletin mali gücünü elinden alan Duyun-ı Umumiye, “devlet içinde devlet” durumuna gelmiştir.

Yeni Osmanlı Düşüncesi ve I. Meşrutiyet

Tanzimat Dönemi’nde yetişen Batıcı aydınlar, Batı uygarlığının üstünlüğünü, halkın sahip olduğu geniş hürriyetlere ve parlamentolu demokratik siyasi rejime bağlıyorlardı. Tanzimat’ın reformcu yöneticileri ise temsili sisteme inanmıyor, yaptıkları yeniliklerde merkezî otoritenin güçlenmesini ön planda tutuyorlardı. Sultan Abdülaziz’in Sultan Abdülmecit’ten daha sert mizaçlı olması, merkezî yönetimin ve bürokrasinin artan otoritesi, aydınların parlamentolu meşruti rejime taleplerini hızlandırdı. Artık yöneticilerin Batıyı örnek alarak yaptıkları yenilikler yeterli görülmüyor, siyasi rejimin değişmesi ve devlet otoritesinin sınırlandırılması da isteniyordu. Halkın hâkimiyet hakkı kavramını devreye sokan bu hareket, millet egemenliği düşüncesinin gelişimi açısından tam bir dönüm noktası oluşturmaktaydı. İleride halk iradesinin temsilcileri olan meclis ve onun oluşturacağı anayasa ile sınırlandırılacak bir padişah iktidarı, Türk demokrasi sürecinin de başlangıcını oluşturacaktı. Padişahla bütünleşen Tanzimat bürokratlarının otoritesine ters düşen Yeni Osmanlı Hareketi’nin öncüleri Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi yazar ve şairlerdi. Bu kişiler, ilerlemenin hür kurumlara dayandığını, hür kurumlar›n ise ancak kamuoyunun desteği ile ayakta kalabileceğini, bu nedenle halkın eğitilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Halka en kolay ulaşmanın yolunun da gazete olduğu

bilinciyle, gazete çıkarmaya başlamışlardı. Cemiyet üyelerinden Mustafa Fazıl Paşa, Padişaha meşrutiyeti ilan etmesi için bir mektup göndermişti. Mektupta en iyi idare tarzının meşrutiyet olduğu belirtildikten sonra, meşrutiyet sayesinde Müslümanlar ile gayrimüslimler arasındaki sorunların ortadan kalkacağı, isyanların biteceği ifade edilmişti. Padişah bu mektuba aldırış etmemiş, Yeni Osmanlılar olarak anılan muhaliflerine karşı yaptırdığı takibatını hızlandırmıştı Sonuçta Abdülaziz, Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın önderliğinde bir askerî darbe ile tahttan indirildi, yerine V. Murat tahta çıkarıldı. 30 Mayıs 1876 tarihinde tahta çıkan yeni padişah, rahatsızlığı nedeniyle yerini 31 Ağustos’ta II. Abdülhamid’e bıraktı.

ANAYASALI YÖNETİM DENEMESİ: I. MEŞRUTİYET

Padişah Abdülhamid de halkı meşruti idare için yeterli bulmayan devlet adamlarına hak vermekle birlikte, yine de Meşrutiyet’in devletin köklü dertlerine deva olacağı beklentisine sahipti. Meşrutiyet, devleti medeni memleketler seviyesine ç›karacak, mevcut bütün idari, siyasi ve sosyal problemleri çözecek adeta mucize bir ilaç gibi görülüyordu.

1876 Kanun-i Esasisi (Anayasa)

II. Abdülhamid, meşrutiyetin ilanı için hazırlıkları hemen başlatmış, anayasanın yapılması için 30 Eylül 1876 tarihinde bir komisyon kurulmasını emretmiştir. 28 kişiden oluşan bu komisyon 1831 Belçika, 1859 Prusya anayasalarıyla birlikte yirmiye yakın tasarıyı incelemiştir. Bu tasarılar içinde Mithat Paşa ile Sait Paşaların tasarıları da vardır. Mithat Paşa’nın Kanun-ı Cedit denilen tasarısında, meclisin 120 kişiden oluşması ve bu sayının 1/3’ünün hükûmet tarafından atanması öngörülmüştü. Bu 120 kişinin 80’inin millet mebusu, 40’ının da devlet mebusu olması tasarlanmıştı. Tasarıyla bütün vükela -bakanlar ve müsteşarlar hükûmet adına mebus sayılacaktı.

Hükûmet meclisten güvenoyu almak zorundaydı, aksi takdirde düşecekti. Sait Paşa’nın hazırladığı taslak ise Fransız Anayasası’nın Türkçeye çevirisi idi.

12 bölümden oluşan taslak Mithat Paşa’nın taslağına göre daha sistemli ve geniş kapsamlıydı. Taslağa göre, doğrudan doğruya millet tarafından seçilen 750 kişilik bir meclis öngörülüyordu. Ancak seçimin kura usulü ile yapılması isteniyordu. Yasama yetkisi “Millet Meclisi” adını taşıyan bir meclise veriliyordu. Komisyonun 140 madde olarak hazırladığı taslak Heyet-i Vükela’da hararetli tartışmalardan sonra 119 maddeye indirilmiş ve Padişaha sunulmuştur. Nihayet tarihteki ilk Türk Anayasası “Kanun-i Esasi” 23 Aralık 1876 tarihinde ilan edilmiştir. Bu anayasa sayesinde Rusya Osmanlı’ya karşı beslediği düşmanlıktan vazgeçecek, memleketimiz “tarihte okuduğumuz” İngiltere gibi güçlü olacaktı. (! ) Ancak, beslenen ümitler çok kısa bir süre sonra boşa çıktı. Devletler bu çabayı dikkate almadığı gibi 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, Osmanlı Devleti’nin ağır yenilgisi ile sonuçlandı. Devlet, Balkanlar’daki topraklarının büyük bir kısmını kaybederken, Ruslar İstanbul önlerine kadar gelmişti. Böylesine karışık bir ortamda meclis kapatıldı ve Anayasa da bu durumdan payını alarak rafa kaldırıldı.

1876 Kanun-i Esasisi’nin Özellikler

1876 Kanun-i Esasisi millet egemenliği anlayışı açısından günümüz anayasalarına göre oldukça geride kalan bir anayasadır. Kanun-i Esasi’ye göre egemenlik padişaha aittir. 1876 Anayasası padişaha büyük yetkiler tanımış olmasından başka, ona, yaptıkları işlerden “sorumlu olmama” hakkın› vermekle

de, devletin kuruluşundan beri var olan gücünü kanun güvencesi altına almıştır. 1876 Anayasasında padişahın üstün gücünü sınırlayan hiçbir hüküm yoktur. Eskiden olduğu gibi Padişah; para basılması, hutbelerde adının okunması, yabancı devletlerle anlaşmalar yapılması, harp ve barış ilanı, kara ve deniz kuvvetlerinin kumandası, askerî harekât yapılması, Şer’i hükümlerin uygulanması, cezaların hafifletilmesi veya affı, memurlara rütbe ve nişan verilmesi gibi yetkilere sahiptir.

Seçimler

Anayasanın ilanından sonra sıra meclisi oluşturacak seçimlerin yapılmasına gelmişti. Seçimler sürenin yetersizliği nedeniyle geçici olarak çıkartılan “Seçim Talimatı”na göre yapılmıştır. Talimata göre 80’i Müslüman, 50’si gayrimüslim olmak üzere 130 mebusun seçilmesine karar verilmişti. Meclis-i Mebusanın 13 Aralık 1877-14 Şubat 1878 tarihleri arasında geçen ikinci döneminde 106 mebus görev yapmıştır. Bunlar›n 59’u Müslüman, 47’si gayrimüslim idi. Müslümanlarla gayrimüslim mebusların oranına baktığımızda %56’ya %44 oranı ortaya çıkmaktadır. Bu oran Müslim ve gayrimüslim mebusların neredeyse eşit oranda temsil edildiklerini göstermektedir. O dönemde gayrimüslim halkın toplam nüfus içindeki oranlarının 1/4olduğu düşünüldüğünde, mebus sayısı ile nüfusların arasında bir denge olmadığı ortaya çıkmaktadır. Meclisin ikinci toplantı döneminde Rusya ile savaş başlamıştı. Ruslar bir taraftan Tuna’yı aşarak Sofya’ya doğru ilerlerken, Doğu’da da Erzurum’u kuşatmışlardı.

Mecliste ise mebuslar kanun yapma işini geri plana bırakarak hükûmet faaliyetlerini ve harbin yönetimini tartışıyordu. Mebuslar dolaylı olarak Padişah Abdülhamid’i savaşın gidişinden sorumlu tutuyorlardı. Hristiyan mebuslar ise Avrupa’nın da etkisiyle kendi topluluklarının çıkarlarını gözetiyorlardı. Rusya ile ateşkes görüşmelerinin yapıldığı bir sırada gelen sadaret tezkiresi üzerine II. Abdülhamid böyle bir meclisin yararından çok zararı olduğunu söyleyerek 14 şubat 1878 günü meclisi feshetti. Her derde deva olarak görülen Meşrutiyet, meclisin tatil edilmesiyle sadece 1 yıl 1 ay 21 gün devam edebilmiş, meclisin toplantı süresi de toplam 10 ay 25 gün sürmüştür.

Meşrutiyetin Yeniden İlanı Çabaları

Padişah Abdülhamid’in 1878’de meclisi kapatması ile meşrutiyet sona ermiş, yeniden mutlakiyet dönemi başlamıştır. Meclisin kapalı olduğu bu dönemde Kanun-i Esasi ise “şeklen” yürürlükte kalmıştır. II. Abdülhamid’in 30 yıl sürecek olan bu yeni mutlakiyet dönemine karşı özellikle içte büyük mücadeleler yapılmıştır. İç baskılar, 1889 yılında Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin kurulması ile hızlanmıştır. Cemiyet gizli olarak faaliyete başlamış, aydınlar ve ordu mensupları arasında geniş taraftar bulmuştur . İttihat ve Terakki Cemiyeti ilk kongresini 1902 tarihinde Paris’te yapmıştır. Cemiyetin meşutiyetin ilanı yolundaki çalışmaları gün geçtikçe artmaya başladı. Bu arada meşrutiyeti kurma yolunda çalışan gizli cemiyetlerin sayısı da her geçen gün artıyordu. Bunlardan biri olan “Vatan ve Hürriyet Derneği”, Mustafa Kemal Bey (Atatürk) tarafından Şam’da kurulmuştu. Bu dernek daha sonra 1907 yılında Ahmet Rıza Bey’in Terakki ve İttihat Cemiyeti ile birleşti.

II. Abdülhamid rejimine karşı mücadele eden cemiyetlerin birçoğu 27 Aralık 1907 tarihinde Paris’te bir araya geldi. II. Abdülhamid’i tahttan inmeye zorlayarak meşrutiyeti yeniden kurma kararı alınmıştır. Bu amaca ulaşmak için bir dizi faaliyet gösterilecektir. İlk önce pasif direnme yapılacak, halka hükûmete vergi vermemesi söylenecekti. Yapılacak propagandalarla ordunun ihtilalcılara karşı silah kullanmaması sağlanacaktı. Son olarak, gerekirse sonuca ulaşmak için genel ayaklanma yapılacaktı.

II. Meşrutiyetin İlanı

Terakki ve İttihat 1907 kongresinin akabinde Makedonya’da çok hızlı bir şekilde örgütlenmiştir. Makedonya’da bu kadar hızlı örgütlenmesinin sebebi burada Osmanlı denetiminin yok denecek kadar az olmasıdır. Makedonya 1878’den beri Avrupa devletlerinin gözetimi altındaydı. Burada başta Bulgarlar olmak üzere, Sırp ve Rum çeteciler Makedonya’yı kendi topraklarına katmak için uğraşıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü durum Makedonya’da daha çok hissediliyordu. İngiltere’nin Rusya ile Reval’de görüşmesi, Cemiyeti harekete geçmeye mecbur olduğuna inandırmıştı. Reval Görüşmesi üzerine cemiyetin askerî kanadı dağa çıkarak ayaklanmayı başlatmıştır. II. Abdülhamid’in bölgeyi kontrol etmek için gönderdiği müfettişlerin cemiyet fedaileri tarafından öldürülmeleri harekâtı genişlettiği gibi Padişah’ın da direncinin kırılmasında etkili olmuştur.

























































































ATATÜRK İLKELERİ VE İNKİLAP TARİHİ

ÜNİTE 3 TÜRKİYE DE MEŞRUTİYET DÖNEMLERİ
I.MEŞRUTİYET DÖNEMİ’NDE SİYASET
1876 yılında ilan edilen Kanun-i Esasi ile Osmanlı Devleti, İslam Dinini resmi din olarak kabul etmiştir (11. madde). Yine bu dönemde, okullara din dersleri konulurken, hükümdara da “ahkâm-ı Şer’iye”yi yürütme görevi verilmiştir (7. madde). Ayrıca Şeyhülislam devlet örgütü içerisine alınmış (27. madde), Adli yasama kurumlarının yanında Şer’i mahkemelere de yer verilmiştir (87. madde). Bunların yanı sıra Ayan Meclisine İslami ilkelere aykırı yasaların reddedileceği maddesi konulmuş (64. madde) ve ayrıca padişah İslam’ın koruyucusu olarak kabul edilmiştir (4. madde).

Aynı dönem içerisinde aydın ve devlet adamları arasında Osmanlıcılığın yanı sıra İslamcılık politikasının da taraftar bulmaya başladığı görülmektedir.1881’in başlarında Sultan II. Abdülhamid’e İslamcılık görüşünü savunan çok sayıda rapor sunulmaya başlanmıştır. Bunlar arasında dinin tüm Müslüman ülkeler için bağlayıcı olması ve halifeliğin yeri vurgulanmaktaydı. II. Abdülhamid’in aynı zamanda hem ülke içinde hem de ülke dışında Müslüman dindar bir halife portresi çizmesi, Müslüman halk arasındaki sevgi ve saygısını artırırken Batılı devletlerde de halifelik güç ve yetkisinin Müslümanlar üzerinde çok güçlü olduğu inancının yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır. Devletin yıllardır içinde bulunduğu İslami gelenek de bu durumu güçlendirip meşrulaştırmıştır.

II. Abdülhamid İslamcılık politikasını takip ederek hem devlet içinde hem de Müslüman dünyasında saygınlık ve güç kazandığını düşünerek, politikalarını bu zemin üzerinden geliştirmeye başlamıştır. Hükûmetin desteğinde olan birçok gazete ve dergi de İslamcı politikalarını desteklemektedir. Bütün bu çabaların temelinde yatan düşünce, her şeyden önce “devletin nasıl kurtarılacağıdır” II. Abdülhamid Dönemi’nde gerek Osmanlı gerekse de İslam coğrafyası genelinde İslamcı politikaların istenilen ölçüde başarılı olduğunu söylemek mümkün olmamakla birlikte, ciddi bir Osmanlı ve halife sevgisinin oluşmuş olduğu tespit edilebilmektedir. Zira bu politikanın sonuçları daha sonra başta Balkan Savaşı olmak üzere I. Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nda İslam dünyasının maddi ve manevi desteği olarak somut bir şekilde ortaya çıkmıştır .

Bu düşünce ve duyguların toplumsal zeminde güç kazanmasında, İslam coğrafyasının büyük ekseriyetinin sömürgeleştirilmesi ve de ekonomik olarak geri kalmasının yanı sıra 19.yy. sonlarından itibaren kitle iletişim ve ulaşım araçlarının gelişmesi ciddi olarak tesirli olmuştur. 19. yüzyıl bir iletişim ve ulaşım devrimi olmuş, küresel bir değişim yaşanmaya başlanmıştır. Buharlı gemilerin, demiryollarının ve telgraf hatlarının yaygınlaşmasının doğal bir sonucu olan hızlı bir küreselleşme sürecidir bu. II. Abdülhamid, iktidarının ilk günlerinden itibaren bu teknolojik gelişmelere ciddi destek vermiştir. İlk telgraf hattı 1855’te Kırım Savaşı sırasında açılmş olmasına rağmen, sadece II. Abdülhamid Dönemi’nde 30 bin km’den fazla telgraf hattı çekilmiştir. Bu hatlar, Hicaz’dan Yemen’e kadar uzanmakta olup, hilafet merkezi Ege ve Akdeniz’deki adalara kadar telgraf hatlarıyla sağlanmıştır.

Mors işaretleri seri bir şekilde Türkçeye uygulanmış, en son model telgraf makineleri getirtilerek, telgrafçılık öğrenimi için Fransa’ya öğrenciler gönderilmiş, kurslar açılmıştır. Merkezî devlet gücünün temininde son derece önemli olan ulaşım ve haberleşmenin ikinci kısmının telgraf hatları ile gerçekleştiğini söylemek mümkündür.

Böylece, Osmanlı Devleti yol ve demir yollarının inflası ile gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını ulaştıran ilk ülke olmuştur. Ancak II. Abdülhamid iktidarının güçlenmesine vasıta olarak düşünülmüş olan telgraf, onun yıkılışına da yardım eden araç olacaktır. Kitle iletişim araçlarının yaygın olarak kullanılmasının diğer bir etkisi de dergi ve gazeteler aracılığıyla kamuoyu denen olgunun ortaya çıkmasıdır. 1860’lardan itibaren gazeteler büyük bir etkiye sahip olmuşlardır. Gazete beş bin gibi düşük bir rakamda satmasına rağmen, Yemen’deki bir kahvehanede de Kırım’da da kısa zaman farklılıkları ile aynı yorum ve haberler okunmakta ve etkili olmaktadır. İnsanlar birbirinden haberdar olmaya başlamışlardır. Dönemin gazetelerinde o dönem itibarıyla son derece ilgi çekici ve alanında ilk olan yazı dizileri yayınlanmaya başlamıştır “...Türkistan nasıl bir yerdir, Çin Müslümanları ne yapar, Japonya nasıl bir yerdir, Güney Afrika Müslümanlarının durumu nedir, Malezya’da, Endonezya’da - o zamanki adıyla Açe ve Sumatra’da- Müslümanlar ne yap›yor...?”Böylece müthiş bir haberleşme ağı ortaya çıkmış ve Osmanlı aydınları İslam dünyasını tanımaya başlarken İslam dünyası da Osmanlıyı tartışmaya ve tanımaya başlamıştır. Bu durum aynı zamanda Türkçülük akımının da güçlenmesine vesile olmaktadır.

