Aöf Dersleri Özetleri - Çıkmış Sorular - Sınav Soruları

AÖF Ders Özetleri Uygulamasına Hoş Geldiniz,Uygulamadan tam anlamıyla faydalanmak için üye olunuz.

Final Atatürk İlke ve İnkilapları Tarihi 2 Final Özet


#1
Açıköğretim Fakültesi Atatürk İlke ve İnkilaları Tarihi 2 Geniş Özeti
Ünite 5:


1938’den 2002’ye Ekonomik Gelişmeler
II. Dünya Savaşı Yıllarında ve Sonrasında
Ekonomik Durum (1939-1950)
İkinci Dünya Savaşı yıllarında hükûmetin bir milyon genci
silahaltına alması tarım, sanayi ve hizmetler sektöründe
yetişmiş iş gücü eksikliğine sebep olmuş sonuçta üretim
azalmış, verimlilik düşmüştür. Toplumun talebi artarken
üretim yetersiz kalınca fiyatlardaki artış denetimden
çıkmıştır.
• Devletçiliğin Duraklama Yılları(1939-1945)
• Devletçiliğin Gerileme Dönemi (1946-1950)
Demokrat Parti Dönemi (1950-1960)
Başbakan Adnan Menderes Hükûmetinin göreve
başlamasından bir ay sonra, 25 Haziran 1950’de Kore
Savaşı başlamıştır ve piyasalarda ham madde ve tarım
ürünleri fiyatları hızla yükselmiştir. Bu beklenmedik
koşullar Menderes Hükûmetinin tarım sektöründe üretimi
artırmaya yönelik önlemleri hızla yürürlüğe koymasına
olanak vermişti. Ardından hükûmet üç temel iktisadî
hedefini de şöyle açıklamıştı:
1. Tarıma öncelik verilecek
2. Sanayileşme özel kesim öncülüğünde
yürütülecek
3. Dış ekonomik ilişkilerde devlet müdahaleleri
asgari düzeye indirilecek

Ağustos 1958 İstikrar Kararları
Menderes Hükûmeti zor durumda olan ekonomiyi
kurtaramayacağını anlayınca üyesi bulundukları Avrupa
iktisadi işbirliği Teşkilatı’ndan teknik ve mali yardım talep
etmişti. Kuruluşun uzmanlarının hazırladıkları rapor
Türkiye’ye bir ‘istikrar paketi’ olarak verilmişti.

Planlı Kalkınma Dönemi
Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (1963-1967)
Ekonomide istikrar içinde hızlı büyüme sağlanmış ve
enflasyon oranı ortalama %5.3 civarında gerçekleşmiştir.
Ancak ülke kalkınmasını hızlandıracak temel reformlar
(vergi, KİT, toprak, sağlık ve eğitim gibi) ihmal edilmişti.

İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (1968-1972)
İkinci Plan’da sanayi sektörü için öngörülen ortalama
büyüme hızına ulaşılamadı. Oysa hükûmet bu dönemde
sanayileşmeyi özel sektör eliyle sürdürmek için her türlü
özendirici ve destekleyici önlemleri almıştı. Ancak
dönemin siyasal çalkantılarla dolu olması, yerli ve yabancı
özel sermayenin ‘bekle gör’ politikası izlemesine yol
açmıştır.

Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (1973-1977)
Plan dönemi sonunda (1977) Türkiye’nin toplam dış
borçları 11.439 milyon dolar düzeyine çıkmıştır. Bunun
%58’i kısa, geri kalanı da orta ve uzun vadeli dış borçtur.
Bu dönemde ülke vadesi gelen dış borçlarını ödeyemez
hâle gelmişti.

Dördüncü Plan Dönemi (1979-1983)
Dördüncü Plan dönemi kapanırken ülke yeniden çoğulcu
demokrasiye dönmüştü. Enflasyon aşağı çekilmiş, ihracat
GSMH’nin %11’i düzeyine çıkmış fakat temel çarpıklıklar
işsizlik, tekelleşme, hayali ihracat ve gelir dağılımında
dengesizliklerin artması önlenememiştir.
Beşinci Plan Dönemi (1985-1989)
Beşinci Plan dönemi planlama tarihimizin en istikrarlı
dönemidir. Çünkü ilk kez bir siyasi iktidar veya bir
hükûmet hazırladığı planı beş yıl kesintisiz ve arızasız
uygulama olanağı bulmuştur.
Büyük Siyasi Ve Ekonomik Gelişmeler Eşliğinde

Altıncı Plan Dönemi (1990-1994)
Altıncı Planın üretim; genel denge, kamu finansmanı ve
ödemeler dengesi konusunda belirleyici hedefleri Beşinci
Plandan farklı değildi. Dışa açık büyümenin yıllık
ortalama %7 düzeyinde gerçekleşeceği öngörülmüştü.
Türkiye Altıncı Planın birinci yılını tamamlarken dünyada
siyasal, ekonomik ve askerî dengeler altüst olmuştu. Doğu
Bloku ülkeleri başta Sovyet Rusya olmak üzere teker teker
sosyalizmi terk ettiklerini ve Batı tipi çoğulcu
demokrasiye geçmeye karar verdiklerini ilan etmeye
başlamıştı.

Büyük Kriz ve Ekonomik Seferberlik Yılı (1994)
5 Nisan Kararları
• Enflasyonu hızla düşürmek, Türk lirasına istikrar
kazandırmak, ihracat artışını hızlandırmak,
ekonomik ve sosyal kalkınmayı, sosyal dengeleri
de gözeten sürdürülebilir bir temele oturtmak,
• Bir taraftan ekonominin hızla istikrara
kavuşturulması amaçlanırken, diğer taraftan
istikrarı sürekli kılacak yapısal reformları
gerçekleştirmek,
• Kamu açıkları hızla aşağı çekilirken kamunun
ekonomideki rolünün yeniden tanımlanması ve
yeniden örgütlenmesini sağlamak; üretim yapan
sübvansiyon dağıtan bir devlet yapısından piyasa
mekanizmasının tüm kurum ve kurallarıyla
işlemesini sağlayan ve sosyal dengeleri gözeten
bir devlet yapısına geçmektir.

1995 Geçiş Programı
Yaşanan büyük kriz sonrasında dengeler yeniden
kurulmadan ileriye dönük hedef ve kararlar ortaya koymak
mümkün olmayacağı düşünüldüğünden planın yürürlüğe
girmesini bir yıl erteleyen yasal bir düzenleme yapıldıktan
sonra 1995 Yılı Geçiş Programı hazırlanarak yürürlüğe
konuldu.

Yedinci Beş Yıllık Plan Dönemi (1996-2000)
Plan geçiş yılı olarak kabul edilen 1995 yılının ilk yarısı
içinde DYP-CHP Koalisyon Hükûmeti tarafından
hazırlandı.

Yedinci Planın ve Gümrük Birliği’nin Birinci Yılı
(1996)
Toplam dış borçların GSMH’ye oranı 1996’da %44’e
inerken, iç borçların GSMH’ye oranı %21’e yükselmiştir.
Toplam dış borçlar içinde kamu payı azalma eğilimi
gösterirken özel bankaların ve şirketlerin payı 1996’da
artma eğilimini sürdürmüştür. Toplam iç borçlar anapara
ve faiz olarak 1996 yılında %158 oranında artarak 4,804
trilyona yükselmiştir.