I. MEŞRUTİYET DÖNEMİ’NDE EĞİTİM VE KÜLTÜR
FAALİYETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Kanun-i Esasi, Türk demokrasi tarihi açısından olduğu kadar, eğitim tarihi açısından da çok büyük bir öneme haiz olup üç maddesi eğitim hakkındadır. Bunlardan ilk ikisi özel öğretime, üçüncüsü ilköğretimin zorunluluğuna ilişkindir:

15. madde, “öğretim işini (konusunu) herkes özgürce yapabilir; ilgili kanuna uymak şartıyla her Osmanlı vatandaşı genel ve özel öğretim yapmaya izinlidir.”

16. madde, “ülkedeki çeşitli dinsel inanışlardaki toplumların din ve inanışlarına ilişkin öğretim yöntemi ve biçimine dokunulmayacaktır” denilmektedir. Aynı madde ülkedeki tüm mekteplerin Devlet’in denetiminde olduğunu da belirtir.

114. madde: “Osmanlı bireylerini tümü için ilköğretim mecburi olacak ve bunun ayrıntıları ayrı bir düzenleme ile belirlenecektir.

II. Abdülhamid gerek Kanun-i Esasi’nin getirmiş olduğu bu haklar gerekse de Müslüman milletinin aydınlanması anlayışı gereğince dönemi içinde eğitime ciddi önem vermiştir. Bu süreçte nasıl bir eğitim yapılması gerektiği hususunda çok ciddi tartışmalar yapılmış olup eğitim-öğretim alanında İslamcıların istediği medreselerde reform yapılmasıdır. Medreselerin kaldırılmasına katiyetle karşıdırlar. Ancak yine de coğrafya ve tarih gibi ilimlerin medreselerde okutulmasının İslami kaidelere uygun olduğuna dair Şeyhülislam Fetvası ancak 1910 tarihinde alınabilmiştir.

Bu sebeple de II. Abdülhamid Dönemi eğitim politikaları çerçevesinde başlangıçta medreseler aynen korunurken, beraberinde modern usulde eğitim ve öğretim yapılan okulların açılmasına hız verilmiştir. II. Abdülhamid Dönemi eğitim politikalarına bakıldığında A) iptidai, B)rüştiye ve de C) idadi gibi temel eğitim ve öğretim kurumlarının sayı ve kalitece artırıldığı görülmektedir. Bu okulların yanı sıra çeşitli dallarda çok sayıda yüksek okullar kurulmuş, eğitim ve öğretime özel bir ilgi gösterilmiştir. II. Abdülhamid, uyguladığı İslamcı siyasete rağmen okulların ders programlarını sadece dinî derslerle bilinçsizce şişirtmemiş, fen bilimlerine ve dil derslerine ayrı bir önem vererek pozitif ilimlerin öğretimini desteklemiştir. Bu özelliği de onun İslamcılığının fanatiklikten ziyade uzak görüşlü bir devlet adamı olmasından kaynaklandığının bir diğer kanıtıdır. Osmanlı eğitim politikası hem Osmanlı ve İslam geleneğine hem de Batı eğitim anlayışının modernliğine dayandırılmıştır Bu iki geleneği birleştirme süreci çok daha fazla anlaşılamayan bir karışım yaratarak her ikisini de başkalaştırmıştır. Eğitim seferberliğinde Tanzimat Dönemi’ne göre çok daha ciddi gelişmeler olmakla birlikte, ilköğretim seviyesinde istenilen düzeye erişilmesi mümkün olmamıştır. Bu dönemdeki gelişmeler daha çok rüştiye, idadiye ve sultaniye okullarının çoğalmasında görülmektedir. İlköğretimin geriliğiyle ortaöğretimin gelişmesi arasındaki uçurum eğitim, gören kuşaklar üzerinde sarsıcı bir tesir bırakmıştır. İlköğretimde dinî ve geleneksel eğitim anlayışı ile yetişen çocukların, orta eğitimde o havanın karşıtı bir eğitim havasıyla karşılaştıklarında kafaları karışmış, bu durum yüksek eğitim alanına gelindiğinde ciddi çelişkilere sebep olmuştur. Bir bakıma II. Abdülhamid’in kendi eliyle kurduğu okullarda, tıpkı telgraf ve demir yollarının gelişimiyle olduğu gibi, kendisi ve rejimi aleyhine dönük ciddi bir muhalefet gelişmiştir. Ancak İstiklal Savaşı’nı gerçekleştiren ve de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran kadrolar da bu okullardan yetişmiştir. Osmanlı Devleti’nde bugünkü ilköğretimin birinci aşamasına denk gelen Sıbyan mektepleri bulunmaktadır. II. Abdülhamid Devri’nde Kanun-i Esasi ile ilköğretimin mecburi olduğu anayasaya konulurken, 1879’da yapılan bir değişiklikle Maarif Nezareti bünyesinde “Mekâtib-i Sübyaniye Dairesi” kurulmuştur. Bunlar da devletin ilköğretim meselesini ne kadar ciddiye aldığının göstergesi olup ilköğretim müfettişleri vasıtasıyla denetlenmiştir. Bu devirde ilköğretime özellikle de ilk 16 yıl içinde gereken ilginin gösterildiğini ortaya koyan uygulamaları şu şekilde maddelendirilmektedir:

a. Kanuni Tedbirler: İlköğretim mecburiyetinin konması.

b. İdari Tedbirler: Merkez ve taşrada ilköğretim teşkilatının kurulması.

c. İptidai okullarının açılması ve çoğaltılması.

d. Sübyan okullarına yeni usul eğitimin sokulması.

e. Müslüman halkın kalabalık olduğu yerlerde ilköğretime öncelik ve ağırlık verilmesi.

f. Halkın maarif alanında maddi yardımının sağlanması.

g. Taşrada Darülmuâllimînlerin açılması ”Ayrıca farklı ihtiyaçlara cevap vermek üzere ilk kız idadisi ve kız öğretmen okulu açılırken, beraberinde özürlüler için ilk kez eğitim başlatılmıştır. Önceleri sağır ve dilsizlere eğitim vermek amaçlanırken, daha sonra görme özrü olan öğrenciler de okula kabul edilmeye başlanmıştır. Bu eğitim kurumları için güzel taş binalar inşa edilir; elde yeterli mimar olmadığı için, Paris’ten planlar getirtilir, Fransız mimari modeli takip edilir. “Maarifperver” diye övgülere boğulan Abdülhamid’in camiden çok okul yaptırdığına kuşku yoktur”

II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ SEÇİMLERİ VE MECLİS-İ MEBUSAN ÇALIŞMALARI
Meclislerin toplantıya çağrılması ile başlayan II. Meşrutiyet Dönemi’nde dört genel seçim yapılmıştır. 1908, 1912, 1914 ve 1919 yıllarında yapılan genel seçimlerle oluşan Meclis-i Mebusan, 1908-1912, 1912, 1914-1918 ve 1920 döneminde faaliyet göstermiştir. İktidar-muhalefet çekişmesinin yoğunlaştığı dönemlerde Meclis görev süresini tamamlamadan seçime gidilerek yenilenmeye çalışılmıştır.



1908 Seçimleri ve Meclis-i Mebusan
1908 Meclisinde 157 Türk, 54 Arap, 25 Arnavut, 22 Rum, 10 Ermeni, 9 Slav (6 Sırp+3 Bulgar) ve 4 Yahudi milletvekili görev yapmıştır. Pek çok kanuna imza atan 1908 Meclis-i Mebusan’ı, en verimli dönemini 1908-1909 yılları arasındaki birinci yılında yaşamıştır. Bu devrede Cumhuriyet Dönemi’nde de siyasi partiler kanunu olarak uygulanan Cemiyetler (Siyasi Partiler) Kanunu, Serseri Kanunu ve Toplantı Kanunu çıkartılmıştır. Açık ve kapalı alanlarda yapılacak toplantıları düzenleyen Toplantı Kanunu da demokratikleşme yönünde önemli bir adımı oluşturmuştur. Bu yıl içinde gerçekleştirilen Anayasa düzenlemeleri demokrasi yönünde atılan en önemli adımlar arasındadır. 1876 Kanun-i Esasi’nin tamamen değiştirilerek yeni bir Anayasa yapılması düşüncesi ile yola çıkılmış ancak, 31 Mart Vakası sonrası zamanın yetersizliği ve dünyaya bir an evvel meşruti bir hükûmet olunduğunun gösterilmesi isteği bu düşünceden vazgeçilmesine sebep olmuştur. Bu olayın Selanik’te duyulması üzerine içlerinde Mustafa Kemal Bey’in de (Atatürk) bulunduğu Hareket Ordusu İstanbul üzerine yürümüştür. Hareket ordusunun İstanbul halkına hitaben yayınladığı beyanname Mustafa Kemal Bey’in kaleminden çıkmıştır. II. Abdülhamid isyandan sorumlu tutularak 27 Nisan’da tahttan indirilmiştir. Yerine geçirilmesi Meclis’te oylanarak kabul edilen kardeşi Reşat, V. Mehmet unvanıyla bugünkü İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün bulunduğu Harbiye Nezaretinde yapılan törenle tahta çıkmıştır. İttihatçılar için bu olay sanki İstanbul’un yeniden fethidir. Böylece yeni padişah askerin koruması altına alınmış, Meşrutiyet’in sona erdirilme girişimlerinin eskiden olduğu gibi kolay olmayacağı ifade edilmeye çalışılmıştır.

21 Ağustos 1909 tarihinde 1876 Kanun-i Esasi’sinin 24 maddesi değiştirilmiş, yeni bazı maddeler ilave edilmiştir. Bütün bu düzenlemelerde millet egemenliğini temsil eden “hâkimiyet-i milliye” esası sıklıkla vurgulanmış, yapılan değişikliklerde bu kaide aranmıştır. Bu çerçevede 1876 Anayasası’nın padişahın hak ve yetkilerinin sınırlandırılması, Meclisin etkinliğinin artırılmasıyla, basın-yayın hakları hususlarında ilerlemeler sağlayan adımlar atılabilmiştir. Değişikliklerle Padişah’ın, tahta çıkışında Meclis-i Umumide Şer’i şerif ve Kanun-i Esasi hükümlerine uyacağına, vatan ve millete sadakat edeceğine dair yemin etmesi şartı getirilmiştir. V. Mehmet Reşat, Padişahlığı meclis tarafından onaylanan ve mecliste yemin eden ilk padişah olmuştur. Esas itibarıyla II. Meşrutiyet Dönemi’nde yapılan düzenlemelerin, hâkimiyet hakkını halka vermede büyük adımlar teşkil ettiğini ifade etmemiz gereklidir. 1912 seçimleri gerçek manada ilk çok partili seçim olma özelliğinin yanında, ilk erken genel seçim özelliğine de sahiptir. 1912 seçimlerine iki parti, İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası katılmıştır. Partilerin seçim için ittifak yaptığı diğer siyasi parti ve gruplar bu seçimi tam anlamıyla çok partili seçim hâline getirmiştir. Genel seçimler ülke çapında çoğunlukla Ocak-Mart aylarında yapılmış, ancak bazı yörelerde seçim işlemleri Mayıs ayına kadar sürmüştür. Tarihe “sopalı seçim!” diye geçen bu seçimler sonucunda meclis, ilk çalışmasını 18 Nisan 1912 tarihinde yapmıştır.



1914 Seçimleri ve Meclis-i Mebusanı

14 Mayıs 1914 tarihinde açılan Meclis-i Mebusan, kapandığı 21 Aralık 1918 tarihine kadar toplam 310 oturum yapmıştır. II. Meşrutiyet Dönemi’nin en uzun ömürlü meclisi olan bu meclis, beş yıl gibi bir süre çalışmalarına devam etmiş, ancak 1914 Meclis-i Mebusan’ı da 1908 ve 1912 de olduğu gibi feshedilmiştir. 1914 Meclisi döneminde batılılaşma yolunda yeni adımlar da atılmıştır.

Bunlar içinde en önemlisi Miladi takvimin kabulüdür.

II. Meşrutiyet Dönemi Gelişmeleri

II. Meşrutiyeti Dönemi’nde kadının sosyal hayatta layık olduğu yeri alabilmesi için çabalar gösterilmiş, dernekler kurulmuş, yasal düzenlemeler yapılmıştır. Ayrıca, Arap harflerinde yenilik yapılmak istenmiş, Millî Kütüphane, Millî Filmcilik, Millî Coğrafya Cemiyetleri kurulmuştur.

Her alanda hızlı bir canlanmanın yaşandığı bu dönemde 19.yüzyılın ikinci yarısından sonra devleti çökmekten kurtarma amacı güden fikir akımları daha belirginleşmeye başlamıştır. Devleti içerisine düştüğü zor durumdan kurtarmaya çalışan bu görüşlerin başlıcaları

* Osmanlıcılık,

* İslamcılık,

* Türkçülük ve

* Batıcılık olmuştur.

- Osmanlıcılık I. Meşrutiyet deneyiminden sonra tekrar gündeme gelmiş, milliyet isyanlarını durdurup ülkenin bütünlüğünü korumak için devletin sınırları içinde yaşayan bütün milletleri aynı çatı altında tutmak amacı taşıyordu. Kısa sürede uygulanamayacağı görüldü.

- İslamcılık, hangi milletten olurlarsa olsunlar bütün Müslümanların halifenin etrafında toplanmasını öngörüyordu. İslamcılara göre; “yeryüzünün en ileri bir devleti hâline getirmiş olan İslam, 20. yüzyılda Batı’nın varmış olduğu sosyal ve politik şartlara hala sahiptir, bu açıdan Batı medeniyetine muhtaç değildir.... Hatta Batı bu bakımdan geridir de. Demokrasi İslam’da yüzyıllarca evvel kurulmuştur. Batı bu alanda geç bile kalmıştır. Batı’nın as›l zayıf olan tarafı ahlakı ve maneviyatıdır. İslamcılık işte asıl bu alanda Batı’dan hiçbir şey almaya mecbur değildir. Batı Doğu’ya nazaran sırf teknik bakımdan üstündür. Ekonomi ve maddi alandaki kalkınmalar için gerekli metot ve malzemeyi ve yalnız bunları Batı’dan almak mümkündür ve gereklidir”.

- Türkçülük, devletin ancak dili, dinî, soyu ve ülküsü bir olan topluma dayanarak yaşayabileceğini iddia ediyordu.

- Batıcılık, ise kendi içinde ikiye ayrılmıştı. Batı medeniyetinin bir bütün hâlinde kabul edilmesiyle yıkımın önlenebileceğini savunanlara karşı Batı’nın sadece bilim ve teknolojisini alıp kültürel unsurlarını dışlayarak devletin varlığını devam ettirebileceğini vurgulayanlar da vardı

II. Meşrutiyet Dönemi’nde yapılan anayasa değişikliklerinden başka hukuki birtakım düzenlemeler de yapılmıştır. İsviçre Medeni Kanunu 1912 yılında Türkçeye tercüme edilerek Ceride-i Adliye dergisinde yayımlanmıştır. Bunu 1916 yılında Alman Medeni Kanunu’nun tercümesi takip etmiştir. Aynı yıl içinde Mecelle Aile hukuku ve Ticaret Hukuku alanlarında yasa tasarıları hazırlamak üzere üç komisyon kurulmuş, bu komisyon İsviçre, Alman, Fransız, İngiltere, Amerika, Avusturya ve Macar kanunlarını da incelemiştir. Komisyonlar çalışmaları sonunda kadına erkek karşısında ve kanun nezdinde önemli bir takım haklar sağlayan Hukuk-ı Aile kararnamesini 1 Mart 1916’da çıkartmıştır. Adli yapıda yapılan bir diğer düzenleme ile 25 Eylül 1916’da Adliye Mahkemeleri ile Sıkıyönetim Mahkemelerinin (Divan-› Harp) görev ve yetkileri ayrılmıştır. Hukuki laikliğin sağlanmasında önemli bir adım olan Şer’i Mahkemelerin şeyhülislâmlıktan ayrılarak Adalet Bakanlığına bağlanması ise 25 Mart 1917 tarihli bir kanunla sağlanmıştır.

ADIM ADIM DÜNYA SAVAŞINA

1911-1914 yılları arasında iki önemli savaş yaşayan Osmanlı Devleti, bu savaşlar sonrasında tasfiyenin eşiğine gelmiştir. Trablusgarp Savaşı ile Afrika’yı, Balkan Savaşları ile Balkanları kaybetmiştir. 1914 yılında başlayan Dünya Savaşı ile de tamamen yok olma noktasına gelmiştir.

Afrika’dan Ayrılış: Türk-İtalyan Savaşı: Trablusgarp

19. sonlarında birliğini kurmuş olan İtalya, Osmanlı eyaleti olan Trablusgarp’ı kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda sömürgesi hâline getirmek istemektedir. İtalya 29 Eylül 1911 tarihinde Osmanlı’ya savaş açtığını ilan etmiştir. İtalya Trablusgarp üzerine harekete geçtiğinde bölgedeki Osmanlı kuvvetlerinin durumu hiç de iyi değildir. Resmî belgelere göre Trablusgarp’taki düzenli birliklerin miktarı ancak 5.000 kadardır. Meşrutiyet’le birlikte Trablusgarp mecburi askerlik kapsamına alınmıştır. Savaş esnasında Osmanlı Devleti yerli halktan 30.000 asker toplayacağını ummaktadır. İtalya da bölgede boş durmamış, bölgedeki kabilelerden 12 kadarını elde etmiştir. Diğer taraftan Trablusgarp’a asker göndermek için donanmanın durumu da hiç iç açıcı değildir. Osmanlı Devleti’nde ise bu sıralarda iktidar ve muhalefet arasında ciddi çatışmalar vardır. Yemen’de, Makedonya’da, Arnavutluk’ta isyanlar ç›kmış, Devlet, memurlarının maaşlarını dahi ödeyemeyecek kadar ekonomik sıkıntı içine girmiştir. İşte böyle bir ortamda Enver Bey ile Fethi ve Mustafa Kemal Beyler, Trablusgarp’ın bölgesel kaynaklarla savunulacağı konusunda fikir birliğine vardıktan sonra Harbiye Nezareti nezdinde gerekli girişimlerde bulunarak Trablusgarp’a gitmişlerdir. Ancak, ne var ki o esnada Balkan Savaşı’nın başlaması Osmanlı Devleti’nin bu yöredeki subaylarını geri çağırmasına sebep olmuş, başarılı mücadele subayların ayrılmasıyla sekteye uğramıştır. Ekim 1912’de imzalanan Uşi Anlaşması’yla da Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp egemenliği sona ermiş, Kuzey Afrika’daki siyasi varlığı son bulmuştur. Trablusgarp Savaşı, gerek Enver Bey’in gerekse de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının düşman karşısında en çetin şartlar altında yerli halkla beraber geçirdikleri ilk savaş stajı olmuştur. Bu savaşta Milli Mücadele’nin kahramanları, komutası altındaki askerlerle beraber bir olma, disiplin sağlama, otorite kurma, başkalarını ateş altında idare etme ve yokluklar içinde dayanma kabiliyetlerini denemişler ve bunu geliştirmişlerdir. Mustafa Kemal Bey’in binbaşılığa (14 Kasım 1911), Enver Bey’in yarbaylığa (23 Mayıs 1912) terfileri bu olaylar arasında yapılmıştır.

Rumeli’ye Veda: Balkan Savaşları

Balkan Devletleri, Rusya’nın tahrik ve desteğiyle Bulgaristan başta olmak üzere, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ Osmanlı Devleti’nin elinde olan Rumeli topraklarını paylaşmak için aralarında ittifak yapmışlardır. Osmanlı Devleti’nde iç siyasette çatışmaya giden bir kavganın olması, orduya siyasetin girmesi, Trablusgarp Savaşı’nda askerî yönden yetersiz olduğunun ortaya çıkması gibi durumları fırsat bilerek 8 Ekim 1912’de Karadağ’›n savafl ilanı ile I. Balkan Savaşı başlamıştır. Osmanlı kuvvetleri Kumanova’da yenilmiş Üsküp, Selanik gibi önemli şehirler savaş yapılmadan düşmana teslim edilmiştir. Pek çok yerde silah dahi atılmadan o bölge Balkan Devletleri’nin eline geçmiştir. Bu durum karşısında Osmanlı kuvvetleri Çatalca’ya kadar çekilmiştir. Edirne, Işkodra ve Yanya dışında tüm Rumeli elden çıkmış, Arnavutluk bağımsızlığını ilan etmiştir. Çatalca önlerine gelen Bulgar orduları 15-17 Kasım 1912 tarihleri arasında saldırıya geçmiş, ancak başarılı olamamışlardır. İngiltere, Fransa, İspanya, Hollanda ve Romanya savaş gemileri Osmanlı hükûmetinin izni ile kendi vatandaşlarını korumaları için İstanbul’a gelmiş, karaya asker çıkarmışlardır. Osmanlı Devleti bu zor durumdan kurtulmak için Bulgaristan’la 3 Aralık 1912 tarihinde ateşkes yapmıştır. Ancak anlaşma sağlanamamış ve saldırıya geçen Bulgarlar 155 gün sonra Edirne’yi ele geçirmişlerdir. Edirne savunmasında yer alan Kazım Karabekir ve Ordu Komutanı Şükrü Paşa Bulgarların eline esir düşmüşlerdir.

I. Balkan Savaşı sonrası imzalanan Londra Antlaşması, Osmanlı Devleti’ni Balkanlardan çıkartmış, buralarda yaşayan yüz binlerce Müslüman’ın göç etmelerine sebep olmuştur. Tam bir facia ile sonuçlanan Balkan Savaşı, göçlerle yeni bir dramın başlangıcını oluşturmuştur. Bulgarların göç eden kafilelere yaptıkları zulümler, çetelerin saldırıları, soğuk, açlık gibi sebeplerle yüz binlerce Müslüman Anadolu’ya ulaşamadan yollarda hayatını kaybetmiştir.

Balkan Devletlerinin aralarında anlaşamamaları sonucunda çıkan II Balkan Savaşı esnasında Osmanlı kuvvetleri harekete geçerek Kırklareli ve Edirne’yi kurtarmıştır. Burada Osmanlı kuvvetlerinin ilerlemeye başlamadan önce Avrupa Devletleri’ne Meriç’in geçilmeyeceği sözünün verilmesi ilginçtir. Zira I. Balkan Savaşı öncesi, Osmanlı halkı Tuna’ya ilerlemeyi hayal ederken şimdi eldeki yerler kaybedildiği gibi birkaç ay önce Osmanlının olan yerlere dahi gitmesine engel olunmaktadır. II. Balkan Savaşı esnasında Osmanlı, Meriç’in batısında yer alan Dimetoka’yı da alarak ilerlemesine son vermiştir. 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul Antlaşması ile Edirne, Kırklareli ve Dimetoka Osmanlı Devleti’nde kalmıştır. Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında uğranılan yenilgiler Osmanlı toplumunun hemen her kesiminde derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı. İdarecilerin kendilerine ve millete güvenlerini kaybettikleri bu dönemin etkileri I. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan manda ve himaye arayışlarına da zemin teşkil etmiştir. Devlet ve toplumda ortaya çıkan bu yılgınlığın giderilmesi Milli Mücadele Dönemi’nde ve sonrasında yeni Türk Devleti’ni kuran kadronun uğraştığı başlıca meseleler arasında ilk sıralarda yer alacaktır.



















































































































































ATATÜRK İLKELERİ VE İNKİLAP TARİHİ

ÜNİTE 4 AVRUPA VE TÜRKİYE
1838-1914 SÖMÜRGECİLİKTEN DÜNYA SAVAŞI’NA AVRUPA
Coğrafi keşifler, dünya ticaret yollarının değişmesi, Avrupa’daki sosyal ve ekonomik alanlarda meydana gelen gelişmeler, Osmanlı Devleti’nde yapısal değişikliklere yol açan ve devleti kökünden sarsan temel etkenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Batılı devletlerde gerçekleşen Sanayi İnkılabı, Fransız İhtilali ve 1815 Viyana Kongresi’yle Avrupa var olan durumun belirlenmesi sömürgeciliğe hız kazandırmış ve Osmanlı Devleti’nin yıkılması yönünde tarihî düşünce ve misyonu alevlendirerek daha sistematik bir hâle getirmiştir. Söz konusu etkileri üç ana başlık altında inceleyebiliriz.

A - Deniz Aşırı Sömürgecilik
Coğrafi keşiflerin etkisiyle ;

1) Amerika altını ve gümüşü önce İspanya’da fiyatları altüst etmiştir. Coğrafi keşiflerden sonra sömürgeciliğin ilk aşamada etkileri iktisadi alanda görülmüştür. Keşfedilen bölgelerdeki değerli eşya ve madenlerin Avrupa’ya taşınması, o zamana kadar zenginlik kaynağı olan toprağın yerini altın ve gümüşün almasını sağlamıştır.

2) Coğrafi keşiflerle geleneksel kıtalar arası ticaret yolları değiştiği gibi Hindistan-Avrupa deniz yolu da Avrupalı devletlerin kontrolüne geçmiştir.

3) Düşünce dünyasındaki gelişmelerle Rönesans ve Reform hareketlerine zemin hazırlamıştır.

4) Akdeniz kıyısındaki limanların önemini kaybetmesine karşılık Atlas Okyanusu kıyısındaki limanların önem kazanması, Avrupa’nın Osmanlı Devleti’ne bağımlılığını azaltmıştır.

5) Avrupa dışındaki dünya zayıflarken Avrupa, her alanda güç kazanmıştır. Özellikle İspanyol ve Portekizliler geniş topraklar elde ederek ilk sömürge imparatorluklarının temellerini bu yüzyılda atmışlardır.

6) Bu dönemde Avrupalı devletlerde zenginlik anlayışı, toprak sahibi olmak düşüncesinden, değerli madenlere sahip olmak düşüncesine dönüşmüştür. Bu düşünce, ticaret yaparak bu değerleri kazanan ve şehirlerde yaşayan bir tüccarlar zümresinin ( burjuvazinin ) ortaya çıkmasını sağlamıştır. Avrupa toplumlarında meydana gelen değişiklikler, büyük devletler arasında rekabetin doğmasına yol açmış ve bunların daha zengin olma arzularını da kamçılamıştır. Ayrıca, ticari hayatın gelişmesi değerli madenlere olan ihtiyacı da arttırmıştır.

7) Gerçekleştirilen coğrafi keşifler, sadece Avrupa’da değil bütün dünyada önemli sosyal, siyasi ve ekonomik değişikliklere yol açmıştır. Bu değişikliklerin en önemlilerinden birisi şüphesiz ticaret yollarının değişmesidir.

8) Tabiatıyla tarihî kara yollarının gözden düşmesiyle Osmanlı için çok değerli bir kaynak da kurumaya başlamıştır. Bununla birlikte coğrafi keşiflerle birlikte özellikle Hindistan’a giden yeni yollar bulunmuş ise de bu yolların uzun ve tehlikeli olmaları sebebiyle Akdeniz’den geçen yol eskisi kadar olmasa bile önemini hiçbir zaman kaybetmeyecektir.

9) 19. yüzyılın sonlarından itibaren doğuda zengin petrol, kömür ve sanayi için gerekli diğer ham madde kaynaklarının bulunması, sanayileşmiş devletlerin politikalarını bu yönde şekillendirmiştir. Avrupalı devletler, ham maddelere sahip olan Doğu milletlerini sanayiden mahrum bırakacak politikalarını sürdürürken doğunun bakir sahalarını aynı zamanda ürettiklerini satacak iyi bir pazar olarak görmüşlerdir. Başta petrol olmak üzere zengin madenlerin yer aldığı coğrafyaları ele geçirmek isteyen devletler arasındaki mücadele 20. yüzyılda doğuya kaymıştır.

B – Sanayi İnkilabı
Sanayi inkılabı: 18.yüzyıldan itibaren tekniğin, sınai üretimin ve ulaştırma imkânlarının gelişmesi ile çağdaş dünyada ortaya çıkan değişimi ifade etmektedir. 1815’ten sonra devletler arasında meydana gelen mücadelelerde, sanayileşme temeline dayalı politikaların hakim olduğu görülmektedir. Tabiatıyla 19. ve 20. yüzyıllarda Sanayi İnkılabı’nı gerçekleştiren devletlerin takip ettikleri politikalar, sanayinin ihtiyaçları ve ekonomik büyüme ekseninde gelişecektir. Avrupa’daki denge ve ittifak çabaları, aslında dünya üzerindeki askerî ve ekonomik savaşın arka planından başka bir şey değildir. Ancak politik çabalar sonuç getirmeyecek ve bir paylaşım savaşı olarak nitelenen I. Dünya Savaşı kaçınılmaz bir hâle gelecektir. Sanayileşmiş ülkelerin gerek ham madde ihtiyacının karşılanması gerekse yeni pazarlara açılmak gereği dünya üzerinde siyasi ve askerî mücadeleyi daha da kızıştıracaktır. 19. yüzyılın başlarında İngiltere, dünya ticaretinin % 50’sini elinde tutarken, Fransa’nın payı ise sadece % 8 kadardır. İngiltere’nin bu tartışmasız üstünlüğü I.Dünya Savaşı’nın başladığı tarihlerde de söz konusudur. Avrupa’nın endüstrileşmiş ülkeleri, kendi nüfus ve toprak büyüklüğüyle orantılanamayacak kadar büyük toprakları sömürge yönetimleri altına sokmak suretiyle sanayileşmenin gereğini yerine getirmişlerdir. İngiltere’nin sömürge toprakları, anavatan toprakların 94 katı idi. Fransa’nın % 5’i; Almanya’nın % 16’sı anavatan topraklarıyken geri kalanı koloni topraklarıdır. 1914’te sömürgeci ülkeler dışında kalan dünyanın % 68’i sömürge; %11’i yarı sömürge toprağı iken bağımsız devletlerin toprakları ise sadece % 21’dir. Yine sömürgelerde yaşayan nüfus % 60, yarı sömürgelerde yaşayan nüfus % 22, bağımsız devletlerde yaşayan nüfus da % 18’dir. Bütün bu gelişmeler göstermektedir ki artık kaba bir yağmalama yerine koloni olarak ele geçirilen yerler, ham madde kaynağı ve pazar olarak kullanılan ucuz iş gücünden yararlanılan yerler hâline gelmişlerdir. Ekonomik bakımdan geri kalmış olan Osmanlı Devleti ise sanayileşmiş güçlü devletler için yatırım, ham madde ve pazar durumundaydı. Siyasi gücünü de büyük ölçüde yitirmiş olduğundan emperyalist devletlerin baskılarına boyun eğmekten başka yapabileceği bir şey gözükmüyordu.

EMPERYALİST REKABET VE KUVVETLER ÇATIŞMASI
İngiltere: Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında oldukça geç başlayan ilişkiler, kimi zaman canlanmış kimi zaman da gerilemişse de hızla gelişmiştir. 19. yüzyılda İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunur bir politika izlediğini görmekteyiz. Bununla birlikte İngiltere bu politikasını sürdürürken Osmanlı Devleti’nin aleyhinde bulunan diğer devletlerle birlikte hareket etmekten de geri durmamıştır. Mesela, 1827 yılında Navarin’de Türk donanmasının yakılmasında Fransa ve Rusya ile birlikte hareket eden İngiltere, Osmanlı toprakları üzerinde Rus nüfuzunun artacağı endişesi ile 1853-1856 Osmanlı-Rus Harbi sırasında bu kez Osmanlı Devleti’nin yanında yer almıştır. Orta Doğu’yu içine alan bölgede büyük bir Arap devletinin kurulması fikrini Araplara aşılayan İngilizler, Rusya’nın Akdeniz’e inmesi ihtimaline karşı da Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı tahrik etmişlerdir.

Görüldüğü gibi İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü savunur olmasının asıl sebebi Hindistan ve Uzak Doğu’daki sömürgelerine giden yolun Osmanlı Devleti’nin elinde olması ve zengin Orta Doğu coğrafyasını ele geçirmek istemesine dayanmakta idi. Osmanlı Devleti’nin İngiltere için geniş bir pazar olması da İngiliz politikasına yön veren diğer bir husustur. Anlaşılacağı gibi İngiltere, Rusya ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’ni paylaşarak güçlenmeleri yerine, sözünü geçirebileceği zayıf bir Osmanlının yaşamasını istemiştir. İngiltere bu politikasını 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na kadar sürdürmüştür. Bu savaştan sonra İngiltere, Osmanlı toprak bütünlüğünü korumaktan vazgeçmiş, kendi güçlü donanmasını kullanarak bölgedeki çıkarlarını korumayı tercih etmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi sırasında Rusların İskenderun Körfezi’ne kadar inmelerini önlemek gerekçesiyle Kıbrıs’a yerleşen İngiltere’yi buradan çıkarmak mümkün olamamıştır. İngiltere benzer bir şekilde 1882 yılında geçici kaydıyla işgal ettiği Mısır’dan da çıkmamıştır. Osmanlı Devleti’ne karşı takip ettiği ikiyüzlü politika, İngiltere’nin muhtemel bir dünya savaşında Osmanlı Devleti’nin karşısında yer alacağını gösteriyordu.

Fransa : İhtilaldan sonra sanayileşmesini de tamamlayan Fransa’nın İngiltere’den sonra sömürgeci bir devlet olarak dünyada kendisini hissettirdiğini görmekteyiz. Yaşanan bazı olumsuzluklara rağmen Osmanlı Devleti’nin Fransa’daki ihtilal ile sonrasında ortaya çıkan fikir ve gelişmelerden etkilendiği görülmektedir. Bu dönemde Fransa’nın özellikle hukuk, eğitim ve politik alanda etkili olduğu görülmektedir. Açılan yeni okullarda Fransızca dersler okutulmuş ve Fransa’ya öğrenciler gönderilmiştir. Bu dönemde Fransız düşüncesinin Osmanlı Devleti ve toplumu üzerindeki etkilerini görmek mümkündür. Bununla birlikte önemli bir güç hâline gelen Fransa’nın da Osmanlı toprakları üzerindeki emellerini askerî güç ile halletmekten çekinmediği görülmektedir.

Almanya: 1870-1871 Savaşı’nda Fransa’yı yenen Almanya, 1871’de birliğini tamamlayarak bir güç olarak ortaya çıktıktan sonra Avrupa’da güçler dengesi de değişmiştir.

Rusya: 18. yüzyılda hızla modernleşen ve Avrupa tekniğini ordularında başarıyla uygulayan Rusya, Yakın Çağ’da güçlü bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. İstanbul’u ele geçirmek ve sıcak denizlere inmek isteyen Rusya’nın bu dönemde, Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ortodoks Hristiyanlar üzerinde de etkisi artırmıştır. Rusya’nın boğazlarda hâkimiyet kurmasından çekinen İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne destek olmaları kaçınılmazdı. Osmanlı ülkesini bu iki devletle savaşmadan paylaşılmasını düşünen Rusya’nın politikası, bütün Slavları Osmanlı Devleti ve Habsburg İmparatorluğu’nun harabeleri üzerinde birleştirmekti. Bu politika merkezi İstanbul (3. Roma) olacak bir Slav devleti kurmak şeklinde tanımlayabileceğimiz “Pan-Slavizm” ekseninde şekillenecektir.

Avusturya-Macaristan: Yakın Çağ’da büyük devletlerle, özellikle Rusya ile ittifaklar oluşturarak topraklarını Balkanlar’da genişleten Avusturya ise Balkanlar’da hakimiyet kurarak Selanik’e ulaşmak ve Adalar Denizi’ne çıkmak istiyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağılma sürecine girmesine rağmen mevcut siyasi gelişmeleri değerlendirmeye çalışmış, Osmanlı Devleti’nden Bosna-Hersek gibi bazı toprak parçalarını elde etmekten geri kalmamıştır.