Yedinci Planın ikinci Yılı ve Refahyol Hükûmeti (1997)
Mesut Yılmaz Hükümeti’ne TBMM dışından, iç ve dış
piyasalardan da destek gelmiştir. İMKB Bileşik Endeksi
rekor düzeyde yükselirken dış mali çevrelerden olumlu
yorumlar gelmeye başlamıştır.

Yedinci Planın Üçüncü Yılı ve Anasol hükûmeti (1998)
• Türkiye ekonomisi yüksek enflasyona karşın
Plan’ın öngördüğü azami %6.6 oranın üstünde
büyümeye devam ediyordu. 1996 yılında %7.1
olan büyüme hızı, 1997’de %8’e çıkmıştı. 1997
yılında ‘kayıt dışı ekonominin bavul ve sınır
ticaretinin beslediği iç ve dış talep, sanayi katma
değerinin hızlı büyümesini sağlamıştı.
• Mesut Yılmaz Hükümetinin yılın ikinci yarısında
aldığı anti-enflasyonist önlemler yetersiz kalmış
ve 1997 yılı sonunda enflasyon %91 düzeyine
çıkmıştı. Önceki yıl %84,9 ile kapanmıştı.
1999 Yılı: Deprem ve Ekonomik Kriz (1999) ve 17
Ağustos Depremi: Toplumsal ve Ekonomik Yıkım
Eylül 1999’da yürürlüğe giren 4447 Sayılı “Sosyal
Güvenlik Yasası” iki önemli yenilik getirmiştir. Birincisi
ile Sosyal Sigortalar Kurumuna bağlı olarak çalışanlarda
emeklilik yaşı erkeklerde 60, kadınlarda 58’e çıkarılmış,
ikincisi ile de “işsizlik Sigortası” kurumlaştırılmıştır. 17
Ağustos’ta Marmara Bölgesi’nde ve 12 Kasım’da BoluDüzce’de
meydana gelen büyük depremlerin yol açtığı
“ekonomik kayıpları” karşılamak yönünde 26 Kasım 1999
tarihinde (4481 sayılı) “Deprem Vergisi” çıkarılmıştır. Bu
yasa ile bazı yeni yükümlülükler getirilirken, bazı vergi
yasalarında da değişikliğe gidilmiştir. Amaç depremlerin
ardından yapılması gereken olağanüstü harcamaları
karşılamak için kamu gelirlerini artırmak idi.

Enflasyonu Düşürme Programı
T.C. Merkez Bankası Başkanı programın dört temel
unsurunu şöyle açıklamıştı:
• Sıkı maliye politikası,
• Enflasyon hedefi ile uyumlu gelirler politikası,
• Kur ve para politikası,
• Siyasi iradenin desteği.
2000 Yılında Ekonomik Gelişmeler: Siyasal
İstikrar Ekonomik İstikrarsızlık
2000 yılının sonu yaklaşırken, T.C. Merkez Bankasının
uyguladığı “Para ve kur” politikası karşısında yeniden
yapılanmaya gidemeyen bankalar sistemin dışına
çıkarılmışlardır.

Kasım 2000 Mali Krizi
Kasım ayının son haftasında bankacılık sisteminden
kaynaklanan ve tüm mali piyasalara güveni sarsan önemli
bir kriz yaşandı. Sistem içinde kötü yönetilen banka sayısı
arttıkça kriz yeni boyutlar kazandı.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Dönemi (2001-2005)
Sekizinci Planı Bülent Ecevit’in başında bulunduğu
hükûmet hazırladı. Plan, enflasyonu AB kriterleri ile
uyumlu düzeye düşürmeyi, ekonomide sürdürülebilir bir
büyüme ortamı tesis etmeyi ve AB’ne tam üyelik hedefi
doğrultusunda ekonominin rekabet ve uyum gücünü
artırmayı öne çıkarmaktadır.

Şubat 2001 Krizi
Ecevit Hükûmeti Ocak ayından itibaren kamu
harcamalarını kısmak için tüm kamu kesiminin personel
alımını ve dış kredi kullanmalarını Hazinenin onayına
bağladı. Kriz 20, 21, 22 Şubat günlerinde de derinleşerek
sürdü ve ekonominin tüm dengelerini alt üst etti. İki büyük
kamu bankası olan Ziraat ve Halk bankası tarihlerinde ilk
kez takas işlemlerinde 3 milyar dolar açık verdiler.
Ecevit Hükûmeti krizi aşmak için sıralanan olanaklardan
üçüncüsünü seçti ve programı hazırlamak üzere Dünya
Bankası Başkan yardımcısı Dr. Kemal Derviş’i acele
Türkiye’ye davet etti. 2 Mart 2001’de ekonomiden
sorumlu Devlet Bakanı olarak göreve başlayan Derviş
hemen “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programını
hazırlamaya girişti. Devlet Bakanı Derviş, piyasaların
Haziran ayı sonunda normale dönmesini sağlayacak “acil
önlemler” olarak nitelediği, krizden çıkış paketini 14 Mart
2001 günü açıkladı. Belirlenen üç aşamalı “kurtuluş planı”
şöyle tanımlanmıştı: Bankacılık sektörüne ilişkin önlemler
süratle yürürlüğe konarak mali piyasalarda belirsizlik
azalacak ve kriz ortamından çıkılacak. Döviz kurunun ve
faizin belirli bir istikrar kazanması sağlandıktan sonra
ekonomik karar birimlerine orta vadeli bir perspektif
kazandırılacak. Makroekonomik dengeler yeniden
oluşturularak ekonomide yılın ikinci yarısından itibaren
büyümeye geçiş ortamı sağlanacak.

Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının İkinci Yılında
(2002) Gelişmeler
2002 yılı başında Güçlü Ekonomiye Geçiş Programında
2002-2004 dönemini kapsayacak şekilde yeni
düzenlemeler yapıldı. Dalgalı döviz kuru uygulamalarına
devam edilirken, ekonominin şoklara karşı
dayanaklılığının artırılması ve krizlere karşı kırılganlığının
azaltılması yönünde önlemler öne çıkarıldı.

Ünite 6:
Türk Dış Politikasında (1938-2002) Dönemi
İkinci Dünya Savaşı Arifesinde Türk Dış
Politikası
Türkiye Cumhuriyeti’ni dünya siyasi ortamına varlığını
kabul ettiren Lozan Barış Antlaşması’ndan (24 Temmuz
1923) sonra Türkiye, I. Dünya Savaşı’nın galipleri
İngiltere ve Fransa gibi ülkelerle sorun yaşamaya
başlamıştır. Bu sorunların temelinde, Lozan Barış
Antlaşması’nda çözümlenemeyen Musul, Osmanlı borçları
ve Türkiye’de yaşayan Etabliler (Azınlık) sorunları
gelmekteydi. Ayrıca, Türkiye’nin bir ulus – devlet olarak
inşası sürecinde devlet ileri gelenleri daha çok ülke içi
konularla meşgul olmuşlardı. Bunun yanında, Kurtuluş
Savaşı’nda ülkeyi işgal eden işgalci güçlerle yaşananlar
tazeliğini korumaktaydı.
Türkiye’nin dış politikası, 1929’da Amerika’da başlayıp
bütün dünyayı saran Büyük Buhranla birlikte değişmeye
başlamıştır. 1930’ların başında Almanya’da Nazi’lerin
(Nasyonel Sosyalist İşçi Partisi) iktidara gelmesi
dünyadaki dengeleri değiştirdiği gibi yeni bir bloklaşma
sürecini başlatmış ve bu süreçte Türkiye, I. Dünya
Savaşı’nın galip devletleri İngiltere, Fransa’nın yanında
yer alarak var olan statükoyu korumaya yönelmiştir. Aynı
süreç içerisinde, revizyonist olarak adlandırılan Almanya,
İtalya ve Japonya gibi devletler de dengelerin kendi
lehlerini değiştirilmesi amacıyla diğer grupta yer
almışlardır.
Cumhuriyetin ilanından itibaren Türk Dış Politikasının iki
temel ilke üzerine oturduğunu söyleyebiliriz. Bunlar: 1-
Statükoculuk, 2- Batılılaşma. Türkiye, 1930’lardaki dış
politikasını revizyonist gruba karşı birtakım bölgesel
oluşumlara öncülük ederek sürdürmüştür. Aynı dönemde
uluslararası örgütlere (Milletler Cemiyeti gibi) üye olarak
dış politikada statükocu yapıyı güçlendirici faaliyetler
içerisinde bulunmuştur.

II. Dünya Savaşı’nda Dış Politika
İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk Dış Politikasında ön
plana çıkan hususlar, savaş dışı kalmak ve ülke
topraklarının işgal edilmesini önlemek gibi konulardı.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, İtalya’nın
Arnavutluk’u işgal etmesi (Nisan 1939), Türkiye’yi savaş
öncesinde ittifaklar yapmaya yöneltmiştir. Buradan yola
çıkarak ülkeyi yönetenler, İngiltere, Fransa ve Sovyetler
Birliği ile ittifaklar kurma girişimlerinde bulunmuşlardır.
Türkiye’nin bu ittifaklar içerisinde yer almak istemesinin
temel nedeni Türkiye’nin kendisini Almanya ve İtalya’ya
karşı koruma ihtiyacı hissetmesidir. Ancak, Türkiye’nin
kurmayı hedeflediği ittifak, Sovyetler Birliği’nin Almanya
ile 23 Ağustos 1939 tarihinde imzaladığı saldırmazlık
paktı ile Türkiye için istenilmeyen bir biçimde sonuçlandı.
Dönemin Dış İşleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Sovyetler
Birliği ile temas halinde olmak ve son bir girişimde
bulunmak üzere Moskova’ya gitmiştir. Ancak, Sovyetler
Birliği’nde Montrö Boğazlar Sözleşmesinin değiştirilmesi
talebiyle karşı karşıya kalmıştır. Yapılan bu politik
manevra başarısızlığa uğradığı gibi, bundan sonra Türk
hükümetlerinin Sovyetlerin Türkiye’nin egemenlik
haklarını ihlal eden taleplerinden dolayı bu ülkeye kuşku
ile bakılmıştır. Almanya’nın 1 Eylül 1939 tarihinde
Polonya’yı işgal etmesi İkinci Dünya Savaşı’nın
başlamasına neden olmuştur. Türkiye, savaşın başlaması
ile İngiltere ve Fransa ile 19 Eküm 1939 tarihinde “ Üçlü
İttifak” olarak bilinen karşılıklı yardım antlaşmasını
imzalamıştır. Karşılıklı yardım antlaşmasında Türkiye, bir
Avrupa devletinin Akdeniz’de savaş başlatması halinde
İngiltere ve Fransa’ya yardım edeceği taahhüdünde
bulunmuş buna karşın Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile
karşı karşıya getirecek herhangi bir eyleme
zorlanmayacağı Üçlü İttifak antlaşmasının 2 numaralı
protokolüne eklenmiş ve belirtilmiştir. Yukarıda belirtilen,
Türkiye’yi Sovyetler Birliği ile karşı karşıya getirecek
herhangi bir eyleme zorlanmayacağı ifadesi, Türkiye
tarafından savaş boyunca savaş dışı kalmak için
kullanılmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren önemli bir
gelişme 22 Haziran 1941 tarihinde yaşandı. Bu tarihte
Almanya, Sovyetler Birliği’ne saldırmış ve iki ülke
arasındaki ittifak ortadan kalkmıştır. Bunun üzerine
İngiltere ve Sovyetler Birliği arasında Almanya’ya karşı
bir ittifak hâsıl olmuştur. Bu tarihten sonra İngiltere ve
Amerika Türkiye’yi savaşa dâhil etmek istemişler, bunun
içinde İngiltere Başbakanı Churchill Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü ile görüşmek üzere 30 – 31 Ocak 1943 tarihlerinde
Yenice / Adana’ya gelmiştir. Yapılan görüşmelerde,
Churchill’in ifade ettikleri şu şekilde açıklanabilir:
Rusya’nın savaştaki yükünü hafifletmek ve Alman
kuvvetlerinin farklı cephelerde savaşarak meşgul olması
şeklinde açıklanabilir. Adana görüşmeleri, Türkiye
tarafından en üst düzeyde temsil edilmiş ve görüşmelere
İsmet İnönü, Şükrü Saraçoğlu, Fevzi Çakmak, Numan
Menemencioğlu katılmıştır. İsmet İnönü, İngiltere
Başbakanı Churchill tarafından dile getirilen Türkiye’nin
savaşa dâhil olma isteğini, Türk Ordusunun böyle bir
savaşı idame ettirecek silah ve teknolojiye sahip olmadığı
gibi gerekçelerle geçiştirmeye çalışmıştır. Ancak Türk
ordusuna gerekli teçhizat ve yardımın yapılacağı
belirtilmesi üzerine, kendisi de asker kökenli olan ve Türk
ordusunun içinde bulunduğu duruma vakıf olan İsmet
İnönü tarafından Türkiye’nin savaşa katılmama durumu
idare edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, Üçlü
İttifak antlaşmasının hukuki ve siyasi hükümlerinden de
anlaşılacağı üzere tarafsız değil, savaş dışı bir müttefik
devlet olmuştur. Türkiye, bu savaş dışı kalma durumunu
daha fazla sürdürememiş ve İkinci Dünya Savaşı’nın
sonlarına doğru, Yalta Konferansı’nda alınan kararlar
uyarınca Şubat 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya
savaş ilan etmiştir. Bu savaşa katılma durumu fiili askeri
bir operasyondan çok, yakın gelecekte oluşturulacak
Birleşmiş Milletler kurucu üyesi olabilmek adına yapılmış
siyasi bir hamledir.