Burada Yakın Çağ’da İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya’nın takip ettikleri politikaları doğrudan etkileyecek olan İtalya ve Alman millî birliklerinin kurulması üzerinde kısaca da olsa durmakta fayda vardır. İtalya Parlamentosu’nun 14 Mart 1861’de Birleşik İtalya Krallığı’nı dünyaya açıklaması ve Piyomente Kralı Viktor Emanuelle’i İtalya Kralı olarak seçmesiyle İtalya birliği kurulmuştur. 1866’da Venedik ve 1871’de Roma’nın katılmasıyla güçlenen İtalya, Avrupa’daki güç dengesini bozmuştur. Güçlü bir ordu oluşturmak ve küçük prenslikleri yutarak topraklarını genişletmek isteyen Prusya, Avusturya ile girişmiş olduğu savaştan galip çıktıktan sonra (1867) Kuzey Almanya Birliğini kurmuştur. 1867’de Berlin’de toplanacak olan bu birlik sayesinde 25 milyon nüfuslu bir Alman devleti ortaya çıkarıyordu. Birliğini kurarak güçlü bir devlet hâlinde sahneye çıkan Almanya’nın, yaşama alanı olarak doğusunda bulunan Rusya’nın denetimindeki toprakları görmesi Rusya’yı; güçlü bir donanma kurarak İngiltere sömürgelerine göz dikmesi de İngiltere’yi tedirgin etmiş ve bu iki devletin yakınlaşmasına yol açmıştır. Hâl böyle olunca bu zamana kadar Rusya’nın Güney’e inmesini engellemek için Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü isteyen İngiltere, bu politikasından vazgeçmiş, Rusya’yı safına çekebilmek için Osmanlı toprakları üzerinde tavizler vermekten çekinmemiştir. Artık İngiltere Osmanlı toprakları üzerinde oluşturacağı küçük devletleri daha kolay denetleyebileceğini düşünmeye başlayacaktır.

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar gidecek olan tarihî sürecin başlamasını Avrupa siyasi coğrafyasındaki bu ciddi gelişmeler tetiklemiştir. İngiltere-Fransa Rusya-Avusturya- İtalya-Almanya arasında gelişen olaylar ve siyasi hesaplar, doğrudan değilse de dolaylı olarak Osmanlı Devleti’nin yaşayacağı badirelerin başlangıcı sayılabilir. Amerika Birleşik Devletleri de bağımsızlığını kazandıktan hemen sonra dünyanın her yerinde ticari ve iktisadi ilişkiler kurmaya çalışmıştır. 18. yüzyılın sonlarında ABD’nin irtibat kurmak istediği devletler listesinde Osmanlı Devleti de yer almıştır. ABD, Osmanlı ülkesine nüfuz edebilmek için misyonerlik faaliyetlerine girişmiştir. 19. yüzyıl başlarından itibaren gelişen misyonerlik faaliyetlerinin doruğa ulaştığı 20. yüzyıl başları, aynı zamanda kapitalizmin geliştiği, Sanayi Devrimlerini tamamlayan ülkelerin dünya ham madde kaynakları ile pazarlarını paylaştıkları bir tarihtir. Bu dönemin en dinamik ve en başarılı misyonerleri başta ABD ve İngiltere olmak üzere Almanya ve Hollanda gibi ülkelerin Protestan misyonerleriydi. Dünyadaki misyoner örgütleri içinde gelir ve misyoner sayısı itibarıyla ABD’nin yaklaşık üçte birlik bir paya sahip olduğu bu yönde en önemli gelişmeyi ABD’nin göstermiş olduğu dikkat çekmekteydi. Amerikan misyonerlerinin Osmanlı Devleti’ndeki faaliyetlerinin ilk aşaması yöreyi, halkı, devleti tanıma; yerel dilleri, adetleri ve değerleri öğrenmekle geçmiştir.

1831’de İstanbul’da Amerikan diplomatik temsilciliği açıldıktan hemen sonra biri İstanbul’dan yönetilen Türkiye Misyonu, diğeri Beyrut’tan yönetilen Suriye Misyonu olarak faaliyetlerini hızlandırmışlardır. Hedef kitle olarak Ermenilerin belirlenmesinden sonra Türkiye Misyonu; Batı Türkiye, Merkezî Türkiye ve Doğu Türkiye olmak üzere üç ayrı bölgeye ayrılmış, 1871 yılında da Osmanlı Devleti’nin Avrupa kıtasındaki topraklarında faaliyet gösterecek olan yeni bir misyon daha kurulmuştur. Bu örgütler 40-50 yıl gibi bir sürede Osmanlı Devleti’nde son derece sistemli bir şekilde örgütlenmiş, faaliyetlerini okul, hastane, matbaa gibi müesseseler marifetiyle yürütmüştür. 1850 yılında Protestan Ermenilere ayrı bir millet statüsü verilmesinin perde arkasında da Amerikan misyonerleri yer almıştır. Amerika, misyonerlerin açtıkları, gerek okullar gerekse diğer kurumlar marifetiyle Osmanlı Devleti’nde varlık alanı yaratmış, böylece kısa sürede siyasi ve ekonomik nüfuz etme imkânı bulmuştur. Batılı devletlerin şark meselesi temelinde yürüttükleri politikalar Osmanlı Devleti’ni 20. yüzyılın başlarında iyice yalnızlaştırmıştır.

OSMANLI DEVLETİ’NİN ÇÖKÜŞÜ: “I. DÜNYA SAVAŞI”
Atatürk, “Savaş, hayati ve zaruri olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe, savaş bir cinayettir.” demiştir. 20. yüzyılın başlarında artık yıkılmak üzere olan Osmanlı Devleti’nin girdiği savaşlar önceki savaşlara göre farklı bir karakter göstermekte ve Türk milletinin hayatının tehlikeye düştüğü anlaşılmaktadır. 17. yüzyıl sonlarından itibaren gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti’nin kayıpları giderek artmış ve I. Dünya Savaşı başlamadan önce Avrupa ve Afrika’daki topraklarının hemen hemen hepsini kaybetmiştir. Bu süreçte menfaatleri çatışan emperyalist devletlerin arzuları, güçleri ve politikaları çok yakın bir gelecekte kaçınılmaz olarak büyük bir savaşın çıkacağını gösteriyordu. I. Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa’nın büyük devletlerinin oluşturdukları ittifaklar genişlemiş, Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya Üçlü İttifak’ı; İngiltere, Fransa ve Rusya Üçlü İtilaf’ı oluşturmuşlardır.

28 Haziran 1914 tarihînde Saray-Bosna’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun veliahdı Arşidük Fransuva Ferdinand’ın Gabriel Princip adlı Sırp asıllı bir öğrenci tarafından öldürülmesini bahane eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan’a harp ilan etmesiyle Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Bu tarihten hemen sonra Almanya, Rusya’ya; Fransa da Belçika’ya harp ilan etmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girmesi

1914 yılına gelindiğinde Osmanlı Devleti için İngiltere veya Almanya’nın yanında savaşa girmekten başka bir çıkar yol gözükmüyordu. Silahlı ve tarafsız kalmak, en makul bir fikir olarak ileri sürülmüş ise de bu fikrin kabulü ve uygulanması şüpheli, hatta imkânsız görünüyordu. İttihat ve Terakki liderlerine göre: “İngiltere ile Rusya’nın yayılmacı emellerine set çekmek için savaşa girilmelidir. İtilaf Devletlerine nispetle iktisadi ve sınai üstünlüğe sahip Almanya, savaştan ancak zaferle çıkabilir. Tabiatıyla, zafer günü de Türkiye mükâfatlandırılacaktır.” Üstelik 1912-1913 Balkan Harbi’nde başarısız olan Osmanlı ordusu ıslah edilmiş, düzen ve disiplin kazanmıştı. Almanya’nın savaşı kaybedebileceği ihtimalini hiç kimse düşünmüyordu. Sadece Türklerin son asırda kaybettiği toprakları geri almak değil, aynı zamanda Rus İmparatorluğu’nu parçalamak ve büyük bir Türk devleti kurmak ümidi hakimdi.

Osmanlı Devleti’nin İttifak Arayışları

Özellikle Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında Almanya’dan ciddi bir yardım görmeyen ve Almanya’nın ilgisini aşırı iktisadi bulan İttihatçılar Rusya’ya karşı İngiltere ve Fransa ile ittifak etmenin zeminini hazırlamaya çalışmışlardır. 1914 yılı Haziran ayında Cemal Paşa vasıtasıyla yapılan ittifak teklifi, Rusların olur demeleri şartına bağlanmıştır. Anlaşılan odur ki Osmanlının, Rusya’nın pençesinden kurtulamayacağı kanaatinde olan Fransa, her ne karşılığında olursa olsun yardım etmek istememiştir. 1914 yılı Mayıs ayında Talat Paşa, Kırım’da Rus Çarı’nı ziyaret ederek ittifak teklifinde bulunmuştur. Osmanlı Devleti’nce böyle bir teklifte bulunulması Rusların gururunu okşamışsa da İstanbul ve Boğazları ele geçirmek hususunda müttefiklerini razı etmiş olan Rusya, Alman askerî heyetlerinin Türkiye’de olmalarını bahane ederek ittifak teklifini geri çevrilmiştir. İttifak teşebbüslerinden bir netice alınamayınca Enver Paşa, İngilizlerin Sultan Osman zırhlısını vermemek için bahaneler icat ettiklerini de göz önünde bulundurarak harekete geçmiştir. Boğazların ve dolayısıyla devletin geleceğinin tehlikeye düşeceği kanaatiyle Said Halim Paşa ve Dâhiliye Nazırı Talat Bey’i de ikna ederek Üçlü İttifak’a girmeye karar vermişler ve Berlin’de görev yapmış olan Enver Paşa’nın Almanya’ya müracaatını kararlaştırmışlardır. 22 Temmuz 1914 tarihînde Enver Paşa’nın müracaatı da Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi Hans Von Wangenheim tarafından reddedilmiştir. Böylece Osmanlı Devleti’nin diplomatik yalnızlığı kesinleşiyor, hiçbir büyük güç Osmanlı Devleti’ni müttefik olarak kabul etmiyordu. Enver Paşa’nın 22 Temmuz 1914 tarihîndeki ittifak talebinden bir gün sonra Avusturya’nın Sırbistan’a bir ültimatom vermesi üzerine Kayzer II. Wilhelm, Enver Paşa’nın talebinin araştırılmasını istemiştir. II. Wilhelm, Osmanlı Devleti’nin Almanya’nın müttefiki olarak savaşa girmesini istemekle birlikte Türklerin Ruslara karşı ciddi olarak savaşa girişebilecekleri konusunda tereddüt ediyordu. Bu tereddütler sebebiyle Almanya’nın, Türkiye’nin savaşta Rusya’ya karşı ciddi surette harekete geçebileceğinden emin olmadan anlaşmayı imzalamak istemediği anlaşılmaktadır. Bu hususta son sözü Türkiye’deki Alman Askerî Heyeti’nin başkanı Liman Von Sanders’e bırakmıştır. İstanbul’da Sadrazam Said Halim Paşa, Dâhiliye Nazırı Talat Bey ve Harbiye Nazırı Enver Paşa ile Alman Büyükelçisi’nin katıldığı gizli bir toplantı yapılmış ve 28 Temmuz’da ittifak taslağı Berlin’e gönderilmiştir. Neticede 1 Ağustos 1914 günü yapılan gizli anlaşma ile Osmanlı yönetimi kendisine bir müttefik bulmuş oluyordu. Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleri bloğuna katılmak için yaptığı teşebbüsler de gerçekleşmeyince, Almanya’nın safında yer almak zorunda kalıyordu. Birbiriyle savaşan rakiplerin artık, Türkiye’nin paylaşılması meselesini anlaşarak hep birlikte halletmek istedikleri anlaşılmaktadır. Zira Üçlü İtilaf’ta Güney Amerika hükümetlerine varıncaya kadar her tarafta kendine müttefikler ararken Türkiye’yi ittifak dairesine sokmak için herhangi bir teşebbüste bile bulunmamıştı. Aksine İtilaf Devletleri bu savaşın, Türkiye ile olan derin ve hayati alakasını gizlemek ve Türkleri yalnız ve çaresiz bırakabilmek için her şeyi yapmışlardı. Osmanlı Devleti, her ne kadar savaş karşısında tarafsızlığını ilan etmiş ise de Akdeniz’de İngiliz donanması tarafından takip edilen Goben ve Breslav adlı iki Alman savaş gemisinin, takipten kurtularak Çanakkale Boğazı’ndan içeri girmesi Almanya yanında savaşa girilmesi mizansenini tamamlıyordu. 29 Ekim 1914’te Karadeniz’de Odesa, Sivastopol ve Novorosisk limanlarını bombalamışlar, Rus donanmasıyla savaşmışlardır. Bu savaşa Hamidiye gemisi ile bazı Türk savaş gemileri de katılmıştı. Bu olay Osmanlı Devleti’nin fiilen harbe girişinin tarihîdir.

1.DÜNYA SAVAŞI’NDA CEPHELER

Kafkas Cephesi

1 Kasım 1914’te Rusların Doğu Beyazıt’tan saldırıya geçmeleri ile Kafkas Cephesi açılmıştır. Osmanlı orduları Rus saldırısını başarıyla durdurmuş ve karşı harekâta geçmişlerdir. Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa Kafkasya’yı zapt ederek Rusları bu bölgede çökertmeyi düşünmüştür. Enver Paşa Erzurum’a gelerek 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa’dan askerlerine taarruz emri vermesini istemiştir. Hasan İzzet Paşa, kış mevsiminde girişilecek olan taarruzun doğru olmayacağını ve ilkbaharın beklenmesi gerektiğini bildirmesi üzerine görevinden alınmıştır. Ordunun komutasını bizzat eline alan Enver Paşa ani baskınlarla Rus ordusunu dağıtmayı planlamıştı.

Ancak Türk ordusunun bir kış boyu yetecek yiyecek, giyecek malzemesi ve askerî mühimmatı yoktu. Buna rağmen 22 Aralık’ta girişilen Sarıkamış Harekâtı’nda Allahuekber Dağları geçilmiş ise de 9. Kolordu Ruslara esir düşmüştür. Ayrıca Kafkas Cephesi’ne gönderilmek üzere yolda bulunan 3. Ordu birliklerinin bir kısmının Irak Cephesi’ne sevk edilmesi Kafkas Cephesi’ni iyice zayıflatmıştır. Enver Paşa komutasındaki ordu birliklerinin giriştiği bu harekât 25-26 Aralık 1914’de durdurulmuş ve büyük kayıplar verilmiş ise de 28 Aralık 1914’te Sarıkamış kuşatılabilmiştir. Askerlerin yetersiz bir sayıya düşmesi üzerine harekâttan bir netice alınamamış ve Enver Paşa 2 Ocak 1915 tarihînde cepheyi terk etmiştir. 17 Ocak’a kadar mücadele devam edecekse de büyük ümitlerle girişilen Sarıkamış Harekâtı, Türk ordusunun yenilgisiyle sonuçlanmış oldu. Bu harekât sırasında 3. Ordu’nun neredeyse tamamının kaybedilmesi Anadolu’yu Rus istilasına karşı savunmasız bırakmıştır. Ayrıca Sarıkamış yenilgisini fırsat bilen Ermeni çeteleri taşkınlıklarını artırmışlar ve Rus ordusunu Anadolu’ya girmeye teşvik etmişlerdir. Özellikle 1915 Nisan’ında Van vilayetinde başlayan isyanın büyümesi üzerine bu uygun ortamdan yararlanmak isteyen Ruslar gönüllü Ermeni birliklerinin öncülüğünde Van bölgesini işgal etmişlerdir. Rusların Van’ın yönetimini Ermenilere bırakması üzerine Van merkezli devlet ilanına kalkışan Ermeni çeteleri de kaçamayan Müslüman halkı katletmeye başlamışlardır. Rusların yerini alan Ermenilerin katliam tehditlerine karşı 1918 Mart’ında Kâzım Karabekir Paşa’nın kumandasındaki Kafkas Kolorduları tarafından Erzincan ve Erzurum kurtarılmıştır (12 Mart 1918). Ayastefanos Antlaşması ile Rusların eline geçmiş olan Elviye-i Selase (Üç Vilâyet: Kars, Ardahan, Batum) kurtarıldığı gibi Ruslar, Doğu Anadolu’da işgal ettikleri topraklardan çekilmeyi de kabul etmişlerdir. Bundan sonra Azerbaycan’daki kardeşlerinin yardım isteğini karşılamak üzere Kafkasya içlerinde ilerleyerek geçici bir süre için de olsa Bakü’yü alan Osmanlı ordusu Hazar kıyılarına ulaşmıştır.

Henüz savaşın başlarında girişilen Sarıkamış Harekâtı, Osmanlı ordusunun bir dünya savaşında etkin bir varlık gösteremeyeceğini ortaya çıkardığı gibi iyi planlanmadan ve zamansız girişilen bir harekâtın verdiği kayıpları göstermesi bakımından önemli olmuştur. Kafkas Cephesi’nde Ruslara karşı mücadele verilirken, Ermenilerin de Rus ordusunda savaşmalarının yanı sıra Türklere karşı giriştikleri katliamlar burada belirtilmelidir. Böyle bir zamanda Ermenilerin taşkınlıkları Osmanlı Devleti’ni Ermeni vatandaşlarını ülkenin başka yerlerine nakletme (tehcir) kararı almaya zorlayacak ve Rus tehlikesi ortadan kalktıktan sonra da Ermeni çetelerinin terörü, devleti bir hayli uğraştıracaktır.