Türk Dış Politikası için Zor Yıllar (1945-1947)
Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı bitmeden,
Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini tanıyan ve
uluslararası kamuoyuna kabul ettiren Montrö Boğazlar
Sözleşmesini değiştirmek istemiştir. Sovyetler Birliği,
Türkiye ile 1925 yılında imzalanan Türk – Sovyet Dostluk
ve Tarafsızlık antlaşmasını 1945 yılından sonra
uzatılmayacağını Türkiye’ye belirtmiştir. Sovyetlerin
böyle bir tutum sergilemesinde Montrö’nün değiştirilmesi
ile Boğazların Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelere
kapatılması düşüncesi etkili olmuştur. Sovyetler Birliği,
aynı süreçte Müttefik Devletlere de bu konuyu Temmuz
ve Ağustos 1945 yılında yapılan Postdam Konferansı ile
gündeme getirdi. Montrö’nün değiştirilmesi hususu
Amerika tarafından kabul edildi ve İngiltere ile beraber,
Montrö antlaşmasının değişikliğini talep eden diplomatik
notalar Türkiye’ye iletildi. Türkiye ise bu dönemde zaman
kazanma yolunu tercih ederek, konunun gündemden
düşmesini bekledi. Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki
egemenlik haklarının ihlali demek olan Montrö’nün
değişiklik talebi, Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında
1945-1947 yılları arasında önemli bir soruna neden
olmuştur. Ancak dünya siyasi konjonktürünün değişmesi
ve Amerika ile Sovyetler Birliği’nin ideolojik anlamda
çekişmesi Türkiye’yi bu süreçten sonra Batı’ya çok daha
fazla yaklaştırmış ve Boğazlar sorunu uluslararası
gündemden düşmüştür.

Bloklaşma Ekseninde Dış Politika (1947-1964)
Türk Dış Politikası, 1945 – 47 yılları arasında Sovyetler
Birliği ile yukarıda ifade edilen ilişkiler çerçevesinde
farklı bir seyir izledi. Ancak 1946 yılından itibaren dünya
siyasi konjonktürünün değişmesine paralel olarak,
Türkiye, Batı Bloku içerisinde yer almaya başladı.
Türkiye’nin bu dönemde Batı bloku içerisinde yer alması
sadece Sovyet tehdidiyle açıklanamaz, bunun yanında
batıcılık politikası, yeni ortaya çıkan burjuvazinin liberal
politikalar izlenmesi yönündeki tercihleri de Türkiye’nin
bu dönemde Batı Bloku arasında kendine yer edinmesine
sebep olmuştur.
Türkiye’nin Batı Bloku içerisinde kendisine yer
edinmesine yol açan önemli adımlardan biri ABD Başkanı
Harry Truman tarafından 1947 yılında ilan edilen Truman
Doktri’nin kabulüdür. Truman Doktrini kapsamında,
Yunanistan ve Türkiye’ye uluslararası Komünizme karşı
(dolayısıyla SSCB’ye karşı) askeri yardım desteği
verilmesi öngörülmekteydi. Türkiye’nin Batı Blokuna
eklemlenmesinde önemli rol oynayan bir diğer gelişme ise
ABD Dışişleri Bakanı George Marshall tarafından ilan
edilen Marshall Planı kapsamında ekonomik yardımın
alınmasıyla gerçekleştirilmiştir. Türkiye, bu tarihten
itibaren Amerika ve diğer Batılı ülkelerle sıkı ekonomik,
siyasi ve askeri ilişkiler geliştirmiş ve Amerika’ya
bağımlılık bu dönemde artmıştır. Türkiye, Batı Bloku
içerisinde yer almasına paralel olarak 1949 yılında Avrupa
Konseyi’ne üye olmuş, 1948’de kurulan İsrail Devleti’ni
ilk tanıyan Müslüman ülke olmuştur. Bu dönemdeki
Batıyla bütünleşme politikası, Türkiye’deki tüm siyasi
aktörler ve muhalefet partisi konumundaki Demokrat Parti
(DP) tarafından da benimsenmişti.
Bu dönem Türk Dış Politikasındaki Batı Blokuna ve
Amerika’ya mutlak uyum, Türkiye’nin Batı’dan daha
fazla askeri, ekonomik ve siyasi destek almasını
hedefliyordu, aynı süreçte Türkiye’nin dünyadaki
jeopolitik önemi artarken, Amerika’ya olan askeri,
ekonomik ve siyasi bağımlılık da aynı oranda artış
göstermişti.

Türkiye’nin NATO’ya Girişi
1949’da kurulan NATO’ya Türkiye’nin üye olması, Batı
Blokuna eklemlenmesinin en önemli adımı olmuştur.
Türkiye, NATO kurulduktan hemen sonra üye olmak
istemiş, bu yönde girişimlerde bulunmuştur. Batı Bloku
tarafından Türkiye’nin NATO’ya üye olması fikri ilk
zamanlarda olumsuz karşılanmış ancak daha sonra değişen
uluslararası siyasi konjonktürden dolayı Türkiye,
Yunanistan ile birlikte 18 Şubat 1952 tarihinde NATO’ya
üye olmuştur. NATO üyeliği Türkiye’yi askeri anlamda da
Batı blokunun bir üyesi haline getirmiştir. NATO’ya üye
olunmakla beraber bu doğrultuda Türk Ordusu Amerikan
silahlarıyla donatılmış ve çok sayıda Amerikalı asker ve
sivil personel Türkiye’ye gelmiştir. Türkiye’nin 1950’li
yıllardaki Batı yanlısı tutumu ve Batılı bakış açısı,
Ortadoğu’da gelişen olayları tam olarak kavrayamamasına
ve bu doğrultuda politikalar üretilememesine neden
olmuştur. Batı blokunun içerisinde yer alması ve Batı ve
ABD yanlısı oluşumlara önderlik etmesi de Türkiye’nin
özellikle Arap ülkelerinde “ABD’nin Ortadoğu’daki
Temsilcisi” fikrini doğurmuştur. Stalin’in ölümüne ve
Sovyet yönetiminin daha ılıman tutumuna rağmen SSCB
ile olan ilişkiler de istenilen seviyeye ulaşamamıştır.

Türkiye-AB ve Kıbrıs
Türkiye-AB İlişkileri
Batı dünyası kurumlarına üyelik Türkiye için her zaman
öncelikli bir yer edinmiştir. Ancak, Avrupa Ekonomik
Topluluğu’nun oluşması sürecinde Türkiye, topluluğa
üyelik için adım atmamış ve bu oluşuma kayıtsız
kalmıştır. Ancak 1950’lerin sonuna doğru Amerika’dan
ekonomik yardım alınmasının zorlaşması ve
Yunanistan’ın AET’ye başvurması, Türk hükümetini karşı
atağa geçirerek Yunanistan’la birlikte 1959 yılında
AET’ye müracaat etmesine vesile olmuştur. 1960 yılında
AET Türkiye ile Yunanistan’ı görüşmelere davet etmiş
ancak Türkiye’de 1960 Askeri Darbesi bu girişimin
uygulanmasını geciktirmiştir. AET ile Türkiye arasında
1961 – 1963 yılları arasında görüşmeler devam etmiş ve
Eylül 1963 tarihinde Ankara’da ortaklık anlaşması
imzalanmıştır. 1964 yılında yürürlüğe giren Ankara
Anlaşması, Türkiye ile AET/AB arasındaki temel belge
olma özelliği taşımaktadır. Türkiye’nin AET/ AB üyeliği
1970’li yıllarda yaşanan küresel krizler ve Türkiye’de
yaşanan siyasi ve ekonomik istikrarsızlıktan dolayı
tarafların karşılıklı olarak bazı yükümlülükleri yerine
getirmesine engel teşkil etmiştir. Ve Türkiye’nin AET
üyeliği Yunanistan’ın 1981’de AET’ye üye olmasıyla
birlikte daha sorunlu ve zor bir hale bürünmüştür.

Kıbrıs Sorunu
Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin gündemine 1950’li yıllardan
sonra girmeye başlamış bir olgudur. 1950’li yılların
başında Yunanistan’la iyi olan ilişkiler çerçevesinde Türk
hükümetinin Dışişleri Bakanı “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir
sorunu” olmadığını ifade etmiştir. Ancak Kıbrıs’taki
Rumların Yunanistan’la birleşme (Enosis) hedefi
doğrultusunda hareket etmeleri ve örgütlenmeleri
Türkiye’yi Kıbrıs Sorununa dâhil etmiştir. Türkiye,
1954’ten itibaren Ada’nın İngiliz kontrolünde kalmasını
bu mümkün değilse Türkiye katılmasını öne süren bir
politika izlemiştir. Böylece Kıbrıs meselesi Türkiye ile
Yunanistan arasındaki ilişkilerin ana gündem maddesi
haline gelmiştir. 6- 7 Eylül 1955 tarihlerinde provoke
edilen halk kitlelerinin İstanbul’da bulunan
gayrimüslimlerin ev ve dükkânlarını yağmalamaları
sonucunda zarar görenlerin önemli bir bölümünün Rum
Ortodoks Türk vatandaşı olması ilişkileri daha da
gerginleştirmiştir.
1955’ten 1959’a kadar olan dönemde, Kıbrıs meselesi
hususunda taraflar arasında mutabakat sağlanamamış,
ancak Amerika’nın devreye girmesiyle 1959’da iki NATO
üyesi ülke bir araya gelerek mutabakat sağlanmıştır. Zürih
ve Londra Antlaşmaları sonucunda Bağımsız bir Kıbrıs
Cumhuriyeti kurulmuş ve kendine özgü bir yapısı olan
Kıbrıs Cumhuriyeti’nde tüm siyasi ve yönetsel kurumlar
Türkler ile Rumların orantılı temsili çerçevesinde
paylaştırılmıştır. Londra Antlaşmasına bağlı olarak
Ada’nın anayasal düzeni Türkiye, İngiltere ve Yunanistan
arasında imzalanan garanti antlaşması ile garanti altına
alınmıştır. Türkiye, garantör devlet olarak, 1974 Kıbrıs
Barış Harekâtını gerçekleştirirken garanti antlaşması, bu
harekâtın temel hukuki kaynağını oluşturmuştur.

Dış Politikada Çok Yönlülüğe Geçiş Çabaları
(1964 – 1980)
1962’de ABD ile SSCB arasında yaşanan “Küba Füze
Krizi” hem uluslararası sistem hem de Türk Dış Politikası
üzerinde etkili olmuştur. SSCB’nin Küba’ya nükleer füze
yerleştirme girişimi ABD tarafından sert bir tepkiyle
karşılanmış ve iki ülke arasında yaşanan kriz gizli
pazarlıklarla sonuçlandırılmıştır. Bu tarihten sonra ABD
ile SSCB arasında “Yumuşama” adı verilen bir döneme
girilmiştir. Bu Yumuşama döneminden Türk Dış Politikası
da etkilenmiştir. Çünkü ABD ile SSCB arasında Küba
Krizinin çözümlenmesi için yürütülen pazarlığın en
önemli konularından biri de Türkiye idi. ABD tarafından
1950’lilerin sonunda Türkiye’ye yerleştirilen Jüpiter
Füzelerinin Küba Krizinin çözüme ulaştırılması için
sökülmesi kararı ABD tarafından kabul edilmiş ve bu
durum Türkiye’ye iletilmemiştir. ABD’nin bu şekilde
kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi devre dışı
bırakan bir tutum takınması Türk devlet adamlarında hayal
kırıklığı yaratmıştır.

Amerika ile İlişkilerin Gerilmesi
Türk hükümetinin ABD ve NATO’ya duyduğu mutlak
güvenin sorgulanmasına yol açan gelişme 1964’te Kıbrıs
sorunun yeniden alevlenmesinde ortaya çıktı. Rumlar,
daha önceden Türklerin kazanılmış haklarının
sınırlandırılması talebini dile getirmişler ve EOKA örgütü
vasıtasıyla da Ada’daki Türklere yönelik şiddet ve
katliamlara yönelmişlerdi. Türkiye, bu durumu kabul
etmeyip Ada’ya askeri müdahale edilmesi kararını aldı.
Ancak ABD Başkanı Lyndon Johnson, İsmet İnönü’ye
“Johnson Mektubu” olarak tarihe geçen bir mektubu
göndererek Türkiye’nin Ada’ya müdahalesi halinde bunun
kabul edilemeyeceğini sert bir dille ifade edilmiştir. ABD
Başkanının bu mektubu, Türk yöneticilerinde büyük bir
tepki yaratmış ve bundan sonra dış politikanın yeniden
kurgulanması gerekliliği ortaya çıkmış ve bu çerçevede
“Çok Yönlü Dış Politika” izlenmeye başlanmış ve daha
önceden uzak durulan ülkelerle yakınlaşma sürecine
girilmiştir.

Rusya ile Yakınlaşma
Çok Yönlü Dış Politika anlayışının etkisini en hızlı
gösterdiği alanlardan biri SSCB ile ilişkilerin seyrinde
yaşanmıştır. 1960’lı yıllarda başlayan iyi ilişkiler, 1970’li
yıllarda artarak devam etmiş ve 1974 Kıbrıs Barış
Harekâtından sonra ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosu
uygulaması nedeniyle SSCB ile ilişkiler önemli bir düzeye
gelmişti. Türkiye, bu politika doğrultusunda Doğu Bloku
ve Doğu Bloku ülkeleri dışındaki sosyalist ülkelerle de
ilişkilerini geliştirme yönünde hareket etmiştir. Bu Çok
Yönlü Politika, ABD ile olan ilişkilerde birtakım
gerilimlerin yaşanmasına sebep olmuş ve Türk –
Amerikan ilişkileri bu dönemde önemli sorunlarla karşı
karşıya kalmıştır. 1960’lı yılların sonundan itibaren
Haşhaş /Afyon sorunu ikili ilişkilere damgasını vurmuştur.
Amerika, ülkede artan uyuşturucu trafiğinden dolayı,
Türkiye’nin haşhaş üretimini durdurmasını talep etmiş ve
bu talep büyük bir tepki görmekle beraber, 12 Mart
1971’deki askeri müdahalenin ardından ara hükümetin
başbakanı Nihat Erim tarafından kabul edilmiş ve
Türkiye’de 1972 yılı itibariyle haşhaş üretimi
yasaklamıştır. Daha sonra kurulan CHP – MSP
Koalisyonu 1 Temmuz 1974’te Haşhaş üretimi yasağını
kaldırmış ve yasağın kaldırılması ABD’de tepkiyle
karşılanmıştı. Bu tepkinin bir sonucu olarak Ocak
1975’ten itibaren ABD tarafından Türkiye’ye ambargo
uygulanmıştır. 1975’ten kaldırıldığı 1978 yılına kadar
ambargonun kaldırılması, bütün Türk hükümetlerinin
temel hedefi olmuştur. Ambargonun 1978’de
kaldırılmasından sonra Türk – Amerikan ilişkilerinde eski
sıcaklık hemen oluşmadı. Ancak, 1979 yılında
gerçekleştirilen İran İslam Devrimi ve Afganistan’ın
SSCB tarafından işgali gibi gelişmeler, Türkiye’nin
ABD’nin bölgedeki faaliyetleri açısından sahip olduğu
stratejik önemi bir kez daha ortaya koymuştur.