Kanal Cephesi

1 Kasım 1914’te İngilizlerin Süveyşfl Kanalı’nda Akabe Limanı’nı bombardıman etmeleri ile Filistin-Suriye cephesi açılmıştır. Akabe’nin bombalanmasından hemen sonra Enver Paşa, Miralay Cemal Bey’den 8. Kolordu Kumandanlığı görevini kabul ederek Kanal Seferi için hazırlıkları tamamlamasın istemiştir. Esasen Almanlar tarafından planlanan ve tatbiki istenen Kanal Seferi için Cemal Paşa, 21 Kasım 1914 tarihînde törenle İstanbul’dan yola çıkmıştır. Cemal Paşa Sina çölünü büyük zorluklarla geçmiş ve 2-3 Şubat 1915’te Süveyş Kanalı’na ulaşılmıştır. İngilizlerin bölgeye yığdığı 150.000 kişilik kuvvetine karşı 35.000 kişilik bir Türk kuvveti vardır. Aynı gece taarruz edilmiştir. Osmanlı kuvvetlerinin bir kısmı kanalı geçmeyi başarmış ise de İngiliz birlikleri kanalın batı yakasına geçmiş olan Türk kuvvetlerini tesirsiz hâle getirmişler, kanalda bulunan tombaz ve salları batırmışlardır. Kanalın geçilerek burada hakimiyet kurmanın eldeki imkânlar ölçüsünde mümkün olmayacağı görülmüş ve 3-4 Şubat 1915 günü çekilme kararı alınmıştır. Böylece başarısızlıkla sonuçlanan Birinci Kanal Harekâtı’na neden girişilmiş olduğu ve neden başarısız olunduğu konusuna 4.Ordu Kurmay Başkanı Frankenberg’in şu sözleri açıklık getirmektedir. Frankenberg 1923 yılında yapmış olduğu açıklamada, “Bu taarruzun Türk-Alman çıkarlarına fazla bir yarar sağlamamış olmasının nedeni bence harekâtın başından sonuna kadar işin yarım yamalak yapılmış olmasıdır. Neyin elde edilmek istendiği açıkça bilinmiyordu ve bu yüzden de amaçla araç hiç bir zaman birbirine uymadı. İngiliz âlemini en duyarlı yerinden ağır şekilde yaralamak istiyorduk ama azıcık gıdıklamakla yetinmek zorunda kaldık.

Çanakkale Cephesi

Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında savaşa katılmasıyla zor durumda kalan İngiltere ve Fransa, Rusya ile doğrudan temasa geçip savaş güçlerini artırmak, Osmanlı Devleti’nin Süveyş Kanalı ve Hint Yolu üzerindeki baskısını kaldırmak, ayrıca Orta Avrupa’ya sızan Alman-Avusturya ordularını arkadan çevirebilmek için bu harekâtı gerekli görmüşlerdi. Dolayısıyla, Almanya karşısında bunalan Çarlık Rusya’sının savaş gücünü takviye etmek amacıyla ulaştırılmak istenen yardım yine boğazlardan yapılabilecekti. Çanakkale üzerindeki mücadele, Düvel-i Muazzama kuvvetlerinin 3 Kasım 1915’te Seddülbahir ve Kumkale istihkâmlarının bombalanması ile başlamıştır. Bu kuvvetler içinde İngiliz ve Fransız birlikleri ile birlikte Rum ve Yahudi gönüllüler, Anzaklar (Avustralyalı, Yeni Zelandalı askerler), Sihler, Gurkalar, Sudanlı zenciler, Senegalli, Faslı askerler de bulunuyorlardı. Çeşitli dil, din ve ırklardan oluşan bu insanlar, kendilerinin olmayan bir savaşta bir araya gelmişlerdi. Anlaşılan odur ki emperyalist devletler Mehmetçik’e karşı dünya savaşına yakışır bir biçimde (!) bütün akvam-ı beşeri Gelibolu’da toplamışlardı.Asıl Çanakkale Muharebeleri 19 ve 25 Şubat 1915 tarihînden itibaren başlamış ve 8,5 ay sürmüştür. 18 Mart 1915 tarihînde 18 Müttefik gemisi boğazları zorlamış ve geçebileceklerini düşünmüşlerdi. Müttefiklerin 6 gemisi batırılmış ve “Çanakkale geçilmez” hükmü ile geri dönmek zorunda kalmışlardır. Bu olaydan sonra karaya asker çıkarmak suretiyle hedeflerine ulaşmaya çalışacaklardır. Çanakkale Muharebelerinin ikinci safhası, düşmanın karaya asker çıkarıp karadan İstanbul’a ulaşmak istemesiyle başlar. 25 Nisan’da Saros’a, 26 Nisan’da Kumkale’ye, 27 Nisan’da Seddülbahir ile Tekeburnu arasına çıkarma yapmışlardır. Çanakkale Muharebelerinde “Kitre Muharebeleri” diye isimlendirilen bu savaşlar destanlarla doludur. Diğer bir Seddülbahir Muharebesi de “Zığındere Muharebesi”dir ki 6 Temmuz’a kadar sürmüştür. 8 Ağustos’ta Anafartalar Grup Komutanı olan Miralay (Albay) Mustafa Kemal ile 9 Ağustos’ta Kocaçimen, Conkbayır, Kanlısırt’ta cereyan eden muharebelerde I. Anafartalar Zaferi kazanılmıştır. 10 Ağustos’ta Conkbayırı Muharebelerinde Mustafa Kemal’in göğsüne bir şarapnel parçası isabet etmiş ancak göğsündeki saat onu korumuştur. 14-21 Ağustos’ta Kireçtepe, Aslantepe Muharebeleri yapılmış, 21 Ağustos’ta II. Anafartalar Zaferi kazanılmıştır. Burada başarılı olamayacağını anlayan düşman, 20 Aralık 1915’ten itibaren gizlice çekilmeye başlamış, 10 Ocak 1916’da tamamen Çanakkale’den çekip gitmiştir. Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başladığı andan itibaren de onun mirasına konma faaliyetlerine girişilmiş ancak hemen her seferinde konu İstanbul ve Boğazlara geldiğinde, paylaşma şekli üzerinde anlaşmaya varılamamıştı. Boğazlar üzerinde emelleri olan devletler bu kez birlikte hareket etmişlerdi. Ancak, Liman Von Sanders’in dediği gibi düşman, Türk birliklerinin şiddetli karşı koymasını önceden hesap edememişti. Bu hususta Churchill, “Türkler öyle bir savunmaya girişmişlerdi ki canlarını veriyorlar ama vatan topraklarından bir karış yer bile vermiyorlardı” demiştir.

Çanakkale’de kazanılan zafer ile Müttefiklerin bütün hesapları bozulmuştur. Çanakkale Zaferi üzerine Rusya’ya giden yolu açamadıkları gibi, Balkan devletlerini de yanlarına çekememişlerdir. Henüz tarafsız durumda bulunan Bulgaristan, Osmanlı Devleti’nin yanında savaşa katılmıştır. Gelibolu Muharebeleri başladığında, Yunanistan ve Romanya, Müttefikler tarafına meyletmişlerse de muharebelerin Müttefikler lehine gelişmediğini görünce tarafsız kalmışlardır. Çanakkale’de 200.000-250.000 Türk şehit, yaralı ve kayıp vardır. Bu rakamlardan da anlaşılacağı gibi insanlık tarihînde hiç bir zafer bu kadar pahalıya mal olmamıştır. Liman Von Sanders, Çanakkale’de Türk askerînin tükenmez azmini, vatan sevgisinin derecesini, cesaret ve fedakârlıklarını şu şekilde anlatmaktadır:

“Çoğu yarı çıplak, yarı açtılar. Haftada bir öğün kemikli bir parça et verilebiliyordu. Nebat yağında haşlanmış buğday kırığı yiyorlar, sıhhi vasıflardan mahrum su içiyorlar, taş üzerinde yatıyorlar, güneşe, fırtınalara, soğuğa, yağmura karşı korunmamış siperlerde, çamur ve toz içinde günler geçiriyorlar. Fakat dünyanın bütün vasıta ve imkânlarına sahip düşmanlarını buldukları zaman aslanlar gibi dövüşüyorlardı. Bu ne gösterişsiz, nümayişsiz bir yurt sevgisiydi. Arkalarında fakir bir vatan toprağı duran bu insanlar savaş boyunca birer kahramandılar. Ölüme gülerek giden bir başka millet yoktur. Bu hasletleri sebebiyledir ki hürriyetlerini en ağır bedelle ödüyorlar, esaret bilmiyorlardı”.Mustafa Kemal de bu muharebede Türk askerînin hâlet-i rûhiyesini de şöyle ifade eder: “Biz kişilerin kahramanlık sahneleriyle ilgilenmiyoruz. Yalnız size bomba sırtı hadisesini anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında mesafemiz 8 metre, yani ölüm muhakkak... Birinci siperdekiler, hiç biri kurtulamamacasına kâmilen düşüyor. İkinciler onların yerine geçiyor.

Fakat ne kadar gıptaya şayan bir soğukkanlılık ve tevekkül biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir korku ve endişe bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennet’e girmeğe hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek yürüyorlar. Bu Türk askerîndeki ruh kudretini gösteren hayrete değer ve tebrike yaraşır bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesi’ni kazanan bu yüksek ruhtur.”

Mustafa Kemal’in askerî dehâsının gözler önüne serilmesi Çanakkale Savaşlarının en önemli sonuçlarından biridir. İngiliz yazar Alan Moorehead Mustafa Kemal için “O genç ve dâhi Türk şefinin o esnada orada bulunması, müttefikler bakımından, talihin en acı darbelerinden biridir” demek suretiyle bir komutan olarak Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki rolünü vurgulamıştır. Onun bu dehâsı ile sevk ve idare kabiliyeti Millî Mücadele’nin hemen her safhasında kendini gösterecektir.

General Sir John Smyth, Mustafa Kemal’in önderliğinin Anzak saldırılarını atmakla kalmayıp Gelibolu Seferi’nin kaderini tayin ettiğini yazar. Kısaca Çanakkale Muharebeleri, Mustafa Kemal gibi bir dâhiyi ç›karmış, savaşın bitiminde başlayacak olan İstiklal Harbi’nin liderini Türk milletine kazandırmıştır.

Irak Cephesi

İngiltere, Basra Körfezi’nden kuzeye doğru çıkıp Rusya ile irtibat kurmak, Türk kuvvetlerinin İran’a girip Hindistan yolunu tehdit etmesini önlemek istiyordu. Ayrıca Orta Doğu’nun zengin petrol kaynaklarına sahip olan bu bölgede hakimiyet kurmak düşüncesinde olan İngilizler, harekete geçerek Kasım 1914’te Basra Körfezi’ne asker çıkarmışlar, 22 Kasım’da da Basra şehrini ele geçirmişlerdir. İngilizler, bir yıla yakın bir süre bölgeyi kontrol altına almışlarsa da Ruslarla birleşmeleri mümkün olmamıştır. 1915 yılı Kasım ayı sonlarında İngilizleri yenen Türk kuvvetleri Selman-Pak’ta kuvvetli bir savunma hattı oluşturmuşlardır. 29 Nisan 1916 tarihînde Kutü’l-Ammare’de, İngiliz kuvvetlerini kuşatan Türk birlikleri İngilizlere ağır kayıplar verdirmişlerdir. Kuvvetlerinin üçte birini kaybeden İngilizler çekilmek zorunda kalmışlardır. Bu kuşatmada İngiliz komutan General Tawnshend ile 20.000’e yakın İngiliz askerî esir alınmıştır. Ancak bu başarı uzun sürmemiş, takviye birlikler getiren İngilizler 1917 yılı başlarında karşı taarruza geçmişlerdir. Bağdat Muharebesi’nde Türk kuvvetlerinin yenilmesi üzerine 11 Mart 1917’de Bağdat da İngilizlerin eline geçmiştir.

Galiçya Cephesi

Rusya ve Avusturya cephesinin önemli ve stratejik bir noktasında bulunan Romanya diğer Balkan Devletleri gibi tarafsız kalmak istiyordu. Avusturya ise Romanya’nın İtilaf Devletleri safında yer almasını istemiyordu. Bu kararsızlık içerisinde İtilaf bloğuna meylettiği anlaşılan Romanya ile Rusya ve Fransa arasında görüşmeler başlamış ve 17 Ağustos 1916 tarihînde İtilâf Devletleri ile Romanya arasında bir antlaşma imzalanmıştır. Romenler savaş ilan eder etmez Avusturya-Macaristan sınırını geçerek Transilvanya’nın bir bölümünü ele geçirmişlerdir. 1917 yılı başlarında ise Avusturya, savaşın başında ele geçirdiği Belgrad’ı koruyamamış ve Sırplara kaptırdığı gibi Galiçya Cephesi’nde de Ruslara karşı beklenen başarıyı gösterememiştir. İşte bu zamanda Alman ve Türk birlikleri Avusturya’ya yardım etmek amacıyla Galiçya Cephesi’ne gönderilmişlerdir. 33.000 kişilik Türk kuvveti burada çetin savaşlar yapmışlar, ağır kayıplar vermişlerdir. Sonunda Avusturya Galiçya’dan çekilmek zorunda kalmıştır.

Hicaz Cephesi

Hicaz Valisi Galip Paşa’nın, Arapların isyana kalkışabileceğine ihtimal vermediği için ağır hareket etmesinden yararlanan Şerif Hüseyin, İngilizlerin de yardımıyla hazırlıklarını tamamlayarak 9 Haziran 1916 tarihînde Cidde, Mekke ve Taif’te isyanı başlatmıştır. İsyan karşısında Türk kuvvetleri önemli başarılar göstermişse de Hicaz’daki bu yerlerin Şerif Hüseyin’in eline geçmesine mani olamamışlardır.

Filistin Cephesi

Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in isyanı ve İngiliz desteğiyle Hicaz’da önemli başarılar elde etmesi ile Kanal Harekâtı’ndan istenen neticenin alınamaması İngilizlere Orta Doğu’da istedikleri stratejiyi uygulama imkânı vermiştir. 1916 yılı sonunda İngilizlerin Süveyş Kanalı’ndan Suriye’ye kadar olan bölgede taarruza kalkmaları üzerine Türk cephesi 17-18 Mart 1917 tarihînde Gazze-Birüssebi hattına alınmıştır. Bu muharebe sonrasında 7 Kasım 1917 tarihînde Gazze düştüğü gibi Türk kuvvetlerinin boşalttığı Kudüs de 9 Aralık 1917 tarihînde İngilizlerin eline geçmiştir. Kudüs’ün düşmesi Hristiyan dünyasında, hatta Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun başkenti Viyana’da bile bir haçlı zaferi gibi kutlanmıştır. İngilizler, kış gelmeden Osmanlı Devleti’ni saf dışı etmek istedikleri için esas saldırının Filistin’den başlatılmasını planlamışlardı. Buradan Suriye’ye yürüyerek Anadolu’ya girilebileceği düşünülüyordu. Eylül ayında başlayan İngiliz saldırısı gelişmiş ve Türk kuvvetleri geri çekilmek zorunda kalmıştır. Üstün İngiliz kuvvetleri karşısında bölgede bulunan iki Osmanlı ordusu yenilmiştir.

I. Dünya Savaşı süresince Osmanlı Devleti’nde silâhaltına alınan üç milyondan fazla Türk askerînden 550.000’i cephelerde şehit düşmüştür. 2.167.841 yaralının, yarıya yakını sakat kalmıştır. 103.731 kayıp ve 129.644 esir olmuştur. Esaret altında ölenlerle birlikte şehit sayısı 600.000 civarındadır.

Osmanlı Ermenilerinin Yeniden Yerleştirilmeleri

( Günümüzde halen Ermeni soykırımı olduğuna ilişkin iddialar olması sebebiyle kitabın bu başlık altında ki konusu bilgilenmemiz ve doğruyu öğrenmemiz için neredeyse tamamen –özetsiz paylaşılmıştır. Ödül ÇOLAK )

XX. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı toplumu içinde imtiyazlı bir hayat süren Ermeniler Tebaa-i sadıka olarak anılmışlar ve devletin önemli görevlerinde bulunmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ndeki Ermenilerin cephede ve cephe gerisinde düşmanla iş birliği yapmaları, isyanlar çıkarmaları, çeteler oluşturarak eşkıyalık yapmaları ve Türk halkına akla gelmedik zulümlerde bulunmaları devleti oldukça zor duruma sokmuş ve tedbirler alınmasını gerektirmiştir.

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte Ermeni çeteleri, savaşa giden orduların boş bıraktığı Doğu Anadolu’da Müslüman ahaliye saldırmaya, köylerini yakıp-yıkmağa ve insanları öldürmeye başlamışlardır. Ermenilerin 1915 Şubat’ında Süleymanlı (Zeytun) kasabasını işgal ederek Müslüman halka soykırımda bulunmaları sadece bir örnektir. Türk ordusu Çanakkale’de savaşırken çok sayıda gönüllü Ermeni, Rus ordusunun yanında yer almış ve Türk askerlerine arkadan saldırmıştır. Osmanlı Devleti savaşa girdikten sonra 1914 yılı sonları ile 1915 yılı başlarında alınan tedbirlerin yeterli olmadığı ve istenen tedbirlerin uygulanamadığı anlaşılmaktadır. Osmanlı Hükûmeti, Ermenileri silahlandırıp devlet aleyhinde kışkırtan ve teşkilatlandıran komiteleri dağıtmak amac›yla 24 Nisan 1915 tarihînde vilayetlere ve mutasarrıflıklara gizli bir tamim göndermiş ve Ermeni komite merkezlerinin kapatılması, evrakına el konulması ve komite elebaşlarının tutuklanmasını istemiştir. Bu tamim üzerine 235 kişi tutuklanmıştır. Ermenilerin her yıl katliam günü olarak kutladıkları, günümüzde de Ermeni soykırımının yıldönümü olarak kabul ettirmek istedikleri 24 Nisan’ın özelliği bu tutuklamalardan dolayıdır. Bu sırada 3. Ordu Kumandanı olan Mahmut Kamil Paşa, olayların önlenebilmesi için Ermenilerin başka yerlere nakledilmelerini teklif etmiştir. Devlet her cephede savaş hâlinde bulunduğu için vuku bulacak bir ayaklanma herhangi bir savunma cephesinin güvenliğini ihlal edebilirdi. Bu konuda Ahmet İzzet Paşa da “Ermenilerin ayaklanma ve isyanda devam edecekleri ortaya çıktığından, hükümet için göçe teşebbüs zorunluydu. Başkumandan Vekili Enver Paşa 2 Mayıs 1915 tarihînde Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya gönderdiği yazıda Ermenilerin isyan çıkaramayacak şekilde dağıtılmalarını, uygulamanın yalnız isyan ç›karılan bölgelerdeki Ermenilere uygulanmasını istemiştir. Bu yazıda Enver Paşa’nın Ermenilerin isyanlarını sürdürebilmek için toplu ve hazır bir hâlde bulunduklarını söylemesi tehcirin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. 27 May›s 1915 tarihînde çıkarılan geçici bir kanunla asayişi bozan silahlı saldırgan ve direnişçilerin tecavüz ve direnişleri sırasında imha, casusluk ve vatana ihanet eden köy ve kasaba halkını başka yerlere sevk ve iskan etme yetkileri orduya devredilmiştir. Ermeniler, kendilerine yapılan uyarılara rağmen Van, Bitlis vilayetleriyle Şarkikarahisar (Şebinkarahisar) ve Amasya şehirlerinde ayaklanmışlardır. Bu ayaklanma hükûmet ve ordu aleyhinde olmakla kalmayıp aynı zamanda Türk ve Müslüman ahaliye yönelikti. Askerlik çağındaki Ermenilerin çoğu davete uymayarak saklanmış, bir kısmı da orduya gittikten sonra silahlarıyla kaçarak köylerine dönmüşler ve bütün eli silah tutanların orduya katılmasıyla savunmasız kalan halka saldırarak ırz, can ve mallarına tecavüz etmişler, köy ve mahalleleri yakıp yıkmışlardır. Ermeni vatandaşların başka yerlere nakledilmesi (tehcir), cephelerin güvenini sarsacak bölgelerde uygulanmıştır. Kanunun ve daha sonrasındaki talimatnamelerin uygulanmasıyla ilgili olarak Osmanlı Devleti, Dâhiliye, Hariciye, Harbiye, Maliye ve Adalet Bakanlıkları görevlendirmiştir. Muhacirin Komisyonu, İskân-ı Aşâir ve Muhacirin Müdüriyeti ve Emval-i Metruke Komisyonları ile bazı mahallî komisyonlar oluşturulmuştur. Göç eden Ermenilerin geride bıraktıkları eşyaların değeri hükûmetçe sahiplerine ödeneceğinden Emval-i Metruke’nin korunması ve sahipleri adına satılması ve yoksul kadınlarla askerî imalathanede çalışanların sevklerinin ertelenmesi hususunda, 10 Haziran 1915’te, 34 maddelik ikinci bir talimatname daha yayımlanmıştır.