Kıbrıs’a Barış Harekâtı
Kıbrıs meselesi 1950’li yıllardan itibaren Türk Dış
Politikasında önemli bir yer edinmeye başlamıştı.
Yukarıda ifade edildiği 1964 yılında yapılacak hareket
ABD tarafından engellenmiş, daha sonra 1967’deki
harekât planı da Rumların geri adım atması üzerine
gerçekleşmemişti. Yunanistan’da hükümetteki Albaylar
Cuntası tarafından desteklenen Nikos Sampson 15
Temmuz 1974’te askeri bir darbe gerçekleştirmişti Bunun
üzerine Başbakan Bülent Ecevit liderliğinde 20 Temmuz
1974 tarihinde Barış Harekâtının ilk safhası başlamış oldu.
Bu ilk safhada Türk Ordusu Girne’den Lefkoşa’ya kadar
uzanan bir alanı kontrol altına aldı. I. Harekâtın ardından
müzakereler sonuç vermeyince 14 Ağustos 1974’te ikinci
safhaya geçilmiştir. İkinci askeri harekâtta Ada’nın üçte
biri çok kısa sürede ele geçirilmişti. İkinci askeri harekât,
dünya kamuoyunda Türkiye’yi işgalci bir güç olarak
göstermiştir. 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin
kurulmasıyla Ada’da iki kesimlilik fiilen yaratılmış oldu.
1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurularak
bağımsızlık ilan etti, ancak Türkiye dışında hiçbir ülke
tarafından tanınmadı. Kıbrıs meselesi, günümüze kadar
çözülemeyen bir sorun olarak Türkiye’nin dış politika
gündeminin en önemli maddelerinden biri olarak
kalmıştır. Ayrıca, Güney Kıbrıs Rum yönetiminin AB’ye
üye olmasıyla Türkiye – AB ilişkileri bu üyelikten derin
bir şekilde etkilenmiştir.

12 Eylül Darbesi’nden Sonra Dış Politika
Türkiye’nin 1970’lerin ikinci yarısında girdiği büyük
siyasal ve ekonomik kriz ülkenin Batı bağlantısını
zayıflatmıştı. Ancak dünya siyasi konjonktüründe
meydana gelen gelişmeler, ABD’yi Türkiye’ye daha çok
yakınlaştırmıştır. 12 Eylül Askeri Darbesi’nin hemen
sonrasında kurulan askeri yönetim, ABD tarafından
desteklenmiştir. ABD ile ilişkilerin düzelmesinde 1983’te
yapılan çok partili seçimlerle iktidara gelen Anavatan
Partisi’nin (ANAP) önemli etkisi olmuştur. Bu dönemde
her ne kadar Amerika’nın yakınlığı hissediliyorsa ve Batı
Bloku ön planda olsa da Türk Dış Politikasında “Çok
Yönlülük” önemli dış bir politika olarak benimsenmiş ve
dış politikanın merkezine oturtulmuştur. Çok Yönlülük
Politikası Turgut Özal döneminde de uygulanmış ve SSCB
başta olmak üzere birçok ülke ile önemli projeler hayata
geçirilmiştir. Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde, dış
politikanın oluşturulmasında ekonomik ve ticari konular
daha belirleyici bir hale gelmiştir. Türkiye’nin ikili
ilişkilerde ekonomik meselelere daha önem vermesi
“İhracata Dayalı Büyüme” ekonomik modelinde
karşılığını bulmuştur. Dış politikada ekonomik boyutun ön
plana çıkması ve yükselişi, kendisini Türkiye’nin Orta
Doğu ile ilişkilerinde de göstermiştir. Türkiye, petrol krizi
sonrası zenginleşen Arap sermayesini ülkeye çekebilmek
ve Arap pazarlarına daha fazla ihracat yapabilmek ve daha
avantajlı koşullarda petrol alabilmek gibi ekonomik
hedefler tatbik etmiş ve bu hedefler Türkiye’nin Ortadoğu
politikasını şekillendiren önemli etkenler olmuşlardı.
Türkiye’nin bu dönemde ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi
çerçevesinde muhafazakârlaştırılması da bu hedeflerin içe
dönük yansımalarını oluşturmuştur. Bu dönemdeki
AET/AB ilişkileri de istenilen seviyeye ulaşamamış,
AB’nin 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye “Aday
Ülke” statüsü vermesi 2000’li yıllarda devam edecek olan
“AB Gündemi” ni yeniden ortaya çıkarmıştır.

1991 – 2002 Tek Kutuplu Dünyada Dış Politika
Doğu Bloku ülkelerinin 1989’da “Berlin Duvarı”nın
yıkılmasıyla simgeleştirilen siyasi ve ekonomik çöküşü ve
1991’de SSCB’nin dağılması sonrasında yepyeni bir
uluslararası manzara ortaya çıkmıştır. Bu yeni manzarada,
iki kutuplu dünya sisteminin sağladığı denge düzeni yerini
karmaşa, belirsizliğe ve bölgesel sıcak çatışmalara
bırakmıştır. “ Yeni Dünya Düzeni” nin Türkiye’ye yeni
fırsat alanları sunmasına rağmen, uluslararası ortamın
getirdiği belirsizlikler ve alışılmadık tehditler yeni
sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1990’lı
yılların önemli konularından birisini, 1990’da Irak’ın
Kuveyt’i işgal etmesi ve bunun Türk –Amerikan
ilişkilerinde yeni bir bahar dönemine girilmesi teşkil
etmesidir. 1990’ların ikinci yarısında ise, Clinton
yönetiminin Türkiye’ye başta AB ile olan ilişkilerde ve
Bakü- Tiflis – Ceyhan petrol boru hattının inşası olmak
üzere çeşitli alanlarda verdiği destek, Türk – Amerikan
ilişkilerinde farklı bir seyrin izlenmesine vesile olmuştur.
Terör konusu özellikle 1990’lardan itibaren Türkiye’nin
hem iç siyasetinde hem de uluslararası siyasetinde önemli
bir rol oynamaya başlamıştır. ABD ile ilişkilerden AB ile
olan ilişkilere kadar her alanda bu sorunun yansımalarına
bulmak mümkündür. Terör konusu, Türkiye’nin komşuları
ile olan ilişkilerinde de önemli bir sorun teşkil etmiştir.
Önemli sorunların yaşandığı ülkelerin başında ise Suriye
gelmektedir. Suriye ile olan ilişkiler 1998’de Türkiye
tarafından uygulanan “Kontrollü Tırmandırma”
politikasının başarıya ulaşmasıyla, 2000’li yıllardan
itibaren hızla gelişmiş ve Türkiye’nin Ortadoğu’ya
açılımının önündeki önemli engellerinden biri ortadan
kalkmıştır. Türkiye, 1990’lı yıllarda SSCB’nin dağılması
üzerine kurulan Türki Devletlerle yakın temas halinde
olmuştur. Ancak Rusya’nın ilan ettiği “Yakın Çevre
Doktrini” sebebiyle Rusya’nın bölgede yeniden etkinlik
kurma girişimi Türkiye’nin Türk dünyasına planladığı
şekilde açılımını sekteye uğratmıştır. Türkiye’nin
1990’larda Yunanistan’la ilişkileri, kimi zaman ılıman bir
siyasi iklimde devam ederken kimi zamanda çeşitli
nedenlerden dolayı gerginleşmiştir. Yunanistan’ın
Türkiye’yi hedef alan terör olaylarına destek olması 1997
– 98 yıllarında ikili ilişkilerde derin çatlaklara yol
açmıştır. Yine de AB’nin Türkiye’yi aday ülke ilan
etmesine engel olmaması Yunanistan ile ilişkilerin 2000’li
yıllarda yeni bir döneme girdiği / girebileceği şeklinde
ifade edilebilir.
Genel olarak 1990’lar, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası
“Yeni Dünya Düzeni”ni algılamaya çalıştığı ve bu düzen
içinde kendini konumlandırma çabası içine girdiği bir
dönem olmuştur.

Ünite 7:
Atatürk’ten Sonra Türkiye
II. Dünya Savaşı Döneminin Siyasi, Sosyal ve
Ekonomik Uygulamaları
Atatürk’ün 10 Kasım 1938’deki ölümünden bir gün sonra
11 Kasım 1938’de yapılan seçimlerde millet meclisinin ve
parti grubunun desteğiyle İsmet İnönü Cumhurbaşkanı
olmuştur. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı dönemi
dünyadaki siyasal konjonktürden dolayı kendine has
birtakım özelliklere sahiptir. 26 Aralık 1938’de yapılan
CHP Olağanüstü Kurultayında İsmet İnönü “mili şef ve
değişmez genel başkan” sıfatını alırken Atatürk “Ebedi
Şef” olarak kabul edilmiştir. İsmet İnönü’nün
Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Atatürk döneminde
aktif siyaset yapamayan Kazım Karabekir, Rauf Orbay
gibi simalar siyasette ön plana çıkarken, İsmet İnönü’ye
muhalif olan isimler siyaset ve idare sahnesinin dışına
itilmişlerdir. Türkiye’de tek parti ve parti – devlet
anlayışının hüküm sürdüğü yıllarda, CHP’nin 29 Mayıs
1939’da yapılan Beşinci Olağan Kongresi’nde, hükümet
çalışmalarını kontrol etmek için “müstakil grup”
kurulması demokratikleşme çabalarının bir işareti olarak
yorumlanabilir. İsmet İnönü ile birlikte yeni dönemde
Türkiye farklı bir politik süreç izlemiştir. Bu dönemde,
Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı -her türlü
baskıya rağmen- başarabilmiştir. Savaşın sonuna kadar
başarılı bir şekilde sürdürülen tarafsızlık politikası, yeni
kurulmakta olan dünya sisteminin içerisinde yer almak
için 23 Ocak 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya savaş
ilan ederek yeni bir mecraya girmiştir. Almanya ve
Japonya’ya savaş ilan edilmesi Türkiye’ye “Birleşmiş
Milletler” kurucu üyesi olmak üzere San Francisco
Konferansı’na katılma hakkı kazandırmıştır.
II. Dünya Savaşı döneminin siyasi ve sosyal
uygulamalarını ekonomik uygulamalardan soyutlamak
mümkün görülmemektedir. Bu noktada, Köy
Enstitülerinin kurulup yaygınlaştırılması, Milli Korunma
Kanunu, Varlık Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi ve
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu savaş ortamında idari,
siyasi ve sosyal anlamda yeniden yapılandırma çalışmaları
olarak görülmelidir. Bu dönemde fikir hayatı bakımından
ise Rusya ve Almanya’nın savaştaki pozisyonlarına göre
aşırı sağ ve sol kesimin dönem dönem takibata uğramaları
hükümetin bu konulara yaklaşımını göstermesi açısından
önemlidir.

Çok Partili Hayata Geçiş Süreci
Çok partili siyasi hayatı, yaşama geçirmek “egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir” (bila kayd ü şart hâkimiyet-i
milliye) düsturu le yola çıkan, demokratik bir cumhuriyet
idealini ortaya koyan Cumhuriyet Türkiye’si için dönüm
noktalarından biridir. Çok partili hayata geçiş ancak II.
Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün olmuştur. Çok partili
hayata geçiş aşamasında dış politikada demokratik
yönetimlerin hâkim olması kadar, İsmet İnönü’nün şahsi
katkıları da kayda değerdir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü,
cumhuriyetin demokratik yapısını, “Cumhuriyetin bir halk
idaresi olarak kuruluşu, yani demokratik karakteri esas
tutulmuştur” diyerek açıklamıştır. İsmet İnönü, bu
dönemde demokratik anlayışı ifade ederken, bu kavramı
kendi anlayışıma göre yorumladığı ve ifade ettiği
anlaşılmaktadır. Çünkü İnönü, daha sonra 7 Temmuz
1945’te “Nuri Demirağ” adında bir sanayicinin birinci
meclisteki bazı muhalifleri yanına alarak kurduğu “Milli
Kalkınma Partisi”ni yok saymıştır. İsmet İnönü, oluşacak
bir partinin yine CHP’den çıkmasını istemiştir. Bu
dönemde, savaş dönemi politikaları tenkit eden Celal
Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan,
7 Haziran 1945’te Anayasanın milli egemenlik ilkesine
işlerlik kazandırılması ve parti hayatının demokrasiye
uygun şekilde düzenlenmesi için “Dörtlü Takrir”
vermişlerdir. Parti içinde tartışmaları başlatan bu
uygulama net bir karara ulaşamamıştır. Fakat Dörtlü
Takrir, sahipleri partiden atılmışlardır. CHP’den atılan bu
dört milletvekili “7 Ocak 1946’da Demokrat Parti”yi (DP)
kurmuşlardır.