Ayrıca, bu talimatname ile tehcire tabii tutulanlara ait içinde eşya bulunan binalar mühürlenip koruma altına alımmış, satılması gerekli eşya ve hayvanlar satılarak bedeli hak sahibine ödenmiş, göç edenlere ait emlak ve arazinin cinsi, miktarı ve kıymeti belirlenerek kayıt altına alınmıştır. Yürütülen tüm nakil olaylarında devlet 115 milyon kuruş harcamış ayrıca iaşe bedeli olarak da 150 milyon kuruş harcanması öngörülmüştür. Bu sırada tüm Ermenilerin sevk edilmediği görülmektedir. 4 Ağustos 1915 tarihînde çeşitli mutasarrıflıklara gönderilen karar ile geride kalan Katolik nüfus sevk edilmeyerek nüfuslarının tespit edilmesi istenmiştir. İsyan çıkaran Ermenilerin çoğu Gregoryen mezhebinden olduğundan Osmanlı Devleti isyan çıkarmayanları tehcire tabi tutmamıştır. Bunun yanı sıra Protestan Ermenilerle, hasta ve kör olan Ermeniler de tehcire dahil edilmemiştir-Göçe tabi tutulan Ermenileri gerek nakilleri sırasında gerekse konaklama yerlerinde taciz etmeye kalkışanların divan-ı harbe (sıkıyönetim mahkemesi) verilmeleri ve görevlerini suiistimal edenlerin hemen mahkemeye sevk edilmeleri kararlaştırılmıştır. Nitekim göç sırasında insanlara kötü davranan ve kafilelere saldıranlar hakkında takibatta bulunulmuştur. Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan yaklaşık 1400 kişiden bir kısmının başta idam olmak üzere çeşitli cezalara çarptırılmış olmaları bu kararın uygulandığını göstermektedir. Alınan önlemler doğrultusunda 700.000 civarında Ermeni, Suriye bölgesinde iskân edilmiştir. Göç sırasında askerî ve ekonomik bakımdan imkânsızlıklar, iklim şartları, salgın hastalıklar nedeniyle çok sayıda Ermeni hayatını kaybetmiştir. Ermeni çetelerinin göç kafilelerine saldırdıkları da görülmüştür. Ermenilerin katliama tabi tutuldukları yönündeki iddialar karşısında İstanbul’un işgalinden sonra Batılı devletler de bütün gayretlerine rağmen böyle bir iddiayı doğrulayacak bir belgeyi ortaya koyamamışlardır. Hâlbuki Ruslarla birlikte hareket eden Ermenilerin 1914-1919 tarihlerinde bir milyondan fazla Türk’ü öldürdükleri ve türlü zulümlerde bulundukları belgelerde sabittir.





































































































5.ÜNİTE
MONDROS’TAN LOZON’A TÜRKİYE
Osmanlı Devletine 1815 de hasta adam teşhisi konmuştu. Büyük devletler arasında hasta adamın mirası paylaşma konusunu şark meselesi olarak adlandırılmıştı.

1.Dünya Savaşını sona erdiren Mondros Mütarekesi aslında Şark Meselesini gerçekleştirmek anlamına geliyordu.

Mondros Mütarekesi 30 Ekim 1915 de Osmanlı devleti adına Rauf Bey(Orbay) başkanlığındaki heyet ile, İtilaf devletleri adına İngiliz Amiral Calthorpe arasında imzalandı.

MONDROS ANTLAŞMASININ MADDELERİ:
İtilaf devletleri, Çanakkale ve İstanbul boğazlarıyla Toros tünellerini işgal edecekti.

Osmanlı Suları ve Karadenizde bulunan torpiller temizlenecekti.

İtilaf devletlerine mensup savaş esirleri ve Ermeni esirler teslim edilecek.

Osmanlı ordusu terhis edilecek, eldeki silah ve mühimmatlar teslim edilecek.

Küçük gemiler dışında donanma itilaf devletlerinin gözetimine bırakılacak.

Kuzeybatı, Kafkasya ve İran daki Osmanlı kuvvetleri savaştan önceki savaştan önceki sınırlara çekilecek.

Güneydeki ateşkes sınırları dışındaki Osmanlı kuvvetleri, İtilaf kuvvetlerine teslim edilecek.

Bütün haberleşme ağı İtilaf memurlarının kontrolüne bırakılacak.

Antlaşmanın en ağır maddesi ise, 7. Maddedir. Buna göre ‘’güvenliği tehdit edecek bir durum ortaya çıktığında’’ ülkenin dilediği yörelerini işgal etme imkanı tanıyan ve Osmanlı devletini fiilen bitiren maddedir.

Diğer önemli madde ise, 24. Maddeye göre; 6 vilayette karışıklık çıktığı takdirde bu vilayetlerin herhangi bir kısmı işgal edilebilecekti.

NOT: Şark Meselesinin hedeflerinden biri, İtilaf devletlerinin Doğu Anadolu da Ermeni devleti kurma niyetleridir. Nitekim bu ateşkes antlaşmanın İngilizce metninde 6 vilayetten Ermeni ili diye bahsedilmiştir.

Osmanlı devleti bu antlaşmanın hükümlerine göre fiilen yok sayılmıştır. Devlet olma özelliğini kaybetmiştir.

Mondros Antlaşmasının sonrasında:

400.000 kişilik ordu 50.000 e indirilmiş.

İngilizler Musul ve İskenderun u işgal ettiler.

Boğazlar ve İstanbul’a itilaf devletleri demir attılar. (böylece işgaller genişledi)

İngilizler: Batum, Kars, Antep,Maraş, Hatay ve Konya yı

Fransızlar: Dörtyol, Adana, Mersin ve Afyonkarahisar İstasyonunu,

İtalyanlar: Antalya, Burdur, Muğla Marmaris, Bodrum, fethiye ve Konya İstasyonunu işgal ettiler.

ÖNEMLİ: Daha önce 1915 de Londra da yapılan gizli bir antlaşmayla İtalyanlara vaad edilen İzmir ve Menderesin kuzey kısımları Yunanistan a verildi. Bunun sebebi; Her ne kadar Yunan başbakanının Barış konferansının Wilson prensiplerine dayanarak Yunanistanı istemesi sonucu Yunanlılara verilmesi olarak gösterilse se de ASIL SEBEP, İtilaf devletlerinin karşılarında güçlü bir İtalya yerine Yunanistanı tercih etmeleridir ***

15 mayıs 1919 da Yunanlılar arkalarında İngiliz ve Fransa nın desteğiyle İzmir’e çıktı!

Türk halkı buna büyük tepki gösterdi ve gazeteci Osman Nevres (Hasan Tahsin in) ilk kurşunu sıkmasıyla direnişler başlamış oldu.

---- Yunan askerleri İzmir de sivil çocuk demeden katliama başladı, bunlara Osmanlı vatandaşı olan Rum ve Ermeniler de destek verdi.

-----Mütareke sonrasında başlayan işgaller Türk Milletinin bağımsız yaşama ve Milli Mücadele azmini kamçıladı!!!

SİYASİ VE ASKERİ ŞAHSİYETLERİN MÜTAREKEYE BAKIŞI:
Ant. İmzalayan Rauf bey, Sadrazam İzzet paşa ve padişah Vahdettin aynı görüşte ve itilaf devletlerinden ve şartlardan memnundular.

Lakin, başta YILDIRIM ORDULARI GRUP KOMUTANI m.kemal olmak üzere birçok komutan tehlikenin farkındaydı .M.KEMAL E GÖRE : Osmanlı devleti bu antlaşmayla kendisini kayıtsız şartsız düşmana teslim etmiştir!

13 Kasım 1918 de İtilaf devletlerinin İstanbul’a demir attıkları gün M.Kemal Paşa ‘’geldikleri gibi giderler!’’ tarihi ifadesini kullanmıştır!

6.Kolordu Komutanı Ali İhsan Paşa antlaşma hükümlerini uygulamamış protesto etmiştir.

9.Kolordu Komutanı Yakup Şevki Paşa da karşı çıkmıştır.

(Bunlar gibi, Fevzi Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuad Paşa ve İsmet Paşa da toplantılar yaparak Milli Kurtuluş için çareler aramışlardır)

TÜRK MİLLETİNİN MÜTAKERE VE İŞGALLERE TEPKİSİ **MİLLİ TEŞKİLATLANMALAR***

Osmanlı hükümetinin sessiz kaldığını gören Türk halkı teşkilatlanmaya başladı.

Milli Mücadele Hareketının zeminini oluşturacak bu cemiyetler hemen hemen her il, ilçe ve köyleree kadar teşkilatlandılar.

Genel adı Müdafaa-i Hukuk olan bu cemiyetler, adından da anlaşılacağı gibi savunma amaçlı olup, hür bağımsız yaşama ve vatanı korumayı amaçlıyordu.

Mütareke sonrası işgallerle birlikte batı ANADOLU Yunanistan a peşkeş çekiliyor, doğu da Ermeni devleti kurmaya çalışılıyor kısacası ŞARK MESELESİ uygulanıyordu!

Bu tehlikeler karşısında önceleri mahalli nitelikli olan ve Sivas Kongersinden sonra tek çatı altında toplanacak olan Milli Cemiyetler kuruluyordu.

MİLLİ Cemiyetler şunlardır:
KARS MİLLİ İSLAM ŞURASI

VİLAYET-İ ŞARKIYYE MÜDAFAAİ HUKUK CEMİYETİ

TRAKYA PAŞAELİ MÜDAFAA-İ HUKUK CEMİYETİ

İZMİR MÜDAFAA-İ HUKUK CEMİYETİ

TRABZON MUHAFAZA HUKUK-I MİLLİYE CEMİYETİ

ADANA MÜDAFAA-İ HUKUK CEMİYETİ

ANADOLU KADINLARI MÜDAFAA-İ HUKUK CEMİYETİ

Bu hareketleri bir araya getirmek için 29 Kasım 1918 de MİLLİ Kongre adıyla yeni bir teşkilat ortaya çıktı protesto ve mitingler düzenledi. Bu tepkiler sayesinde İzmir in işgali de tetiklenmiş oldu. 15 Mayıs ta İzmir e asker çıkaracağını söyledi Yunanlar!

----İşgalden 4 saat sonra Denizli Sancağı ayağa kalkmıştır.

----İstanbul dan ümidini kesen Denizli müftüsü cihad ilan etmiştir.

BU TEPKİLER SAYESİNDE Mondros antlaşmasıyla İşgallerin Türkleri vatansız bırakmayı amaçladığını, İtilaf devletlerine ve dünyaya Türklerin uğradığı haksızlık duyuruluyor ve Milli mücadele yönünde halk şuurlanıyordu.

Milli varlığa düşman ve Milli Mücadele Aleyhtarı Faaliyetler:
Türkler Milli Mücadele çabasındayken Vatandaşı bulunan azınlıklarda düşmanlarla birlik olmuştur. Teşkilatlar kurmuşlardır.

RUMLAR: Etnik-i Eetrya ve Mavi Mira örgütlerini kuruyor Yunanlara destek veriyor, ayrıca Rumlar Karadenizde Pontus Rum devletini kurmayı amaçlıyor.

Millet-i Sıdıka olarak bilinen Ermeniler D.anadolu ve Çukurcada düşmanala birlik olmuş. (Hınçak ve Taşnak adlı örgüt kurmuşlar Ermeniler)

YAHUDİLER DE: Alyans İsrailit adlı silahlı teşlilat kuruyor.

NOT: azınlıkların yanı sıra gaflete düşen ve onlardan etkilenen Türk ve Müslüman da zarar verici tutumlarda bulunmuş cemiyetler kurmuşlardır. (Bunlar: Kürdistan Teali Cemiyeti, İngiliz Muhipler Cemiyeri, Wilson Prensipleri Cemiyeti)

KEMAL PAŞA’NIN SAMSUN’A ÇIKIŞI, TEŞKİLATLANMALAR VE KONGRELER
M.Kemal ile birlikte teşkilatlanma için İstanbul da çalışan arkadaşları; Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Rauf ve İsmet Bey dir.

Vatanın kurtuluşunun Anadolu dan başlaması gerektiği için bir yolunu bulup kendilerini Anadolu ya tayin ettirirler.

Bu tayinlere göre; M.KEMAL PAŞA 30 Nisan 1919 da askeri ve sivil yetkilerle Samsun ve çevresinde asayişi sağlamak için 9. Ordu Müfettişliğine atanmıştır.

Kazım Karabekir Paşa da 15. Kolorduya atanmış ve Erzurum a gelmiştir. (3 Mayıs ta)

Ali Fuat Paşa da Anadoluya geçmiş.

NOT: M.Kemal Paşa nın bu tayini bölgedeki asayişi sağlamak olara görünse de asıl amaç MİLLİ Mücadeleyi başlatmaktır!!!!

Kemal bu düşüncelerle Türk Milletini teşkilatlandırarak Türk İstiklalini korumak ve yeniden doğuş için 19 Mayıs 1919’da SAMSUN’A çıktı!

AMASYA GENELGESİ:

M. Kemal in Samsun da kalması uygun olmadığından 25 Mayıs ta Karargahıyla halka daha yakın olmak için HAVZA ya geldi. İşgallere karşı miting ve protestoların sürüdürlmesini istedi.

HAVZA dan sonra 12 Haziran da, 18 arkadaşıyla AMASYA ya geldi.

Çalışmalarına burada devam etti. Bu sırada toplanmakta olan Balıkesir ve Erzurum Kongrelerinin mahalli özellik taşımasından dolayı bütün milleti içine alacak bir genelge yayınladı. AMASYA GENELGESİ.

* Amasya Genelgesi 22 Haziran 1919 da askeri ve sivil makamlara gönderildi.

Maddeleri:

Vatanın ve Milletin İstiklali tehlikededir.

İstanbul hükümetini görevini yerine getiremiyor, bu durum milletimizi yok olmuş gösteriyor.

Milletin İstiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.

Milletin içinde bulunduğu durumu ve haklarını cihana duyurmak için her türlü etki ve denetimden uzak Milli bir kurumun varlığı zorunludur.

Anadolu nun en güvenli yeri olan Sivas ta Milli bir kongrenin acele toplanması kararı alınmıştır.

Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilicinin hemen yola çıkması gerekiyor.

Bu meselenin milli bir sır halinde tutulması ve temsilcilerin seyahatlerinde kendilerini tanıtmamaları gerekiyor.

Doğu illeri adına Erzurum da bir kongre toplanacaktır. Bu tarihe kadar diğer illerin temsilcileri Sivasa gelmiş olursa, Erzurum Kongresi üyeleri de Sivas Kongresine katılacaklardır.



AMASYA GENELGESİNİN ÖNEMİ:

Bu belgede ilk kez MİLLİ HEYET ve MİLLİ KONGREDEN bahsedilmiştir

İstiklal Savaşının gerekçeleri ortaya konmuştur.

Türk tarihinde ilk defa Milli iradeye- demokrasiye dayalı yeni bir yapılanmanın habercisi olarak ortaya çıkıyor bu AMASYA genelgesi BELGESİ.

N O T: Bu genelge İstanbul hükümetini rahatsız etti. M.Kemal İstanbul a geri çağırıldı. Fakat M.Kemal bu sırada kongre için Erzurum a gelmişti. 7-8 Temmuz gecesi makine başında görevinden azledilmesi üzerine M.Kemal askerlikten de istifasını verdi!

M. Kemal resmi görevinden ayrılmış, milletin bir ferdi olarak mücadeleye devam edecektir. Onunla birlikte Kazım(Dirik) bey de istifa etti. Ve Kazım Karabekir de ben ve ordum hizmetinizde dedi.

ERZURUM KONGRESİ
Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti M.Kemal i heyetin başkanlığına getirdi. M.Kemal i bağrına basan ilk kuruluş olmasıyla önemlidir bu.

Erzurum Kongresinde Alınan KARARLAR:

Mevcut sınırlarıyla vatan bir bütündür. Hiçbir sebep bunu ayıramaz.

Vatan bütünlüğü, Milli İstiklal, Hilafet ve Saltanatın korunması için Kuvay-i Milliye ye âmil, milli iradeyi hakim kılmak esastır.

Hıristiyan unsurlara milli birliğimizi ve sosyal dengemizi bozacak hiçbir ayrıcalık verilemez ancak kazanılmış haklara da saygılı olunacaktır.

İtilaf devletlerinin 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros antlaşması tarihindeki mevcut topraklarımızı bölmelerine karşı çıkılacaktır.

Memleketimize karşı işgal emeli olmayan devletlerin fenni, ekonomik ve sınai yardımları kabul edilecektir.

Merkezi hükümetin de Milli İradeye tabii olması zorunludur.

Hükümet derhal Meclis-i Mebusan-ı toplayacak, hükümet işlerinin meclisin denetimine alınması sağlanacaktır. Bu madde için M.Kemal temsilci seçilir.

Alınan bu kararlarla Özellikle Misak-ı Milli şekillenmiştir. Zaman ve şartlar gereği alınan kararlar da ‘’SALTANAT VE HİLAFET’’ kelimeleri geçse de ASIL AMAÇ: MİLLİ İRADENİN HAKİM OLACAĞI YENİ BİR YÖNETİM VE GELECEĞİN ARZULANMASIDIR!

SON OSMANLI MECLİS-İ MEBUSAN IN TOPLANMASI VE MİSAK-I MİLLİ

Alınan kararların ülkede büyük etkisi oldu.

Damat Ferit hükümeti itibar kabetti, hükümet düştü.

Yerine Ali Rıza kabinesi kuruldu.

Ali Rıza Paşa M.Kemal ile görüşmek üzere Salih Paşa yı Amasya ya gönderdi.

20-22 Ekim de görüşmeler yapıldı protkol imzalandı.

Tarihe AMASYA PROTOKOLÜ olarak geçen bu kararların en önemlisi İSTANBUL HÜKÜMETİ NİN Heyet-i Temsiliye yi resmen tanımış olmasıdır!

Amasya Protokolü Kararları:

Paris Barış Konferansına gidecek heyeti, HEYET-İ TEMSİLİYE (M.Kemal in heyeti) seçecektir.

Meclis-i Mebusan-ın bir an önce toplanması sağlanacak.

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti İstanbul hükümetince HUKUKEN TANINACAKTIR!

Protokol sonrasında : Son Osmanlı Meclisi, Meclis-i Mebusan 12 Ocak 1920 de derhal toplandı,

Milli Mücadeleyi destekleyen milletvekilleri Felah-ı Vatan gurubunu kurdu.

***Son Osmanlı Meclisinin en önemli icraatı 28 Ocak 1920 de Misak-i Milli yi kabul etmesi olmuştur.***

(not: Misak-ı Milli Erzurum ve Sivas Kongresinde şekillenmişti, UNUTMA!)

Milli Mücadelenin hedeflerini içinde toplayan 6 maddenin özeti şunlardır:

Sınırlar İstanbul ve Marmara nın güvenliği meselesi.

Azınlıklar ve buna bağlı olarak Anadolu nun dışındaki Türk ve Müslümanların haklarının korunması meselesi.

Ekonomik hedefler, yani kapitülasyonların asla kabul edilemeyeceği!

(Bu kararlar ayrıca Lozan antlaşmasının temel konuları olacaktır. İleride göreceğiz)

Alınan bu kararlardan başta İngilizler ve diğer İtilaf devletleri rahatsız oldu, baskılar sonucu Ali Rıza hükümeti istifa etti. Yerine Salih Paşa kabinesi kuruldu.

***BUNUN ÜZERİNE 16 MART 1920 DE İSTANBUL RESMEN İŞGAL EDİLDİ ***

İstanbul’un işgalinden sonra M.Kemal Paşa 23 NİSAN 1920 de T.B.M.M. yi açtı. (Ulus.ta binası)



B.M.M. YE KARŞI TEPKİLER VE ALINAN TEDBİRLER
Tamamen İstanbul hükümeti ve İtilaf devletlerinin sonucu üzerine çıkan iç ayaklanmalar M. Kemal ve Ankara hükümeti tarafından bastırıldı.

DÜRİZZADE NİN ayaklanma yanlısı açıklamasına karşı ise, Ankara müftüsü Rıfat efendinin 153 din görevlisinin imzasını taşıyan fetvası sayesinde bastırılmıştır.

Türkiye yi Paylaşma Projesi SEVR ANTLAŞMASI
İtilaf devletleri savaşı kaybeden devletlerle bir an önce antlaşmalar yapmak, emperyalist niyetlerini gerçekleştirmek istiyordu.

Bunun için Paris te toplanmışlar ve Almanya, AVUSTURYA, Macaristan ve Bulgaristan ile antlaşmalar imzalamışlar, Sıra Türkiye ye gelmişti.

*Osmanlı devleti geniş toprakları ve başta petrol olmak üzere ekonomik kaynakları ile en büyük hedef sebebiydi.*

Şark meselesini gerçekleştirmek için, damat Fertin gönderdiği temsilciler 10 Ağustos 1920 de Parisin Sevr semtinde antlaşmayı imzaladılar.

**Sözde barış antlaşması olan SEVR ANTLAŞMASI, Padişah ve Meclis tarafından onaylanmadığı için sadece bir proje olarak kalmıştır*** ö.n.e.m.l.i.

SEVR ANTLAŞMASINDA OSMANLI ADINA İMZA ATAN HEYET:

Rıza Tevfik: Şurayı devlet reisi

Damat Ferit: Sadrazam

Hadi Paşa: Maarif Nazırı

Reşat Halis Bey: Bern Sefiri



SEVR ANTLAŞMASI 10 AĞUSTOS 1920 (Paris/Sevr)
433 Maddeden oluşan bu Antlaşmanın Temel Hükümleri:

Türkiye’ye İstanbul ile orta Anadolu da, Ankara ve Kastamonu illerini kapsayan küçük bir coğrafya bırakılıyordu.

İstanbul başkent olacak, ancak uluslararası bir statüsü bulunacaktı.

Boğazlar uluslararası bir komisyonun tasarrufunda olacaktı.

Batı anadolunun büyük kısmı ile, doğu Trakya Yunanistan a verilecekti.

Doğu Anadolu da bağımsız bir Ermenistan ve güneyinde Kürdistan kurulacaktı.

Çukurova bölgesi, Sivas ve Malatya FRANSIZ,

Akdeniz bölgesi ve Konya civarı İtalya nın nüfuz bölgesine ayrılacaktı.

Ordu sadece iç güvenliği sağlayacak ölçüde olacaktı.

Kapütilasyonlar genişletilerek yeniden yürürlüğe konulacak.

Ülkeden ayrılmış gayrimüslümler geri dönebilecek, Osmanlı hükümeti bunların zararını ödeyecekti.

Osmanlı hükümeti İtilaf devletlerinin onayını almadan, ekonomik kararlar alamayacaktır!

*ANKARA hükümeti, İstanbul hükümetinin imzalayacağı hiçbir antlaşmayı kabul etmeyeceğini ilan eder!

*Ankara Hükümetinin ‘’Misak-ı Milli’’ dışında hiçbir çözümü kabul etmeyeceği kesindir!



KUVAY-İ MİLLİYE

Düzenli orduya geçene kadar işgallere karşı koyan, ülkenin her tarafında teşekkül eden bu kuvvetlere Kuvay-i Milliye denir. Diğer isimleri: Müfreza-- Mücahidin—gönüllü—

Alay--- Milli Tabur----Milli Bölük

Düzenli orduya geçince bunların bir kısmı ordu içine alınmış, bir kısmı da dağılmıştır.



DOĞU CEPHESİ: Kazım Karabekir Paşa:
Ermenilere karşı Kazım Karabekir Paşa komutasındaki ordu büyük başarılar kazanmıştır. Gümrü’ye girmiştir.


Ermeniler ateşkes istemiş ve Gümrü Antlaşması 3 Aralık 1920 de imzalanmış ve Türkiye nin isteklerini kabul etmişlerdir.

Şark Fatihi: T.B.M.M. ye ilk zaferi hediye eden Kazım Karabekir Paşa Doğu da Şark Fatihi olarak anılmıştır. Ayrıca bölgeye eğitim ve kültür alanında da birçok faaliyetleri olmuştur.

GÜNEY CEPHESİ:
ADANA da Tufan bey ünvanıyla Yüzbaşı Osman Fransızlara karşı önemli başarılar kazandı.


MARAŞ’ta Sütçü İmam, Fransız askerlerine ateş ederek mücadeleyi başlattı.

ANTEP’te Şahin bey takma adlı Teğmen Said ve Kılıç Ali Bey Kuvay-i Milliye kahramanlıklarını sergilediler. Fransızların 10 ay kuşatma altında tuttukları Antep te 7 den 70 e adeta destean yazıldı. T.B.M.M. bu şehre ‘’ GAZİ’’ ünvanını verdi. (6 şubat 1921)

URFALILAR da Yüzbaşı Said beyin komutasında Fransızları topraklarından çıkarttı. Ve ‘’Şanlı’’ ÜNVANINI ladılar. (6 şubat 1921)

İngilizlerin oyununa geldiğini anlayan Fransızlar Ankara hükümeti ile 20 Ekim 1921 de ANKARA ANTLAŞMASI NI imzaladılar. Buna göre:

-Fransızlar Anadolu dan çekilirken önemli miktarda silah ve cephaneyi teslim etti.

-Daha sonra Fransa Ankara nın piyasa koşulları içinde her türlü silah ve malzemeyi satın almasına kolaylık sağlayacaktır.

BATI CEPHELERİ:

Ayvalık ta 172. Alay komutanı Ali bey komutasındaki birliklerin büyük direnişleri, İstiklal savaşında bir ordu birliğinin İLK silahlı Mukavemeti kabul edilir.

29 Haziran da Aydın ın Yunanlılar dan geri alınması ise Silah ve donanıma sahip Yunan kuvvetlerine karşı Batı Anadolu da Kuvay-i Milliye nin ilk başarısıdır.

Diğer batı illerinde de direnişler devam ediyordu ancak şu bir gerçek ki; düzensiz kuvvetlerle nizami birlik karşısında uzun süre direnmek mümkün deildir. Yunan işgalleri Bursa Uşak hatta Denizli ye kadar gelmişlerdi.

1920 Ekim ayından itibaren Kuvay-i Milliye tasfiye edildi.

9 Kasım da BATI CEPHESİ, batı ve güney olarak 2 ye ayrıldı.

Batı Cephesinde: Albay İsmet İnönü Doğu Cephesinde: Albay Refet komutan olarak atandı.

İNÖNÜ MUHAREBELERİ

BİRİNCİ İNÖNÜ MUHAREBESİ

Türk kuvvetleri Yunan Ordusunu, 9 Ocakta İnönü civarnda karşıladı.

Yunan Kuvvetleri büyük zaiyat vererek 11 Ocakta geri çekildi

__ Bu başarı T.B.M.M. ve Nutuk’ ta 1.İnönü Zaferi olarak adlandırıldı.

__Yunanlılar ise bunu kabul etmeyip ‘’Taaaruz-u Keşif’’ hareketi adını verdiler.



BİRİNCİ İNÖNÜ MUHAREBESİNİN ÖNEMİ:

Düzenli Türk Ordusunun Batı cephesinde ilk başarısı olarak kabul edilir. Ve bu zaferin Türk ve dünya kamu oyunda fevkalade etkisi olur. İkinci Viyana yenilgisinden itibaren sürekli geri çekilen ve ezik psikolojiyi üstünden atma fırsatını buldu Türk milleti.

Kutlamalar telgraflar başladı ve bu sayede T.B.M.M. hükümeti Londra konferansına davet edildi….ö.n.e.m.l.i.



İKİNCİ İNÖNÜ MUHAREBESİ

Yunan Kuvvetleri bu bozgunun etkisini üzerinden atmak için Londra konferansını beklemeden tekrar saldırıya geçti. 23 Martta Bursa, İNÖNÜ, Uşak, Afyon a geldiler.

Refet Beyin komuta ettiği Güney cephesinde Türk ordusu 31 Martta karşı saldırıya geçerek düşmanı bozguna uğrattı. Yunan kuvvetleri geri çekildi!

İKİNCİ İNÖNÜ MUHAREBESİNİN ÖNEMİ: M.Kmela Paşa ‘’İnkılap Tarihmizin bir sayfası İKİNCİ İnönü muharebesi ile yazıldı’’ dedi. Bu başarının Türk ve dünya kamu oyunda siyasi, askeri ve psikoljik açıdan olumlu yönden büyük etkileri oldu.

KÜTAHYA VE ESKİŞEHİR MUAREBELERİ:

Yunan kuvvetleri 8 temmuz da tekrar saldırıya geçti. Eskişehir, Kütahya, Afyon tekrar Yunanlıların eline geçti. Bu olay büyük yankılar yaptı yurtta. Hatta Meclisin ANKARA dan KAYSERİ YE TAŞINMASI BİLE SÖZ KONUSU OLDU.* M.Kemal bu olayları yatıştırdı.

MECLİS 5 AĞUSTOS ta Mustafa Kemal’e üç ay süreyle BAŞKOMUTANLIK yetkisi verdi.

*İlk iş olarak Tekalifi Milliye emirlerini yayınladı.

Bütün bu hazırlıklar yeniden dirilişin destanını yazacak olan SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİNE Hazırlıktı!



SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ
Başkomutan M.Kemal Paşa Polatlıdaki Batı cephesi karargahına gitmişti.

Kendisini Bizansın varisi kabul eden Yunan Kralı xııı. Konstantin İzmir e gelerek Ankara yı hedef gösterdi.

Yunan Ordusu 23 Ağustos ta Türk ordusuyla savaşa girdi.

İlk aşamada Türk Ordusu güçlü direnişlerle karşılık verdi.

İkinci aşamada bazı tepeleri aldılar, aleyhimize gelişmeler oldu. Bu günlerde M.Kemal tarihi literatüre geçen ‘’Hattıı Müdafaa yoktur, Sattı Müdafaa vardır’’ dedi. Ve bu söz ordunun temel stratejisi olmuştur.

Üçüncü ve son aşamada ise 13 Eylül de Yunan ordusu perişan edilmiş, Sakarya nın doğusu boşaltılmıştır.

Sakarya Muharebesinin Önemi:

__ İtilaf devletleri Sevr-i gerçekleştiremeyeceklerini anladılar.

__ Bu yüzden Ankara hükümetinin başarısını ilk kabul eden Fransızlar olmuştur.

20 Ekim 1920 de Fransızlar la ANKARA ANTLAŞMASI imzalandı. Savaştan çekildiler.

Bu ANTLAŞMAYA GÖRE:

** Fransızlar Anadoludan çekilirken önemli miktarda silah ve cephaneyi teslim etti.

** Daha sonra Fransa, Ankara nın piyasa koşulları içinde her türlü silah ve malzemeyi satın almasına kolaylık sağlayacaktı.

** Ankara antlaşması ile Hatay meselesi hariç, Suriye sınırı çizildi.

__ Sakarya zaferinin Türklerin son zaferi olacağından kuşkuları kalmayan Kafkas devletleri (Gürcistan, Ermenistan ve Azerbeycan) Sovey Rusyanın aracılığıyla 13 ekim de KARS ANTLAŞMASINI İMZALADI.

__ İngiltere nin Ankara hükümetini resmen tanıması 21 Ekim 1921 de Esirlerin Mübadelesi ant.nı imzalamasıyla oldu.

Sakarya Zaferinin sonucu olarak M.Kemal Paşa ya Gazi ünvanı ve, MAREŞAL rütbesi verildi.

1 yıl sonra Büyük Taarruz başladı

BÜYÜK TAARRUZ:
Yunan kuvvetleri Marmaradan Menderes e kadar uzanıyordu.

Büyük Taarruz 26 Ağustos 1922 sabahı Türk Ordusunun topçu ateşiyle başladı.

Yunan başkomutanı Trikopis esir alındı.

Başkomutan M.Kemal Paşa o meşhur sözünü 1 Eylül 1922 de söyledi:

‘’Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz! İleri!’’



MUDANYA MÜTAREKESİ 11 Ekim 1922
Büyük Taarruzun kazanılmasından sonra Anadoluda Yunan askeri kalmamıştır.

Fakat Trakya halen Yunan işgali altındadır.

İtilaf devletlerinin araya girmesiyle görüşmeler Mudanya da başladı.

11 Ekim 1922 de Mudanya Mütarekesi Yunanlışarla imzalandı.

BUNA GÖRE:

** 15 Ekimdem itibaren çatışmalar duracak, Yunanlılar 15 gün içinde Doğu Trakya yı boşaltacak.

** 30 gün içinde Trakya Türk memurlarına devredilecek.

NOT: Barış ANT. İmzalanıncaya kadar itilaf kuvvetleri mecvutlarını artırmadan bulundukları yerde kalabilirler.

ÖNEMLİ: Mudanya Mütarekesi Türk İstiklal Savaşının Türk zaferiyle sonuçlandığını gösteren İL DİPLOMATİK VE SİYASİ BELGE OLMA AÇISINDAN çok ö.n.e.m.l.i.d.i.r.

İSTİKLAL SAVAŞININ LOJİSTİK KAYNAKLARI

İsitklal Savaşı zor şarlarda iki temel noktada toplanıyordu NÜFUS Meselesi ve EKONOMİK DURUM

Nüfus Meselesi: 12-13 yaşındakiler bile savaşa gidince insan kaynakları bu dönem iyice erimiştir.

Ekonomik DURUM:

Sovyetlere bağlı BUHARA Cumhurbaşkanı 100 milyon ruble göndermiş Osmanlıya.

Dışarıdan gelen yardımların en önemlisi, Ankara hükümetine HİNT KÖKENLİ MÜSLÜMANLARIN yaptığı yardımlardır. Bu yardımların çok az miktarını kullanan M.Kemal geri kalan parayı Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan İl Milli Banka olan İŞ BANKASINA sermaye olarak vermiştir.

Üçüncü önemli dış yardım, aynı zamanda Ankara hükümetini ilk tanıyan galip devlet olan Fransa dan gelmiştir.

** TÜRK DÜNYASINDAN ise Azerbeycan ve Kıbrıs Türkleri de ellerinden geleni yardımı yapmışlar..

** Ayrıca Ankara Antlaşması ile savaştan çekilen Fransa ve Yunanlılarla menfaat çatışmasına giren İtalya değişik zamanlarda Ankara hükümetine askeri araç-gereç ve malzeme yardımında bulunmuştur.**


ATATÜRK İLKELERİ VE İNKİLAP TARİHİ ÜNİTE 7



OSMANLIDAN CUMHURİYETE EKONOMİK GELİŞMELER




Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Yıllardaki Ekonomik Durumu ;



Osmanlı toplumu XIX. Yüzyılın ikinci yarısına dek iktisat bilimine ve çağın gelişmelerine uzak kalmıştır.1879 yılında Ahmet Mithat iktisadi konularda yazdığı yazıları bir kitap halinde yayımlamıştır .Yazıların da azınlıkların denetiminde Osmanlı ekonomisinin nasıl yağma edildiğini ve Müslümanların nasıl ekonomi yönetiminin dışına itildiğini anlatmıştır.