Çok Partili Hayata Geçişte Bir Dönüm Noktası: 12
Temmuz Beyannamesi
Türkiye’de Çok Partili Sisteme geçişle birlikte, parti
yöneticileri ve siyasetçilerinin söylemleri bu kesimin
önemli bir kısmının zihniyet olarak çok partili sisteme
hazır olmadıklarını ortaya koymuştur. Buna rağmen,
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından “12 Temmuz 1947
Beyannamesi” ilan edilerek çok partili siyasi hayat “devlet
meselesi” olarak kabul edilmiştir. Demokrat Parti’nin
kuruluş aşamasında, halk desteğinde yoksun oluşu,
Demokrat Parti’nin kuruluşu aşamasında yapılan
görüşmelerden dolayı gerek halk arasında gerekse
partililer arasında “danışıklı dövüş” söylentileri, ayrıca
iktidar partisi yöneticilerinin Demokrat Parti’nin
kuruluşunu tamamen kendi lütufları olarak görmeleri,
bunun yanında Demokrat Partinin hükümet aleyhine
giderek artan eleştirileri Cumhurbaşkanı İnönü’yü her ne
kadar zor durumda bıraksa da Cumhurbaşkanı, geçmiş
tecrübelerinden yararlanma yoluna gitmiş ve geçmişte
yaşanan aynı hataların yapılarak sürecin kesintiye
uğratılmasına izin vermemiştir. Cumhurbaşkanı İnönü,
hem CHP hem de DP’ye karşı eşit mesafede yaklaşmaya
çalışmış, bununla birlikte iki parti arasında karşılıklı
emniyetin oluşmasını hedeflemiştir. İnönü, bunu aynı
zamanda ülkenin emniyet meselesi olarak da görüyordu.
İnönü, aynı zamanda tecrübelerinden yola çıkarak toplumu
kutuplaştırmamayı düstur edinmiş ve hem iktidar hem de
muhalefet partisinin liderlerini yanına çekmeye çalışmış
böylece ortaya çıkabilecek sorunları çözmekte daha etkili
olacağını düşünmüştür. Çok Partili siyasi hayat, iki parti
yöneticileri arasındaki çekişmelere, muhalefet partisinin
hürriyet misakı, husumet andı gibi uç söylemlerine
rağmen iktidar partisini de oldukça ılımlaştırması
açısından önemlidir. Bu dönemde, değişmez genel
başkanlığın kaldırılması, sınıf ve bölge esasına göre parti
kurulmasını engelleyen düzenlemelerin kaldırılması gibi
siyasi; üniversitelere idari özerklik verilmesi, Basın
Yasası’nın liberalleştirilmesi gibi sosyal düzenlemeler
gerçekleştirilerek ortam yumuşatılmıştır. 27 yıllık tek parti
döneminin aksine gizli oy, açık tasnif gibi kazanımlarla
süslenen bu süreç, iktidar partisini laiklik ve İnkılapçılık
konusundaki radikal söylemlerini yumuşatmaya, Osmanlı
döneminin hatıralarını yok saymaktan vazgeçmeye, din
eğitimi konusunda halkın ihtiyaçlarını karşılayacak
adımları atamaya zorlamıştır. Bu ortamda 14 Mayıs
1950’de yapılan seçimler, Cumhuriyet Türkiye’sinde
iktidarı halkın oyu ile belirlemiş ve iktidar el
değiştirmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde 1950 1960 (Demokrat
Parti) Dönemi
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle birlikte el değiştiren
iktidar, bundan böyle yaklaşık on yıl boyunca ülkeyi
yönetmiştir. Bu dönemde, Cumhurbaşkanı seçilen Celal
Bayar, parti başkanlığını bırakarak şeklen de olsa sivil bir
görünüm arz etmiştir. İktidara gelen Demokrat Parti, Eylül
ve Ekim 1950’de sırasıyla yapılan Belediye ve İl Genel
Meclis Üyeleri seçimlerinde önemli bir çoğunluk
sağlayarak iktidarını güçlendirmişti. Demokrat Parti’nin
ilk yıllarında tarımda makineleşme ve uygun iklim
koşullarının desteğiyle ürün artışı sağlanmış ve kırsal
kesimdeki kitlelerde göreceli bir zenginlik ve refah ortamı
oluşturulmuştur. Ancak makineleşmenin ithale dayalı
olması ve zaman içinde yedek parça sıkıntısı başta olmak
üzere çiftçilere sağlanan desteğin devamlı olamaması gibi
etkenlerle oluşan iyimserlik yerini tedirginliğe bırakmıştır.
Demokrat Parti, ilk güven oylamasında 192 çekimserle
karşılamıştı. Bu İttihat ve Terakki Partisi’nin II.
Abdülhamit’e muhalefetinden itibaren kronikleşen iktidara
karşı olmakla birleşen muhaliflerin işbaşına gelince hemen
farklı gruplara ayrılmalarının sonucuydu.
1950 – 54 arası dönemdeki ekonomik rahatlama sandığa
da yansımış ve Demokrat Parti, 1954 seçimlerinde oy
oranını arttırarak (%57) meclisin tek hâkimi haline
gelmiştir. Böyle yüksek bir seçim sonucu, beraberinde
basın, üniversite ve muhalefeti dikkate almama eğilimini
getirmiştir. 1954 seçimlerinden sonra, DP kamuoyunda
kaygı uyandırıcı birtakım faaliyetlerde bulunmuştu.
DP’nin özellikle basına yönelik tavrı parti içi muhalefeti
güçlendirmiş ve bunun sonucunda 20 Aralık 1955’te
“Hürriyet Partisi” kurulmuştur. Demokrat Parti
döneminde meydana gelen bir diğer önemli gelişme ise
“6-7 Eylül” olayları olarak tarihe geçen ve Yunanistan’la
ilişkilerin gerginleşmesine neden olduğu gibi uluslararası
alanda Türkiye için olumsuz bir imaj yaratan olaylar
silsilesidir. Demokrat Parti, 1957 erken genel seçimlerinde
oylarını kısmen düşürmüş olmasına rağmen yine de
mecliste çoğunluğu sağlamıştı. DP, 1957 seçiminden
sonra muhalefeti ve ona destek olan kaynakları
engellemeye yönelik tedbirleri arttırmış yine bu dönemde
basın ve muhalefet kadar onlara destek olan diğer
kesimlere karşı tavır alınmıştır. Meclis çalışmalarının
tamamen hükümetin kontrolü altına verecek düzenlemeler
muhalefetin meclis çalışmalarını boykot emesine rağmen
kabul edilmiştir. 1957 – 1960 yılları arası DP için, sonun
başlangıcını temsil eden yıllar olmuştur. Bu yıllar arasında
enflasyon %200’lük bir artış göstermiş ve bu ekonomik
dengelerin bozulmasında önemli rol oynamıştır. Ayrıca
yine bu dönemde DP, muhalefete karşı tavrını daha da
sertleştirmiş ve ilişkiler birçok yönüyle problemli bir hale
bürünmüştür. DP’nin içine düştüğü durumu göstermesi
açısından “ Vatan Cephesi”nin kurulması da manidardır.
Vatan Cephesi, 12 Ekim 1958’de Başbakan Adnan
Menderes’in çağrısıyla kurulan ve toplumsal ve siyasi
kamplaşmayı tetikleyen bir işlev gördüğü belirtilmektedir.
DP, 1960 İhtilalinin hemen öncesinde “Tahkikat
Komisyonu” kurmuştur. Bu komisyon, muhalefet ve
basının faaliyetlerini denetlemek amacıyla kurulmuştur.
Artan kontrol ve denetleme mekanizması toplumu
etkilemiş bunun yanında sıkıyönetim uygulaması da
[size=medium]toplumsal bir ref