Osmanlı devletinde ilk iktisat kitabı 1881 yılında Ohannes Efendi tarafından yazılmış ve hocalık yaptığı Mekteb-i Mülkiye’de okutulmuştur. Ohannes’e göre Osmanlı’nın sanayileşmesi kaynak israfı sayılırdı.



Cumhuriyet öncesi Osmanlı Devletinin sosyoekonomik yapısı hakkında bilgi edinebileceğimiz tek güvenilir kaynak 14 Nisan 1919’da yayımlanmış bir belgedir..Bu kaynakla Osmanlı Devletinin büyük kentlerindeki nüfusu hesaplamak mümkündür.Bu belgeye göre Osmanlı’nın tek büyük kenti 1.122.000 nüfuslu İstanbul’du.İstanbul başkent olmasının yanı sıra dış ticaretinde merkeziydi.138.000 nüfusla ikinci sırada yer alan İzmir küçük çapta ithalat ve ihracat yapılan bir liman kentiydi.



TARIM İstiklal harbi öncesi Osmanlı’da toprak –insan ilişkisi feodal düzen içindeydi ..Aşar vergisi ve mültezimlik tarımda modernleşmeyi engellemiştir. Osmanlı devletini çöküşü merkezi teşkilatı çöktürmüş ve kendini güçlü hisseden derebeyler, ağalar tefeciler köylüyü topraklarıyla birlikte sahiplenmişlerdi. Köylü ‘’maraba’’ yani yetiştirdiği ürün üzerinden pay alan üretici durumuna düşmüştür..Büyük kentlerde yaşayanlar ise ülkede iç pazar oluşmadığı için tahıl ihtiyacını ithalatla karşılıyordu.1838 ticaret antlaşması sonrası (İngiltere ile imzalanan Balta Liman Antlaşması ) kapitülasyon rejimi altında olan ülke özellikle İngiliz malları başta olmak üzere tarımsal ürünleri dış ülkelerden ithal ediyordu.



SANAYİ



XX.yüzyılın başlarında bile Osmanlı’da sanayileşme yolunda ciddi bir gelişme yoktu.Özellikle sarayın ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş birkaç fabrika ve yabancı sermayenin kurduğu küçük ölçekli ve az sayıda sanayi tesisi vardı.



*1810 yılında devlet sermayesiyle Beykoz tesisleri kuruldu Burada askeri kundura çizme palaska fişeklik gibi mallar imal ediliyordu.



*1835’te çuha fes battaniye imal edilmek üzere Feshane Tesisleri kuruldu



*1845’te Hereke’de kadife,ipekli kumaş,saten ve tafta üretmek üzere bir tesis kuruldu.



*1850’de İstanbul Bakırköy’de pamuklu dokuma ürünleri imal etmek üzere bez fabrikası kuruldu..ve son olarak



*1892’de Yıldızlı Çini Fabrikası kuruldu.



Ülke içinde her kasabada küçük çaplı zanaatkarlar mevcuttu Ancak ülkede iç pazar oluşmadığı için ürettiklerini pazarlayamıyorlardı..Ülke içinde gümrük birliği oluşması ve ulusal düzeyde pazar 1873 yılında ancak mümkün olmuştur.







Büyük kentlerdeki az sayıdaki sanayi faaliyetleri ise yabancıların yada azınlıkların elindeydi..Müslüman Türkler gerçek anlamda ekonomik faaliyetlerle II. Meşrutiyetten (1908) ‘den sonra uğraşmaya başlamıştır.Bunun nedeni ise hristiyanlar askere alınmazdı ve erkenden iş hayatına atılıyordu.Ancak Müslümanlar uzun süren askerlik ve savaşlar yüzünden düzenli ve uzun süreli bir işe sahip olamıyordu.Fırsat bulanlar bakkalcılıkla işe başlarlardı.



Günümüzde İstanbul’da bulunan güzel yalılar, XX. yüzyılın o günkü büyük zenginleri sayılan asker ve sivil bürokratlar tarafından yaptırılmıştır..Sanayi hareketlerini İstanbul’da yoğunlaşmasının sebebi sarayın ve yüksek memurların burada uygun bir piyasa oluşturmasıydı.Ayrıca kamunun ihtiyaçlarını karşılamanın temel hedef olduğunu da unutmamalıyız.İstanbul dışında İzmir,Selanik ve Beyrut’ta hızla büyüyen şehirlerdir.



Kapitülasyonların yıkıcı gücüne karşı; halıcılık, bakırcılık, silah imalatı saraçlık ve dokumacılık ayakta kalan küçük işletmelerdir..Küçük sanayi ve yerli malı koruma amacıyla 1913’te’’Geçici Sanayi Kanunu’’ çıkartıldı.Kanun vergi muafiyeti,bedava arazi, geçici gümrük muafiyeti,kamunun öncelikle bu tesislerin mallarını alma zorunluluğu hükümleri içeriyordu.



* İlk elektrik enerji istasyonu 1902’de Adana’da * İlk elektrik santrali 1948’de Etibank tarafından kurulmuştur. O dönemlerde kömür işletmelerinin % 50 si Fransız ve İtalyanların kontrolündeydi..bakır levha halinde İngiltere’den ithal ediliyordu.



ULAŞTIRMA



Osmanlı Devleti sanayi ve tarımda olduğu gibi ulaştırmada da çağın gerisinde kalmıştır..Milli mücadelenin başladığı dönemlerde Anadolu’da üç ulaşım yolu vardı.Bunlar demiryolu,karayolu ve denizyoluydu.Taşımacılıkta deve,merkep,katır ve at kullanılıyordu.bağımsızlık savaşında kullanılacak tek güvenli yol demiryoluydu ancak bunların yapımı ve denetimi de yabancı devletlerin elindeydi.Osmanlı Devleti dönemi sonunda kalan mevcut demir yolları şöyledir;



*1-Anadolu demiryolu (İstanbul,İzmit,Eskişehir,Ankara) *2- Bağdat hattı (Eskişehir,Afyon,Konya,Adana,Halep) *3-Mersin,Tarsus,Adana *4-:İzmir,Bandırma *5-Bandırma,Bursa *6-İzmir,Aydın,Afyon



İlk demiryolu imtiyazı 1856’da İngiltere’ye İzmir-.Aydın hattı için verilmiştir.Almanlara ilk demiryolu imtiyazı ise 1888’de verilmiştir.Şark Demiryolu’na ise bir Avusturya şirketi tarafından 1871 yılında başlanmıştır.II.Abdülhamit Konya,Bağdat ve Basra Körfezi arasındaki demiryolu yapılması imtiyazını ise 27 Kasım 1899’da Deutsche Bank’a verilmiştir.



Anadolu’da yerleşim yerleri arsında dört mevsim açık karayolu yoktu.1919-1920 döneminde beş ana karayolu vardı..Bunlar; 1-Bağdat Karayolu(Samsun, Amasya,Sivas,Harput ,Musul) 2-Ereğli (Konya) Kayseri,Malatya,Harput,Diyarbakır) 3-Kayseri,Sivas 4-Halep,Urfa,Diyarbakır 5-Trabzon,Bayburt,Erzurum,İran Yolu



Diğer yollar iklim şartları elverdiğince kullanılıyordu. Osmanlı Devleti’nde, deniz taşımacılığında buharlı gemiler ilk kez İngiltere’den alınan buharlı gemiler ile tanınmıştır..Bu gemiler padişahın boğazda gezmesi için alınmıştır.Osmanlılar 1844’te ilk vapuru boğaz seferine koymuştur.Fevaid-i Osmaniye adı verilen deniz işletmesi Mustafa Fazıl Paşa ve Bogos Bey’e verilmiştir.Fakat kabotaj hakkı olmayan Osmanlı deniz ticaretini geliştirememiştir.



İstanbul’da bulunan Galata Köprüsü 1878’de II. Abdülhamit zamanında yapılmıştır..Bugünkü haline ise 1912 yılında bir Alman şirketi tarafından yeniden inşa edilerek getirilmiştir.

Türkiye’de ilk posta teşkilatı Ekim 1840’da kuruldu.1855’te telgraf ve 1908’de telefon hizmete başlamıştır.



DIŞ TİCARET



Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda imzalanan ticaret anlaşmalarıyla ekonomik durumu daha da kötüleşmişti. Örneğin ithal mallar için uygulanan vergiyi %3’ten yukarı çıkartamıyordu.1881-1914 yılları arası ithalat ve ihracatla beraber bütçedeki açıkta artmıştı..Osmanlı Devleti tarım ürünleri ve bazı madenleri ihraç ederken temel tüketim malları,sanayi malları ile demiryolu malzemesi ve silah-cephane ithal eden bir dış ticarete sahipti.Deniz ticaretinin denetimi Fransa ve İngiltere’nin elindeydi.Dış ticaret İzmir,Mersin,İskenderun,Samsun ve Trabzon limanlarından yapılıyordu.



Osmanlı-Alman ticaretinin dönüm noktası II. Abdülhamit ve II. Wilhelm’in 1898 sonbaharında bir görüşme sonrası olmuştur..Alman İmparatoru iki ülke arasında ortak girişimler sunarken dış mallarda alman mallarının tercih edilmesini öneriyordu.



Son olarak Osmanlı Devleti emekli amiral Colby M. Chesterin’in başında bulunduğu bir ABD şirketine de Nisan 1923’te 5000 km’lik demiryolu imtiyazı vermiştir.





OSMANLILARDA PARA ve BANKA



*Osmanlılarda ilk para 1327’de Orhan Bey zamanında kestirilen gümüş akçedir. *Gümüş akçe Fatih Dönemine kadar (1479) kullanılmıştır..Fatih Döneminde altın lirası olan ‘sultaniye’ basılmıştır. * 9 Ocak 1881 tarihli yasayla Osmanlı Devletinin para birimi Osmanlı Lirası olmuştur.



Avrupa’da üretilen malların Osmanlı piyasasını işgal etmesi ile dış ticaret açığı büyümüş ve bunun bazı olumsuz etkileri olmuştur..Bunlar; 1-17.yüzyıldan itibaren paranın ayarı düşürülmüştür 2-Akçelerin değerlerine bağlı olarak zaman zaman tedavülden çekilmiştir. 3-Para arzını arttırmak için piyasaya yeni bir araç ‘’para’’ çıkarılmıştır 4-Osmanlı-Rus savaşlarında kullanılmak üzere ‘beşlik’ ve ‘altılık’ adı verilen para çeşitleri piyasaya sürülmüştür.



Osmanlı Devleti’nde ilk kağıt para uygulaması ‘’kaime’’ 1840 yılında yapılmıştır.I.Dünya Savaşı sırasında da tedavüldeki egemen para kaime idi.Aynı zamanda ülkenin bazı bölgelerinde yabancı paralar da kullanılıyordu.Trabzon’da ruble,Hicaz’da riyal ve Doğu illerinde İran parası kullanılıyordu.



Tanzimat Fermanına ek olarak çıkartılan Hattı Humayun’da ekonominin canlanması için bir banka kurulmasının önemi vurgulanıyordu.Bu kararın ilanından hemen sonra bir İngiliz sermaye grubuna banka





kurma izni verilmiştir.500 bin İngiliz lirası ile Bank-ı Osmani (Otoman Bank) kurulmuştur.Bu banka kuruluşundan 7 yıl sonra 1863’te Bank-ı Osman-i Şahaneye katılarak faaliyetlerine son vermiştir.İngilizler dışında Fransızlar,Almanlar;İtalyanlar da Osmanlı topraklarında bankacılık faaliyetlerini sürdürmüştür..



Osmanlıların ulusal bankacılık girişimi ise Mithat Paşa önderliğinde 1863’te Ziraat Bankası ve 1868’de İstanbul Emniyet Sandığı ile başlamıştır..Ziraat Bankasının temeli ‘’Memleket Sandığıdır.’’Bu sandıklar tarım-kredi kooperatif sistemi olarak faaliyete başlamıştır.Bu nedenle memleket sandıklarının devamı niteliğinde olan ziraat bankası sadece tarım sektörüne kredi vermektedir.Memleket Sandıkları 1888’de Ziraat Bankasına dönüşmüştür.



İstanbul Emniyet Sandığı ise Mithat Paşa tarafından Rusçuk halkının tasarruflarını toplamak için kurduğu Emniyet Sandığından doğmuştur..Bir tasarruf sandığıdır.Daha sonra Ziraat Bankasıyla birleşmiştir. İlk yerli sermayeli banka İtibar-ı Milli adıyla 1917’de kurulmuştur..Bu banka da 1924’de İş Bankası ile birleşmiştir.1908-1924 yılları arasında 24 yerli banka kurulmuştur fakat bunlarda sadece ikisi günümüze kadar ulaşmıştır.Bunlar; Türk Ticaret Bankası(Adapazarı İslam Ticaret Bankası) ve Milli Aydın Bankası (Tariş Bank)’tır.





KAMU MALİYESİ



Osmanlı Devletinde 1876 meşrutiyet anayasası ile vergilemenin kanuna dayalı olması ilkesi getirilmişti.Osmanlı Devletinin batı anlamda bütçe hazırlaması1909‘dan sonra olmuştur.Osmanlı maliyesi 1881 de yürürlüğe giren Muharrem Kararnamesi ile Duyun-u Umumiye idaresine girmişti.Bu belgeyi II.Abdülhamit imzalamıştı ve ülke resmen yarı sömürge haline gelmişti.



Duyun-u Umumiyye 7 üyeden oluşuyordu..bunların beşi alacaklarını tahsil edecek yabancı devlet temsilcileri, biri yerli alacaklılar temsilcisi ve biride galata banker temsilcisiydi.Bu idare gerek gördüğünde haciz yoluna başvurabiliyordu.On civarında vergi çeşidi olduğu gibi bu idareye aktarılıyordu.



I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti üzerinde üç çeşit siyasi ve iktisadi güç vardı.Anadolu’da Büyük Millet Meclisi Hükümeti,İstanbul’da Padişah Hükümeti ve İşgal Kuvvetler.Osmanlı Devleti artık borçların taksit ve faizlerini bile ödeyemeyen ve toprakları paylaşılmış bir devlet durumuna gelmişti.6 Ağustos 1924’de yürürlüğe giren Lozan Anlaşması ile dış borç 161.3 milyon lira olarak hesaplanmıştı..bu borcun ödemesi 1954 yılına kadar sürmüştür.



MİLLİ MÜCAELENİN FİNANSMANINDA İÇ KAYNAKLAR



İstiklal Savaşı başlangıçta Müdafa-i Hukuk Cemiyetinin halktan topladığı ayni ve nakdi yardımlarla finanse edilmişti..Zamanla büyüyen ‘’gönüllü milis teşkilatının ‘’giderlerinin karşılanması için de Erzurum ve Sivas Kongrelerinde şu kararlar alınmıştır;



1-kazalarda maliye teşkilatı ve levazım kurulacak ve milis kuvvetlerinin giderlerini karşılayacak 2-halktan alınan yardım miktarları muhtar yada ihtiyar heyeti tarafından mali belgeye dayandırılacak 3-yardım yapmaktan çekinen halka verilecek cezayı milis komutanı belirleyecek 4-100 lira nakdi bedel ödeyenler 3 ay askerlikten muaf tutulacak









Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümetini ilk mali kararı, Anadolu halkının Osmanlı Hükümetine ödediği vergilere el koymak oldu.Kurtuluş savaşına düzenli bir ordu ile katılmak ve bu ordunun ihtiyaçlarını giderebilmek için Ankara Hükümeti kaynak bulmak zorundaydı.5 Ağustos 1921’de BMM olağanüstü bir yasayla Mustafa Kemal Paşa’ya başkomutanlık verilmiştir.Mustafa Kemal Paşa 7-8 Ağustos 1921 tarihinde yayınladığı Takalifi Milliye Emirleri ile savaş için gerekli mal ve hizmetin teminine çalışmıştır.Bu emirler;



1-Her ilçede bir ulusal vergi kurulu kurulacak ,bu kurul topladığı malları ordunun gerekli bölümüne dağıtacaktır. 2-yurtta her ev birer kat çamaşır birer çift çorap ve çarık hazırlayıp vergi kurumuna verecektir. 3-Tüccar ve halkın elinde bulunan her türlü ürünün %40’ına parası daha sonra ödenmek üzere el konulacaktır. 4-Eldeki her türlü gıdanın %40’ına parası sonradan ödenmek üzere el konulacaktır. 5-Ordu için halktan alınan taşıtlar dışında geriye kalanları da ayda bir kez ve parasız olarak 100 km’lik bir uzaklığa dek askeri ulaştırma işlerinde çalıştırılacaktır. 6-Ordunun yedirip içilmesine yarayacak bütün sahipsiz mallara el konulacaktir. 7-halkın elindeki tüm silah ve cephaneler 3 gün içinde hükümete teslim edilecektir. 8-Benzin mazot makine yağı vazelin otomobil lastiği kablo pil telefon makinesi gibi gereçlerin %40’ına el konulacaktır. 9-Demirci marangoz dokumacı tesviyeci saraç ve arabacılarla bunların işliklerinin iş çıkarma giderleri belirlenecektir. 10-Halkın elindeki dört tekerlekli yaylı arabaların ve dört tekerlekli hayvan arabalarının hayvanlarıyla beraber %20 sine el konulacaktır..Ayrıca diğer binek ve yük hayvanlarının da %20 sine el konulacaktır.



Bu emirler 9 Ocak 1920 den itibaren Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlandı..Sonuç olarak Kurtuluş Savaşının finansmanı vergileme,el koyma,borçlanma ve dış krediyle olmuştur.



İlk ulusal ticaret bankası olan Türkiye İş Bankası, İzmir’de toplanan Türkiye İstatistik Kongresi’nde alınan kararla 1924’te faaliyete geçmiştir..Sanayi alanında kredi vermek için 1925’te Sanayi ve Maddin Bankası kurulmuştur.Aşar vergisi çiftçinin isteği üzerine kaldırılmıştır.1927 yılında sınai yaptırımlara özendirmek için ‘’Teşvik-i Sanayi Kanunu ‘’ çıkartıldı.